İslam Dünyasında Minyatürün Altın Çağı Ve Kitap Sanatları Tarihinde Osmanlı Minyatürünün Önemi
Fatima Zahra Hassan
inyatür resim, sanat ve zanaat (ki bu kelimeler geleneksel toplumlarda birlikte kullanılır) anlamına gelen çevresel bir sanattır. Geleneksel toplumlarda, kutsal ve dünyevi olan arasında ve dolayısıyla yaşam ve sanat arasında ayrım yoktur. Minyatürün de içinde yer aldığı geleneksel sanatlar “Biz Allah’tan geldik ve dönüşümüz O’nadır”ın günlük ve daimi hatırlatıcısıdır.
Minyatür resmin ise özgün bir yeri vardır. Çünkü o, insan suretini temsil eden bir sanat formudur, fakat bunu asla imiş gibi bir surette yapmaz. Bununla beraber, minyatürün en önemli yönü onun bizleri hayal dünyası gibi bir dünyaya -bizlere cennetten bir anlık bir görüntü sunan bir dünyaya- taşımasıdır. Minyatür, bunu, yalnızca iki boyutun var olduğu bir yerde, bir üçüncü boyutu yaratarak yapmaz: yassı bir yüzey, fırça ya da kalem vardır ve sanatkâr bir derinlik algısı yaratmaya çalışmaz; eşyanın kendisinden ziyade özünü yansıtmaya uğraşır. “Minyatüre, neredeyse sadece ona özgü olan güzelliğini veren şey, tasvir edilen sahneden çok, o sahneyi saran şiirsel havanın1soyluluğu ve basitliği tasvir etmesidir.”
Oldukça incelikli bir sanat çeşidi olan minyatür resim ya da elyazması resimleme sanatının ilk olarak tarihi kaydetmek, vekayiname tutmak, edebiyat, şiir, tıp, matematik, fen, coğrafya vs. alanlardaki kitapları tasvir etmek amacıyla başladığını biliyoruz. Bu, kitapların elle yazıldığı, tasvirlendiği, süslenip ciltlendiği zamanlardaydı. Zaman içerisinde, kademe kademe, en önemlisi matbaa icat edilip yaygınlaşınca hâkimiyetini kaybetti. Toplumsal, siyasi ve iktisadi koşullardaki hızlı değişim geleneksel toplumda bozulmaya yol açtığı gibi geleneksel sanat formlarına da zarar verdi.
Minyatür resmin altın çağının, doğusundan batısına İslam dünyasına hâkim olan İlhanlılar/Moğollar, Timurlular, Safviler, Babürlüler ve Osmanlılar gibi farklı hanedanların idaresi altında, 14. yüzyıldan 17. yüzyıla uzanan süreç olduğu düşünülmektedir.
İslam’ın gelişinden sonra elyazması resimleme sanatının başlangıcı, net bir şekilde Bizans ve Çin’den etkilenmiş olan Arap Resim Okulu olarak bilinir. Bizans İmparatorluğu için çalışan sanatçılar farklı bir değerler sistemine sahip idareciler için çalışmaya başladılar. Bağdat, Musul ve Şam 13. yüzyılın başlarında elyazması resimleme sanatının önemli merkezleriydi. Bunların ardından İlhanlı/Moğol Okulu ile Timurlular, erken İran ve Safevi Resim Okulu, Hint-İslam Babürlü biçimiyle birleştiren İran Okulu gelmektedir. Semerkant, Buhara, Herat, Şiraz, Tebriz, İsfahan, Delhi, Lahor ve Decan resim ve kitap sanatlarının önemli merkezlerinden birkaçıdır. Moğollar, barbarlıklarının aksine sanatın büyük hamileri idiler. Reşidüddin’in Dünya Tarihi, Kelile ve Dimne ve Firdevsi’nin Şehname’si gibi bazı mühim kitap projelerini sipariş etmişlerdi. Minyatür resim sanatının Müslüman idareciler altında neşvünema bularak dünyada henüz eşi görülmemiş bir seviyeye taşındığını söylemeye ise gerek yok.
