ALTIN ÇAĞ VE OSMANLI MÛSİKİSİ

Kudsi Erguner

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Yüklenen manalar farklı da olsa, çoğu şehir, devlet, medeniyet ve güzel sanatın “altın çağ” olarak adlandırılabilecek bir dönemi olmuştur. İnsanlık tarihini dönemlere ayıran Hint ve Eski Yunan efsanelerine göre, altın çağ; ölümlü olmakla beraber, inanılan tanrılar gibi, her türlü üzüntü, eziyet, huzursuzluktan uzak, daima genç kalan, devamlı ziyafette yaşayan, ölümü bile huzurlu bir uyku olarak tadan insanların çağıdır. Yine aynı efsanelere göre, hırs, kibir, gurur, korku, huzursuzluk, güvensizliğin altın çağı sona erdirdiğine ve tüm kavramların birbirine karıştığı günümüzün demir çağını başlattığına inanılır.

    Kıymetli bir maden olan altınla kıyas edilen çağ, genelde maddi refah olarak anlaşılsa da, manevi değerlerin yüceldiği asır olarak da algılanmalıdır. Aslında maddi mefhumlarda aranan mutluluk tarif edilemez. Zira böyle bir mutluluk, istenileni elde etmek üzere başlayan bir eylemden başka bir şey değildir. Her arzu bir eksilikten doğar, bu eksiklik giderildiğinde yaşanan haz sadece yeni bir istek doğana kadar devam eder. Dolayısıyla her saadet yeni bir arzunun ve mutsuzluğun da tohumlarını eker.

    Devletlerin, imparatorlukların tarihine bakıldığında ise genelde madden başlayan altın çağların, aynı zamanda manevi çöküş dönemlerinin başlangıcı olduğunu da görebiliriz. Yükseliş devirlerinde yaşamış, cengâver olduğu kadar adil ve âlim hükümdarların mirasları, onların kibirli, zalim, cahil torunları tarafından yağma edilmişlerdir. Elde edilen zenginlikler toplumları azdırıp, kendi kendilerini yok etmeye mahkum ettirmiştir, söz gelimi Batı’daki Roma İmpartorluğu; Doğu’da ise Gazneli, Selçuklu, Mogol ve Timur’un İmparatorlukları tattıkları kısa bir yükseliş ve altın çağdan sonra uzun bir dekadans yaşamışlardır.

    Osmanlı Mûsikisi’nde ise bu eğilim tam aksi yönde gelişmiştir; yükseliş ve çöküş devirleri imparatorlukla doğru orantılı olarak yaşanmamış, çöküş devrinde elden giden huzurun yokluğu, manevi değerlerin hissedilen eksiklikleri, yeni bir hareket doğurarak, müzikte bir altın çağ başlangıcına zemin hazırlamıştır.

    Osmanlı Devleti’nin Altın Çağı
    Osmanlı Devleti’nin ilk padişahları, her türlü şatafat, rahat ve eğlenceden uzak yaşayıp, büyük bir imparatorluk kurarak, “altın çağ”ın temellerini atmışlardır. 1520 yılında vefat eden Sultan Yavuz Selim’in sekiz yıl süren padişahlığı sürecinde Osmanlı hazinesi en zengin dönemini yaşamış, “Bundan böyle her kim bir kuruş ilâve ederse onun mührü ile açılsın!” dedigi hazine, imparatorluğun sonuna kadar sadece Sultan I. Selim’in mührüyle açılmıştır.

    Kânûnî Sultan Süleymân’ın hükümdar olduğu Osmanlı’nın altın çağı ancak yarım asır sürebilmiş, yerine geçen oğlu Sultan II. Selim ile geriye gidiş başlamış, şatafat, eğlence ve safâya düşen mirasyedi Osmanlıların çöküşü tam dört asır sürmüştür. Lâkin bu çöküş dönemi, yukarıda da ifade ettiğim gibi, Osmanlı Mûsikisinde tam tersi bir biçimde altın çağa dogru yüceliş döneminin de başlan gıcı olmuştur.

    Osmanlı Mûsikisi
    Klasik anlamda doğu saray müziklerinin babası, 1435 yılında Herat’ta ölen Abdülkâdir Merâgî’dir. Kendi bulduğu, bugün terk edilmiş olan Kâr, Murabba ve Nakış formlarındaki eserleri Osmanlı Mûsikisi’nin de kaynağını teşkil ettiğinden hocaların hocası, yani hâce-i hâcegân olarak yâd edilir.

    Osmanlı Devleti’nin temellerinin atıldığı XIV. ve XV. yüzyıldan günümüze gelen Meragî’nin kârları ve yine aynı asırlara ait Mevlevi ayinleri tetkik edildiğinde, devrin müziklerindeki ihtişamın melodilerin arı, sâde ve özlü oluşundan kaynaklandığını hissederiz.

