Ahşap Türk Konut Mimarisi
Doğan Kuban
Türk toplumunun en zengin kültür mirası sivil mimarisi idi. Bugüne bunun çok küçük bir bölümü kalabilmiştir. Bu yok etmenin sözde yenileşme adına yapılması ve tarihi boyunca cahil kalmış toplumun kendi maddi çevresinin kalan mirasını yok etmesi kültür tarihimizin en büyük yıkıntısı olmuştur.
Bütün kültürler, ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar kendi konut geleneklerini yaratırlar. Bu gelenek zamanla başka geleneklerden biçimsel ve kültürel olarak ne kadar etkilense de sonunda kendine özgü bir konut tasarımı geliştirir. Ev her zaman toplum yaşamını yansıtan en önemli kültür ürünüdür.
Osmanlı çağının Türklerin işgal ettikleri geniş coğrafyada etkilendiği eski ve yerel konut gelenekleri vardır. Bunların içinde özellikle Mezopotamya ve Kuzey Suriye’nin Eyvanlı ve revaklı konut tasarımları, Anadolu’da Hitit dönemine kadar uzanan galerili ev geleneği, Osmanlı döneminde Türk göçerlerinin yerleşmeye başladığı 14. yüzyıldan sonra örnekleri kalmadığı için aşamalarını saptayamayacağız bir ev tipolojisine temel oluşturmuştur. Erken örnekleri 17. yüzyıldan geri gitmeyen Osmanlı dönemi konut mimarisinin karakteristik ve 17. yüzyıldan itibaren kendine özgü bir tipoloji geliştirmiştir. Gerçi bu gelişme yanında eski yerel gelenekler tasarımsal ve malzeme özellikleri ile yer yer yaşamaya da devam etmişlerdir. Suriye, Irak, Güney Doğu Anadolu ve Doğu Anadolu, Orta Anadolu ve Batı Anadolu son döneme kadar yerel geleneklerini sürdürmüşlerdir. Mardin evi, Diyarbakır evi, Urfa evi, Erzurum evi, Kapadokya evi, Bodrum evi gibi örneklerini hâlâ bildiğimiz Türk öncesi yapı gelenekleri Türk Hayatlı Evi dediğimiz sinkretik yapı tasarımı ile yan yana günümüze kadar yaşamıştır.
Osmanlı öncesi Bizans konut mimarisi verileri hemen hemen kalmamıştır. Anadolu’daki Bizans geleneği genelde taş malzemeye dayanır. Osmanlı döneminin yarattığı konut tipolojisi ise taş alt yapı üzerinde ahşap malzeme ile yapılan karmaşık bir sistemdir.
Osmanlı dönemi konutlarına karakter kazandıran evin temel üst yapısının ahşap olmasıdır. Bu tipolojinin ilk örnekleri olasılıkla batı ve kuzeybatı Anadolu’da gelişmiştir. 16. ve 17. yüzyıldan başlayarak, İstanbul’a geldiği de söylenebilir. Fakat tarihi saptanan örnekleri 18. yüzyıl başında, Kağıthane’de yapılan saraydır. İstanbul’a geldikten sonra uzanarak daha sonraki dönemlerin gelişen ve sonunda karmaşıklaşan kent evi tipolojilerini de üretmiştir.
Osmanlı kültüründe konut mimarisi büyük önem taşır, çünkü dünya mimari tarihi içinde Türk ahşap konutu kendine özgü bir niş, bir üslup yaratmıştır. Bunun başka örneği yoktur. Etkileri de Mısır’a ve Arabistan’a kadar uzanmıştır.
300 yıl izlediğimiz bir süre içinde gerek plan düzeni gerek mekânsal ve boyutsal özellikleriyle, dünyanın en güzel konut üsluplarından birini oluşturur. Bu Avrupa ya da Uzakdoğu gelenekleriyle, mimari ayrıntıları ve mükemmelliği açısından boy ölçüşemese bile, Türklerin yaşam koşulları içinde insani ve işlevsel olağanüstü bir mekânsal ortam yaratmıştır.
Osmanlı kültürünün dünya mimari tarihindeki statüsü Ayasofya ve Bizans geleneğinden gelen kubbeli mekânın taş malzeme ve tuğla kubbe ile anıtsal cami tasarımda gelişmesidir. Bu cami tasarımı Sinan’ın yaratıcı dehasının varyasyonları dışında, 19. yüzyıla kadar sürmüş ve Cumhuriyet döneminde de çok kötü bir taklit davranışı içinde 100.000 kadar cami ile hâlâ sürmektedir. Sadece 19. yüzyılda kesin bir Batı taklidine yönelmeleri bu ataleti bir yüzyıl ortadan kaldırmıştır.