7. yüzyıldan itibaren İslam İspanya’dan Çin’e yayılmaya başladı. İslam toprakları sanat ve kültürün desteklenmesi için bol ve zengin kaynaklarla doluydu. Âlimler, sanatkârlar sanatsal çalışmalara destek olan yeni hamilerle çalışmak için uzak yerlerden akın ediyordu. Müslüman idareciler kitap projesi yapmaya ve kitap üreten merkezler ihdas etmeye ilgi duyuyorlardı. İlmi ve tarihi belgelemek ve muhafaza etmek amacıyla resimli elyazmaları üretsinler diye her etnik ve dinî kesimden sanatkâr görevlendiriliyordu. Destekçiler, genellikle idareciler, İslam hâkimiyetinin “Altın Çağ”ı boyunca sanat ve zanaati destekleme noktasında kararlı ve iştiyaklı idiler. Sosyo-politik ve kültürel ortam ve etkenler kitap resimleme sanatı olarak ortaya çıkan minyatür resmin oluşmasında önemli bir rol oynadı. İdarecilerin istikrarı ve istekliliği, toplumda, kitap yapım sanatının, etkin bir resim bileşeniyle büyümesinde benzeri görülmemiş bir ilerleme ve sürekliliğe sebebiyet veren çoğulculuğa önayak oldu. Minyatür resim bilgiyi eski çağlarda, tüm dünyaya iletmenin anahtarı oldu ve gelecek nesiller için tarihi kaydetmede de destansı bir rol oynadı.
Dünya tarihi, edebiyat, şiir ve matematik, fen, astronomi, astroloji, coğrafya ve kartografya, ev idaresi, sağlık, tıp ve cerrahi kitapları ile hükümdarların yaşamöyküleri ve vekayinameler metni görsel olarak izah etmek için güzel bir biçimde resimli elyazmalarına dönüştürüldü. Resimli kitap hazırlanırken güzellik boyutu üzerinde sıkı sıkıya durulmaktaydı. Sanatkârlar, kitap sanatında hakikat, güzellik ve iyiliği icra ederek İslami ve geleneksel sanatların temel unsurlarına bağlı kalıyorlardı.
Minyatür resim geleneksel toplumda geliştiğinden asla tümüyle dünyevi olmayan bir sanattır. Minyatür, hiç doğacılık iddiasında olmayan temsili bir sanat olarak gelişmiştir ve sanatkârlar bizzat bu dünyanın yalnızca geçici bir fenomen olduğunun ve doğanın güzel dışsal biçimlerinde sonsuz bir iç öz yattığının derin bilincine sahiptiler: biçim, renk ve ahenk sembolizmi yoluyla minyatür ressamının yakalamaya çalıştığı şey budur.
Titus Burckhardt, “Arts of Islam – Language and Meaning” adlı kitabında, hakiki İran minyatürünün İran’ın İlhanlılarca 1256’da fethedilmesine dek husule gelmediğini ve 16. yüzyılın ortalarından itibaren Safevilerin hâkimiyeti altında zeval bulduğunu yazar. Yine, Çin resmi ile (1256-1336, Moğollar hâkimiyetinde) ilk doğrudan, sonrasında da Timurlular (1387-1502) ve esasında Çin’le ilişkiler geliştirmiş olan Safeviler hâkimiyetindeki temasın minyatür sanatına yeni bir soluk kattığını söyler. Hakiki İran minyatürü ise “İslam toprağındaki tartışmasız mükemmel temsil sanatı” olan minyatür resmin en eski ve en saf ekolüdür. Osmanlı Türk ve Babür olmak üzere iki ana minyatür ekolüne önayak olan İran minyatürüdür.
Firdevsi’nin destanı 1010 gibi erken bir tarihte bitmiş olsa da 14. yüzyıla kadar gerçek İran minyatürünün bugüne dek ayakta kalmış örneği bulunmamaktadır. Burada genel anlamda “Arap resmi” ya da “Bağdat Ekolü” diye adlandırılan resimler olmasına rağmen minyatürden kastımızın ne olduğunu biraz daha açmak önemli: Örneğin Kelile ve Dimne varyasyonları (Nasrullah, Şiraz, 1333), Camiü’t-Tevarih (Reşidüddin, Tebriz, 1314) ve Şehname’nin “Demotte” gibi bazı erken varyasyonları. Burada bir olay veya bir hikâye ya da bir şiirin bir bölümünün tasviri olduğu için bu bir kitap sanatıdır; kitaplar hediye olarak uzun mesafelere taşındığı için de taşınabilir olmak zorundadır. Yüzyıllar içinde bu kural bir miktar esnemiş ve Victoria ve Albert Müzesi’nde pamuk kumaş üzerindeki Babürlü Ekolü Hamzaname (1582’de tamamlanmıştır) gibi bazı minyatürler oldukça büyük hâle gelmiştir.