    Osmanlı Devleti’nin altın çağının padişahı olan Kanûnî önce içkiyi, sonra da içkiye vesile olduğu için mûsikiyi yasaklamıştı. Nişancı Mehmed Paşa Erbâbı çeng (yani müzisyenler) için, “…Her biri gâm köşesinde kaybolup gizlendiler kızgın ve kırgın olarak bir köşeye sindiler.” diyerek avâm mûsikisinin yasaklandığını yazmıştır. Neticede işret meclislerinde eğlenceye yönelik avâm mûsikisi unutulup gitmiş, sadece saray ve dergâhlarda dinlenilen havâs, yani Divân Mûsikisi’nin bazı eserleri günümüze kadar gelebilmiştir.

    Yine aynı sebepler ve mûsiki sanatının üzerindeki dinî tartışmalar nedeniyle, XV. yüzyılda tanık olduğumuz şiir, hat, mimari, çinicilik, tezhip ve minyatürdeki şahikaya, mûsikide ancak iki asır sonra varılır. Diğer güzel sanatlardaki bu yüceliş Osmanlı Mûsikisi’nin XVIII. ve XIX. yüzyıllarda, iki asır sürecek olan altın çağına da zemin hazırlamıştır.

    XVI. Yüzyıl Osmanlı Mûsikişinasları
    Saraydan çıkmadan, haremde eğlenceye dalmış olan II. Selim ve oğlu III. Murad’ın devirlerinde devlet Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa sayesinde ayakta kalabilmiştir. Mûsiki dâhil güzel sanatlara mana kazandıran, başta Kanûnî Sultan Süleyman’ın süt kardeşi Yahya Efendi, Zenbilli Ali Efendi, Sünbül Sinan, Merkez Efendi gibi devrin mutassavıf derviş ve evliyâlarının sözleri ile şiirleridir. Eserlerinin çoğu zamanımıza Maldovya Prensi Dimitri Kantemir’in yazdıgı risâle ve Polonya asıllı Ali Ufkî’nin mecmuası sayesinde gelebilen, o devrin bestekârları arasında Mahmud Çelebi, Kırım Hanı Gâzî Giray Han, Kemençevî Şah Kulu, Emir-i Hac, Hasan Can, Nefirî Behram Aga sayılabilir.

    Bu döneme damgasını vuran en önemli hadise ise III. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed’e hazırlattığı sünnet düğünüdür. Asya, Avrupa ve Afrika’nın tüm sultanlarına, krallarına elçilerle davetiyeler yollanmış, beylerbeyleri ve valilerin hepsi çağırılmış, düğün alanı olarak hazırlanan At Meydanı’nda elli iki gün boyunca davetlilere çeşitli ikramlar ve gösteriler sunulmuştu. Kendine ısmarladığı küçük bir köşkü bile çok şatafatlı bularak defterdarını israfla suçlayan Yavuz Sultan Selim ve öncesi padişahların sade, gösterişten uzak hayatlarıyla kıyaslandığında, maddi zenginliğin getirdiği altın çağın aynı zamanda çöküşü nasıl hazırladığını bu mübalağalı sünnet düğününden anlamak mümkündür.

    XVII. Yüzyıl Osmanlı Mûsikişinasları
    Venedik asıllı annesi Safiye Sultan’ın doyumsuz hırs ve rüşvet entrikalarına teslim olan III. Mehmed, XVII. yüzyılın ilk padişahıdır. Oğullarının çoğunu katlettiren III. Mehmed’in yerine oturan oğlu I. Ahmed, devleti kısa zamanda annesi Safiye’den de ihtiraslı, Rum asıllı karısı Kösem Sultan’a devretmişti. Valide Sultan olarak yıllarca devlete hâkim olan bu kadın gücünü kendi çocuklarının dahi katline göz yumarak korumuştu.

    I. Ahmed’in vefatının ardından uzun yıllar kafes arkasında yaşattığı, ölüm korkusundan aklını yitirdiği için tarihe “Deli Mustafa” olarak geçen kardeşi Sultan I. Mustafa, ihtilal sonucu genç yaşta katledilen yeğeni Genç Osman ile I. Ahmed’in diğer oğulları, gaddar IV. Murad, Deli İbrahim ile avdan başka bir şey düşünmeyen oğlu Avcı Mehmed sırasıyla tahta oturmuşlardı.