Fakat dinî mimarinin yanında yaşam kültürü kökenleri Yakındoğu geleneklerine uzanan Anadolu kültürü yukarıda sözünü ettiğim uzun bir gelişme döneminde oluşan bir konut tipolojisi yaratmıştır. Anadolu’nun orman alanlarının ekonomik yapı malzemesi sağlaması bu konut mimarisinde ahşabın taş yerine geçmesine neden olmuştur.
Osmanlı dönemi mimari tarihinde büyük camileriyle ünlenmiştir. Bunda başkent İstanbul’un ve Sinan’ın dehasının yeri büyüktür. Osmanlı kültüründe dine verilen önem ve sosyal yaşamın sadeliği, aristokrasi ve burjuvazinin yokluğu, Avrupa ile karşılaştırıldığı zaman, ahşap konut mimarisi üzerinde yeterli bir ilgi uyanmasını engellemiştir. Kaldı ki ahşap yapının sınırlı ömrü ve bunun en gösterişli örneklerinin yapıldığı İstanbul’da sürekli yangınlar ve oldukça küçük ve yüksel olmayan konut boyutları bu mimari üzerinde özel bir ilgi gelişmesini engellemiştir.
Sultanların saraylarının 18. yüzyılda Avrupalı yazar ve gezginlerin gözlem ve resimlerine yansıyan zenginliği sadece sınırlı sayıda gravürde kalmıştır.
Günümüzde mimarlık tarihçilerinin çalışmaları bu zengin, insani boyutları ve tasarımı ile özgün ahşap konut mimarisinin giderek daha fazla tanınmasına yol açmaktadır.
Anadolu’da Hayatlı Evin Gelişimi
Bütün tarihi boyunca tarımsal yaşamın egemen olduğu Anadolu’da kent nüfusunun özellikle İç Anadolu’da hiçbir zaman beş-on bini aşmadığı yüzyıllarda yaygın konutun tipolojisi aşağı yukarı her bölgede aynıdır. Ev ve küçük bir avludan oluşan konut ünitesi, zemin katı genelde taş, üst katı ahşap bir strüktürdür. Taştan zemin katında, mutfak, ahırları ve depolar vardır. Üst kata serbest bir ahşap merdivenle çıkılır. Üst katlar bir veya birkaç cepheden payandalarla desteklenen çıkmalarla genişler. Bu evler genelde ahşap ve kiremit örtülü bir çatı ile örtülür. Üst katın temel özelliği taştan zemin kata göre değişik öğelerle yüzeyi büyüten ahşap çıkmalardır.
Evlere özellik kazandıran en önemli mimari öğe “Hayat” denilen açık galeridir. Üstü kapalı bu galeri revaklarla avluya bakar. Bu revaklı galeri avlu ile görsel olarak bütünleşen iki katlı bir yaşam alanı olarak evin asıl kullanıcısı olan kadının yaşamının geçtiği mekândır.
Zemin kattan başlayarak çatıya kadar yapı yüzeyi genişler. Üst kattaki yaşama bölümünün ana planı uzun yüzyıllar değişmeden devam etmiştir. Bu plan temelde Hayat’a açılan bir eyvan etrafında iki odadan oluşur. Bu plan tipolojisi İran’dan başlayan ve kuzey Suriye’de ve Dicle-Fırat (üst Mezopotamya) bölgesinde bugün de görülen taş konut geleneğinin karakteristik plan öğesi olan eyvanlı sofadır. Anadolu’daki bu konut geleneğinin taş duvarlı zemin katı, plan olarak, karakteristik bir tipolojiye sahip değildir. Fakat ahşap yaşama katı olan birinci kat hemen hemen hiç değişmeden yüzyıllar boyunca aynı kalmıştır. Hayatlara olasılıkla 18. yüzyıldan itibaren galeri üzerinde avluya bakan bir üçüncü oda eklendiği görülür.