Geçmişin büyük minyatür ressamları en muhteşem eserlerini, Rumi, Hafız, Nizami, Cami, Firdevsi ve Sa’di gibi tanınmış sufi şairlerden bazılarının yazdığı büyük sufi şiirlerinden sahneler tasvir ederek ürettiler. Bu ressamların en tanınmışlarından birisi de 1440 civarında Herat’ta (bugünkü Afganistan) doğan Behzad (Kemaleddin Behzad) idi. İranlı tarihçi Handemir (1475-1535/7) şöyle yazmıştır: “Onun mucizevi vasıflar bahşedilmiş parmakları, âdemoğulları arasındaki bütün sanatkârların resimlerini silip süpürmüştür. Onun fırçasının bir kılı, maharetiyle, cansız bedenlere can vermiştir.”
Minyatürcü, Hint-İran bölgesinde musavvir ve nakkaş olarak bilinir. Bu belli bir uzmanlığa işaret etmeyen resimleri anlatmak için kullanılan genel bir kavramdır. Çoğu ressam belli bir uzmanlığa sahip olsa da çoğunluk, tekniklerin pek çoğunu bilmekteydi. Bazen bir sanatkâra verilen isim ya da unvan (lakap) onun uzmanlığını göstermekteydi, mesela müzehhib ve cedvelkeş gibi.
İslam dünyasında, minyatürcülerin dâhil olduğu ve içinde çalıştığı daimi bir lonca ve atölye sistemi var olsa da bu sanatkârların kimliğinin etnik, toplumsal ya da coğrafi bir temeli olmadığı görülmektedir. İslam dünyasının minyatürcüleri farklı farklı altyapılardan gelmişlerdir; bazıları ressam ve kaligraf ailelerine mensupken diğerleri zengin ailelerdendiler. Pek çoğu mütevazı köklere sahip olup sonradan hanedan yahut da zengin bir hami/sponsor tarafından keşfedildikten sonra ancak meşhur olmuştur.
İslam dünyasında minyatür sanat ve zanaatinin hayatta kalmasını sağlayan şey bu hamilik sistemidir. Bir sanatkârın kariyeri, ancak bir hami tarafından fark edilip ona tabi kılındığında mümkün olabiliyordu. Hamiler bu sanatkârların eğitimine, bazen satın almaya güçlerinin yetmediği malzemeleri alarak, bazen de geçimlerini sağlayarak maddi olarak katkıda bulunuyordu.
Bir minyatür sanatçısının en yüksek emeli hükümdarlık ailesinin ya da atölyesinin bir parçası olmayı başarmaktı. Sanatkârın statüsü, bu durumda, yalnızca bir saray ressamı olmaktan daha fazlasıydı; sarayda resmî görevli statüsü elde edebiliyordu. Babür İmparatoru Ekber’in gözde sanatkârı Hace Abdüssamed’in durumu böyleydi; Hace Şiraz’dan Hindistan’a gelmiş ve kendisine Şirin Kalem payesi verilmişti. Onun rolü, minyatür resmin Babür Ekolünü kuran en önemli saray ressamlarından biri olmaktan daha büyük bir hâle gelmiş, kendisi resim atölyesinin ve özellikle de Hamzaname’nin 1400 tane resminin üretiminden sorumlu denetmeni olmuştu. Renkli kariyerinde sahip olduğu diğer vazifeler arasında Fatehpur-sikri’deki darphaneyi yönetmek ve Multan’ın yöneticiliğini yapmak mevcuttu.
Hanedana giren sanatkârlara yeterli bir geçim sağlansa da onlar saraylı hamilerinin mülkü hâline geliyordu. Bazıları, (Babür İmparatoru) Hümayun’un (Safevi imparatoru) Şah Tahmasp’a bin tümen teklif ettiği Mir Müsaver’in durumunda olduğu üzere mücevherler gibi prensler arasında takas ediliyordu. Dahası iş, sanatkârın özel yetenekleri değil, sarayın ihtiyaçları doğrultusunda veriliyordu. Sanatkârın kariyeri saraylı haminin zevkine ve isteğine göre ilerleyip sona eriyordu.
Daha bağımsız olan sanatkârlar da vardı fakat tarihî kaynaklar sarayla ve şehzadelerin atölyeleriyle ilgili olduğundan bu sanatkârlar hakkında çok az bilgi bulunmaktadır. Ancak, saraydaki atölyelerin ilk sıralardaki ressamların çoğunu topladığını varsayarmak yanlış olmaz. Bunu mevcut, bağımsız bir biçimde üretilen ve çoğunlukla da “taşra tarzı” diye adlandırılan resim ve elyazmalarının vasat niteliğinden anlıyoruz.