    İhtilal ve deli padişahların yarattığı bu kargaşaya daha sonra bir de Kadızâdeliler Hareketi olarak anılan bağnaz ve yobaz bir dinî hareket eklenmiştir. Bu hareketin liderleri Kadızade Mehmet Üstivânî Mehmet ve Vânî Mehmet Efendilerin mûsikiyi, tasavvufu, şiiri, edebiyatı, velhasıl tüm güzel sanatları haram saymaları, bütün dînî gelenekleri bid’at, yoldan çıkış olarak kabul etmeleri göz önüne alınıp, üstüne bu harekete taraftar olmak zorunda kalan padişah ve saray erkânı da ilave edildiginde, bu asırda güzel sanatların gelişmesine uygun bir ortam olamayacağı bârizdir.

    “Allah’ın bir rahmeti” olarak zuhur eden Aziz Mahmûd Hüdâî Hazretleri’nin varlığı yaşanan bu huzursuz yüzyılda bîçâre padişahların ve halkın sığınağı olmuştur.

    Kudümün rahmeti zevkü safâdır yâ Resulallah
    Zuhûrun derd-i uşşâka
    devâdır yâ Resulallah
    Hüdâî’ ye şefaat kıl eğber zâhir eğer bâtın
    Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Resulallah

    Şiiri ve bestesi kendisine ait olan çargâh makamındaki bu tevşih ile devrin mûsikişinasları arasında anabilecegimiz Hudâî’nin yanı sıra, Galata Mevlevihanesi’nin şeyhi, Mevlânâ’nın Mesnevisine yazdıgı muazzam şerhden dolayı Hazreti Şârih ünvanıyla anılan Ankarâvî İsmail Resûhi Dede, Pîr-i Sânî olarak anılan kâdirî şeyhi İsmail Rumî gibi büyük mutasavvıflar bu hârâbede açan çiçekler gibidirler.

    Bütün bu kötü şartlara rağmen Benli Hasan Aga, Ali Şirugânî, Hafız Post, Şeyhül İslam Esad Efendi, Seyyîd Nuh gibi bestekârlar muhteşem eserler vermişlerdir. Şeyhül İslam Esad Efendi’nin yazdığı Atrabul âsâr fi tezkiret-i Urefa-yi edvâr adlı eseri devrin mûsikişinaslarının biyografileri üzerine elimizdeki en önemli kaynaktır.

    Osmanlı Mûsikisinin Altın Çağı – XVIII. Yüzyıl
    XVIII. yüzyıl başında padişah olan Sultan III. Ahmed ile veziri Nevşehirli Damat İbrahim Paşa zamanında başlayıp, Patrona Halil İsyanı ile sona erdiğinden sadece on iki yıl süren Lâle Devri’ni mûsikimiz açısından altın çağın oluştuğu süreç olarak kabul edebiliriz.

    Altında mı üstünde midir ceneti âlâ
    Elhak bu ne hâlet bu ne hoş âb-u havâdır
    Her bagçesi bir çemenistânı letâfet
    Her kûşesi bir meclîsi pür feyzi safâdır

    Dizeleriyle dönemi tasvir eden şair Nedîm, bu meşhur şiirinde İstanbul’un bir taşını bütün Acem mülküne eş tutar. Yine aynı şair;

    Gülelim oynayalım kâm alalım dünyâdan
    Sözleriyle sanki savaş meydanlarındaki yenilgileri, çöken devletin çatırdılarını unutmayı, hiç olmazsa şu son demleri, zevk ve safâ ile yaşamayı önerir.

    I. Mahmud, III. Osman ve III. Mustafa ile devam eden XVIII. yüzyıl, her şeye rağmen bitip tükenmeyen devlet mirasının ehliyetsiz ellerde hebâ olmaya devamını sahneler. III. Mustafa sadrazamına mührü verirken aşağıdaki sözleri sarf edip, çaresizliğini ifade etmiştir:

    Yıkılıptur bu cihân sanma ki bizde düzele
    İşimiz kaldı hemân merhameti lemyezele.

    Kuzey Karadeniz ve Tuna kıyılarının kilit noktası olan, hatta o devirde İstanbul’un kapısı addedilen, Özi Kalesi’nin Rusların eline düştüğü haberini alınca üzüntüsünden vefat eden I. Abdulhamid’in yerine geçen Sultan III. Selim’in zerafeti, ruh inceliği, sanatkârlığı sayesinde Osmanlı şiiri ve mûsikisi doruk noktasına varmıştır.
    Sanki dertler, acılar sanatkârların hissiyatını coşturmuş, şiir ve mûsiki, vazgeçilen dünyadan mana âlemine açılan bir bahçe gibi, birbirinden güzel çiçeklerle donanmıştır. İstanbul’un beş mevlevihanesinde tarihin en önemli şeyhleri ve bestekârları ayinler, kârlar, murabbâlar bestelerken, Enderun müzisyenleri zevk sahibi sanatsever sultan ve devlet erkânına her gün yepyeni eserler sunmuştur.