Bu konutların odalarının en büyük özelliği çok amaçlı olmalarıdır. Oda günlük yaşamın bütün işlevlerine hizmet eden bir mekândır. Yatak, oturma, misafir, yemek odası olarak her işleve hizmet eder. Odalarda sabit yatak yoktur, çünkü Türkler yer yataklarında yatarlar. Gündüzleri şilteler, yastıklar ve örtüler yüklere kaldırılır. Bu odaların yatak odası olarak kullanılan bir tanesinde hamam olarak kullanılan bir gusülhane vardır. Gusülhane yük sırası içinde bir küçük bölümdür. Evin tuvaleti her zaman, tarımsal yaşamın bir tür göstergesi olarak, evin içinde değil, dışındadır. Bu odalar en basit tasarımlarda dışarıya açılan cepheler boyunca pencereler altına yerleştirilmiş ahşap sedirlerle donatılır. Genelde hayat ya da eyvan duvarında bir ocak vardır. Bunların gelişmiş örneklerinin çoğu İstanbul’dadır. Ocak, gusülhane ve yükler hayat duvarında olur, odanın girişi eyvanla hayat köşesinde yapılır. Odanın döşemesi seki altı ve seki üstü olarak ayrılır. Sedirler seki üstündedir. Hayattan odaya girildiği zaman ayakkabılar odanın dışında veya seki altında bırakılır. Kuşkusuz bu ideal öğelerin ve tasarımın varyasyonları vardır. Fakat bu tipoloji yaygındır. Hayata açılan eyvanın döşemesi de hayat’dan bir basamak daha yukarıda yapılır.
Hayat ya da sofa tarımsal yaşamın en vazgeçilmez öğesidir. Çünkü insanlar ömürlerini odada değil, açık alanlarda geçirirler ve işlerinin birçoğunu da Hayat’da yaparlar. Başka bir değişle Hayat (Arapça avlu anlamına gelir) gerçekten eski Anadolu hayatının (yaşam) odağıdır. Anadolu insanın yaşamının mekânsal simgesidir.
Kırsal Yapıdan Kentsel Yapıya
Kentlerin büyümesi çok yavaş olmuştur. Anadolu’nun küçük kent ve kasabalarında konut tipolojisinde önemli değişiklikler olmamıştır. Kaldı ki büyük çoğunluğu köylerde yaşayan insanların konutları zaten kentlerde geliştiğini gördüğümüz ev tipolojisinin aynısı değildir. Köy konutları genelde kerpiç ve büyücektir ve büyük oranda da taş ve tek katlıdır. Boyutsal olarak da büyük değildir. Genelde ahşap çatı da karakteristik değildir. Çatı düz ve kilden, her yıl yenilenen bir örtüdür. Küçük kentlerde ve ormanlık bölgelerde konut yüksekliği ikiyi geçmez ve kiremit çatı uygulaması da batıdaki bölgeler dışında, yaygın değildir.
Sıradan bir ahşap yapının ortalama ömrü yüzyılı geçmediği için 17. yüzyıldan bu yana gelişmenin kronojik bir panoramasını yapmak olanağı pek yoktur. Türkiye’de 20. yüzyıl başında kentsel dokuda, gelişimini izleyebileceğimiz bir süreklilik de olmamıştır. Kuzeybatı Anadolu, Marmara bölgesi, batı Anadolu’nun incelenen yapıları içinde 19. yüzyıldan geriye giden bir örnek çok az bilinmektedir. Bunların Cumhuriyet döneminde yazılan mimari tarihlerine girmiş örnekleri sayılıdır. Sivil mimarinin en karakteristik örnekleri Bursa, Kocaeli bölgesi ve İstanbul’dadır. Kentsel alanda ahşap konut mimarisinin gelişmesinin en karakteristik örneklerini İstanbul’da bulabilirdik. Günümüzde bu olanak yok olmuştur. Çok karakteristik ve en iyi korunmuş kent olarak Safranbolu ve Sinop, Kastamonu, Amasya, Tokat, Ankara kentleri ve bazı küçük kasabalar ahşap mimarinin toplu olarak karakterini koruduğu yerlerdir. Bunun yanında batı Anadolu’nun deniz kenarında olmayan illeri, Kula, Birgi ve Milas gibi kasabalar ile tanınmış örnekleri içeren kentlerdir.
İstanbul’da Hayatlı Ev tarımsal ortamdan uzaklaşıldığı için Hayat’ın, yani dış galerinin bir iç sofaya dönüşmesiyle kapalı bir kent evi olur. Bu sofalı ev tipolojisi genelde sofa kenarının dört köşesinin odalar tarafından işgal edilmesi ve sofanın odalar arasında eyvanlarla dışa açılması şeklinde gelişmiştir. Bu, 19. yüzyılda kent içindeki küçük parselli ve dar sokaktaki evlerin çekirdek planı ve daha büyük yalı ya da köşk türünden konutların karnıyarık denilen karakteristik planlı ve yaygın örneğidir. Kuşkusuz özellikle kent içinde bu simetrik planlamanın çok çeşitli varyasyonları vardır. Fakat genel olarak odalarla ve helalarla çevrili orta sofanın bir kenarı dışarıya açılır.