Resim ya da elyazmasının konusunu ya da temasını âdet olduğu üzere saraylı hami belirlemekteydi. İdarecinin bu etkisi minyatür resmin Safevi ekolünde açıkça görülmekteydi. Bu en çok sanatın büyük hamisi olan ve fakat aynı zamanda hanedanının titiz bir mukayyidi olan Şah Tahmasp’ın hükümranlığı sırasında üretilen resimlerde görülmektedir. Ismarladığı elyazmaları hediye olarak yabancı topraklara gönderilmiştir; bu aynı zamanda hükümdarlığının görkemini yansıtmaktadır. Resimler, hükümdarlığının zenginliğini tasvir etmek için yapılmış ve etkileyici mimari mekânlarla geometrik ve çiçek desenli İran halıları ile süs motiflerinin ihtişamlı ayrıntılarıyla bezenmiştir. Bu etki, minyatürün yalnızca İran okullarında değil, taşradaki Babür okulları ve bazı Osmanlı resim tarzında da görülmektedir.
Babür imparatoru Ekber, örneğin, tarih ve edebiyata ve karşılaştırmalı din çalışmalarına meraklıydı. Bu merak onun hükümranlığında ısmarlanan ve yapılan inanılmaz sayıda elyazmasına yansıtılmıştır. Bunlar arasında, Hindu destanı Mahabharata hikâyelerini içeren Rizmname, Hz. Peygamber’in amcası Hamza ile ilgili hikâyelerin olduğu Hamzaname, Firdevsi’nin Şehname’si ile Ebulfazl tarafından Ekber’in hayatının anlatıldığı vekayiname Ekbername bulunur. Ekber’in saltanatı esnasında işlenen diğer ana konular, temelde, Nizami’nin Hamsa’sı, Cami’nin Heft Peyker’i, Sa’di’nin Bostan ve Gülistan’ı gibi klasik İran şiiri ve edebiyatından türetilmekteydi. Bu sözlerin çoğu büyük savaşlar, saray yaşantısı ve tarihi olaylardan sahneler yansıttığından resimlerin biçimi mimari kompozisyonları, temsili sanat ve geniş peyzajları vurguluyordu. Minyatür resmin bu veçheleri Babür İmparatoru Ekber zamanında gelişti ve minyatür sanatının Babir ekolünün temelini oluşturdu. Önceden, stil ve teknik temelde İran okuluna dayanmaktaydı. Ekber’in merakı, böylece Hint-Paki altkıtasında, temelleri Mir Seyid Ali ve Hace Abdüssamed Şirazi tarafından atılmış olan yeni bir minyatür okulu ihdas etti.
Sanattan iyi anlayan, sanata yeteneği bulunan ve minyatür resmin tutkulu bir aşığı olan Babür İmparatoru Cihangir (17. yy.) devrinde resimler, sanatkârla uzun uzun tartışılıyordu. Bunun içinde konu, kompozisyon, ölçü, renkler, sınırlar, resme eşlik eden metin ve diğer önemli unsurlar ya da özellikler mevcuttu. Burada, bir haminin yapılan resmin stili ve vasfı üzerinde önemli bir etkisinin bulunduğunu belirtmek önemli. Standart ve genel stil, bu şekilde, diğer ressamların taklit etmesi için belirlenmiş oluyordu.
Bazı durumlarda, İmparator Cihangir ile Cihangir’in diğer bir gözde sanatkârı olan ressam devletin kendisine Nadirü’l-Asr (zamanının harikası) unvanını verdiği Üstad Mansur gibi usta sanatkârlar imparatora önerilerde bulunuyordu.
Tabiata derin bir aşk duyduğundan tabiat teması Cihangir’in zamanında baskındı. Onun döneminde üretilen elyazmaları hayvan, kuş ve çiçek motifleri kullanılarak yapılan güzel bordürlerle öne çıkmaktadır. Manzara betimlemeleri de yaygın hâle gelmiş ve bu dönemin önemli sanatkârlarından Üstad Mansur, Devlet ve Abdülhasan’ın eserlerinde görünür olmuştu. Hükümdarın kişisel merakının da resimlerin konusu üzerinde önemli bir etkisi vardı.
Osmanlılar da İslam dünyasındaki sanat, zanaat ve mimari üzerinde ciddi bir role sahiptiler. Vurgunun çoğu mimari, seramik ve çiniye yapılmakta ve resim yönü gözardı edilmektedir. Osmanlıların minyatür sanatı ile elyazması tasvir ve tenviri alanında da büyük katkısı olmuştur.