    Diğer yandan Rum, Ermeni ve Yahudi bestekârlar gerek danî müziklerinde, gerekse Klasik Osmanlı Müziği’nde muhteşem eserler vermeye başlamışlardı. Zaharya Efendi, Petraki Lampadarios, Hamparsum Limoncuyan, Tanbûrî Isak Fresco Romano devrin büyük üstadları arasındaydılar.
    Mevlevihanelerde, Buhûrîzâde Mustafa Itrî, Kutbunnayi Nâyî Osman Dede, Seyyîd Ebûbekir Dede ile oğulları, Neyzen Abdulbâkî Nâsır Dede, Ali Nutkî Dede sanata, özellikle mûsikiye tarihin en derin ve zengin abidelerini işliyorlardı.

    Enderûn’da Abdul Halîm Aga, Küçük Mehmet Aga, Eyyubî Bekir Aga, Enfî Hasan Aga, İbrahim Aga, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Sultan I. Mahmud, Tanbûrî Mustafa Çavuş, Tab’î Mustafa Efendi, Vardakosta Ahmed Aga ve Şakir Aga’ların eserleri belki de şark mûsikisinin en muhteşem örneklerini veriyordu.

    Büyük bestekâr, şair, hattât, neyzen ve tanbûrî Sultan III. Selim, Isfâhânek-i Cedid, Hicâzeyn, Şevk-i Dîl, Arâzbar Bûselik, Hüseynî Zemzeme, Rast-ı Cedîd, Pesendîde, Nevâ Kürdî, Sûzidilârâ ve Şevkefza adıyla on yeni makam bulmuş ve bu makamlarda hepsi birbirinden güzel eserler bestelemişti. Kendisi de bir Mevlana ve Mevlevilik muhibbi olan Padişah, devrin Galata Mevlevihanesi Şeyhi Galib Dede’nin hayranı, mevlevihanenin dervişi ve müdavimiydi. Suzidilara makamında bestelediği Mevlevi ayini bu formun şaheserleri arasındadır.

    Altın çağın doruk noktasındaki en büyük hazine ise Hammamîzâde İsmail Dede Efendi’dir. Yenikapı Mevlevihanesi’nde şeyh Ali Nutki Dede’nin dervişi olmuş, Abdulbâkî Nâsır Dede’den ney meşk etmiş, aynı mevlevihanede çile doldurarak “Dede” unvanını almıştır. Mûsikimize “Dede Efendi müziği” dedirtecek kadar birbirinden güzel binlerce eser ile müzik severleri bugün dahi mest etmeye devam etmektedir. Sabâ, Nevâ, Bestenigâr, Sabâ Bûselîk, Hüzzâm, Isfahân ve Ferâhfezâ makamlarında bestledigi Mevlevi ayinleri birer şaheserdir.

    III. Selim’den sonra, kendisi de bestekâr olan Sultan II. Mahmud, Dede’ye büyük hürmet göstermiş, onu teşvik etmiştir. Ancak kendisi, Batılılaşma döneminde Sultan Abdulmecid’in ifrat derecede piano ve opera hayranlığından rahatsız olmuş “Buranın tadı kaçtı.” diyerek, talebeleri Dellalzâde İsmail ve Mutaf’zâde Ahmed Efendi’lerle gittiği hacda vefat etmiştir.

    Osmanlı Mûsikisi, İsmail Dede’yi darıltan Batıcılık yüzünden saray erkânı tarafından terk edilse de, özel meclislerde zevk sahibi insanların teşvikiyle bir müddet daha yaşamaya devam etmiştir. Bu dönemde, sanki frenkleşmiş saray ve fanatik Batı hayranlarına inat, İsmail Dede ve yetiştirdiği bestekâr talebelerinin hepsi ortaya muhteşem eserler çıkarmışlardır. Cumhuriyet’in radikal Batıcılık dönemi ile günümüzün köylü-kentli keşmekeşine rağmen, Osmanlı mûsikisinin altın çağının tozları, bugün dahi müzisyenlere ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.

    Eskiden Mevlevi dervişleri birbirlerinden ayrılırken “Allah derdini arttırsın!” diye dua ederlermiş. Bugün, dertlerin ve yaşanan zorlukların insanın kemâline vesile olduğuna inanılan medeniyetle, her istediğini hemen elde edebilmenin, maddi refahın, dertsiz, gamsız yaşamanın huzur ve mutluluk kaynağı olacağı zannedilen medeniyet çatışma hâlindeler. Globalleşen dünyada ve özellikle İslam âleminde görülen çöküş nedeniyle, kaybolan değerlerin, zevkin, manevi neşenin eksikliği gittikçe hissedilmekte ve bu boşluğu dolduracak yeni değerler aranmaktadır. Hazine üstüne oturup yokluktan şikâyet edenlerin bu mirasdan daha fazla istifade ederek yeni bir altın çağ başlatabilmelerini ümid ediyoruz.