Osmanlı Sultanı İkinci Mehmed’in 15. yüzyıldaki hükümdarlığı esnasında Nakışhane adıyla bir atölye, sultan ve saray mensupları için tenvir ve tasvir edilmiş elyazmaları yaratmak için İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda kurulmuştur. Saraydaki bu atölye sanatkâr ve zanaatkarların en iyi şekilde eğitildiği bir akademi olmayı başarmıştır.
16. yüzyılın başları, büyük usta Behzad’ın Tebriz’e göçmesini kaçınılmaz kılacak olan Herat’taki meşhur saray atölyesinin kapanmasına tanıklık etti. 1514’te Osmanlı İmparatoru Yavuz Sultan Selim Tebriz’i fethederek elyazmalarını İstanbul’a geri getirdi ve Topkapı Sarayı’nda Nakışhane-yi İrani’yi kurdu.
Osmanlı tarihinde minyatür ve kitap sanatı çalışanlar için, bu iki saray nakışhanesinin iki farklı ekol ve minyatür stili üretmiş olmayı başarmaları oldukça ilgi çekici olacaktır. Nakışhane-yi Rum’daki sanatkârlar, Şehinşahname gibi halkı gösteren ve bir dereceye kadar hükümdarların ve hanedanın özel hayatını, kutlama ve şenliklerini, saray portrelerini ve tarihî olayları içeren imparatorun kişisel vekayinamesi ve incelemeleri üzerinde uzmanlaşmıştır.
Nakışhane-yi İrani’deki sanatkârlar ise meşhur Leyla ve Mecnun hikâyelerini, İskendername ya da hayvan fablleri ve antolojilerini içeren Şehname, Miracname, Hamse gibi geleneksel İran edebiyat ve şiir eserlerinde uzmanlaşmıştır. Burada aynı zamanda kuş ve hayvanlar, çiçek ve bitkiler, kimya, astroloji, kozmoloji ve tıp üzerine bilimsel eserler, teknik kılavuzlar, rüya tabirleri vb. kitaplar da mevcuttu.
Osmanlı resminin altın çağının 16. yüzyılın ikinci yarısı Muhteşem Süleyman (1520-1566) ile II. Selim (1566 – 1574) dönemleri olduğu düşünülmektedir. Osmanlı stili resmin oturmuş özellikleri bu dönemde ortaya çıkmıştır. Öne çıkan iki saray ressamı bulunmaktadır: Nakkaş Osman ve Nigari; her ikisi de kendi resim tarzlarını tematik resimler, figür ve portrede ustalaşarak oluşturmuşlardır. Klasik Osmanlı resim tarzı II. Selim (1566 – 1574) ile III. Murat (1574 – 1595) döneminde kurulmuştur. Dönemin tanınmış sanatkârları Nakkaş Osman, Ali Çelebi, Molla Kasım, Hasan Paşa ve Lütfi Abdullah’tır.
Osmanlı hükümranlığında en ünlü ressamlardan biri Matrakçı Nasuh’tur. Yavuz Sultan Selim ve Muhteşem Süleyman döneminde yaşamıştır. Nasuh minyatür resmi içinde farklı bir tür yaratmış ve kartografik resimlemeleriyle ünlü olmuştur. Herhangi bir figür çizmeden şehirler, limanlar ve kaleler yapmış, tek bir resimde farklı bakış açılarıyla pek çok perspektifi birleştirerek kendine has çizim ve işaretleme sistemleri kullanmıştır. Kompozisyonları biriciktir ve resimleri, çizdiği yerlerin geleceğe ait havadan görünüşlerine dönüştürür. İmgeleri ileriye dönüktür ve izleyiciyi yoğunlaştırır. Nasuh zamanının ötesindeydi ve değişik yükseklik ve açılardan belli geniş alanlara bakıyormuş gibi resim yapıyordu.
Minyatür sanatının güzelliği, onun icra edildiği İslam dünyasında canlanmış olmasıdır. İslam dünyasının sömürgeleştirilmesinden dolayı pek çok sanat ve zanaat sömürgeci güçler elinde acı çekmiş ve tümünde olmasa da geçerliliğini yitirmiştir. İran, Türkiye, Orta Asya ülkeleri, Hindistan ve Pakistan’da sanatkâr ve zanaatkârlar bu asırlardır süregelen geleneği devam ettirmeyi başarmıştır; pek çok sanatkâr şu anda bu sanat şeklini icra etmekte ve eserlerini tüm dünyada sergileyerek Batı‘da da onu popüler hâle getirmektedir.