Bu tipolojinin tanınmış örnekleri Bursa’da 2. Murat Evi denilen, fakat daha geç döneme ait ev. Kula ve Milas evleri, İstanbul’da örneği pek kalmamış kent içi evleridir. Bu geleneği en iyi temsil eden yapı Birgi’deki Çakırağa Konağıdır. Bu yapı zengin bir Anadolu ahşap konutunun mekânsal kompozisyonu ve onun dış şekillenmesi açısından en önemli tarihî örneklerden biridir.
Anadolu’da ahşap konut mimarisinin kent ölçeğinde korunabildiği tek kent olan Safranbolu kendine özgü bir konut üslubu yaratmıştır. Genelde 19. ve 20. yüzyıl başlarından kalan İstanbul konutlarının daha çok konak ve yalı boyutunda kendilerine özgü bir yerel üslubu vardır. Bunlar özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından kalan ve Avrupa mimari üsluplarının etkilerini gösteren yapılardır.
Türk ahşap konut mimarisinin tasarım olarak ulaştığı en önemli aşaması ise merkezi planlı, haç planlı mekândır. Bu geometrik ve simgesel plan türünün gelişmesi daha çok saray yapılarının 17. yüzyıldan sonraki gelişmelerinde ve toplumun üst düzeylerindeki idari kadronun ve sultanların büyük yalı ve konaklarında selamlıklarda kullanılan divanhanelerinde görülür. İstanbul’da bunun erken örnekleri Topkapı Sarayı’ndaki Bağdat Köşkü, Revan Köşkü; Anadolu Hisarı’nda Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın divanhanesi, Emirgan Kasrı ve yıkılmış olan Bebek Kasrı gibi yapılardır. Daha geç dönemde devlet ricalinin yalıları içinde Çengelköy’de Sadullah Paşa Yalısı gibi konutlar da bu gelişmenin tanınmış örnekleridir.
Bunların içinde çoğunun tasarımları çağdaş mimarinin en gelişmiş mekân tasarımlarıyla boyun ölçüşecek kadar yalın geometrik ve bol ışıklıdır. Özellikle Anadolu Hisarı’ndaki Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın divanhanesi, bugün içinde bulunduğu harap duruma karşın Osmanlı sivil mimarisinin en görkemli ve evrensel nitelikte örneklerinden biridir.
Saray ve Kasırlar
Osmanlı’da saray sözcüğü genelde sultanların oturduğu konutlara verilir. İlk devlet merkezleri olan Bursa ve Edirne’de bu sarayların restorasyonunu yapacak bilgi yoktur. Edirne Sarayı’nda birbirlerinden bağımsız kule köşk ya da mutfak gibi birkaç elemanın kalıntısı vardır, elimizdeki tek örnek Topkapı Sarayı’dır. Burada da Saray’ın tümüne egemen olan bir geometrik konsept yoktur. Saray küçük bir kent olarak Fatih zamanında eski Byzantium üzerinde surlar içinde tasarlanmış değişik işlemli 3 avlu etrafında, çeşitli dönemlerde yapılan birbiriyle üslupsal ilişkisi olmayan pavyonlardan oluşmuştur. Tek köşklerin çoğunun ilginç tasarımlar vardır. Genelde konut mimarisinden esinlenir, fakat daha anıtsal boyutlara ulaşırlar. Bununla birlikte zenginlikleri ötesinde yaratıcı bir mimarinin belgeleri değildir. Daha sonraki dönemlerde inşa edilen (18. ve 19. yy’da) birkaç kasrı ve sahil sarayını Avrupalı ressamların yapıtlarından tanıyoruz. Bunlar arasında rökonstrüksiyonları yapılabilenler arasında Beşiktaş Sarayı, Hatice Sultan Sarayı, Aynalıkavak Sarayı, Beyhansultan Sarayı gibi yapılar sayılabilir. Topkapı Sarayı’nda, Barok üslupta yapılan III. Osman Köşkü bugüne ulaşılabilen yapılardan biridir
Osmanlı kültürünün ve yakın doğunun en zengin sivil mimari koleksiyonunu içeren bu gelenek çeşitli araştırmalarla belgelenmiş ve bir ölçüde tarihi yazılmış olsa bile dünya mimarlık tarihinde estetik nitelikleriyle henüz yeterince tanınmamıştır. Bundan sonraki aşamada Osmanlı çağı sivil mimarisinin yöresel niteliklerini de vurgulayarak bir yeni değerlendirmesinin yapılması hem Türk sanat tarihçileri hem de dünya sanat tarihi bağlamında önemli bir çalışma alanı olarak yeni çabalar gerektirmektedir.
1930’lu ve 40’lı yıllarda, Güzel Sanatlar Akademisi çevresinde ve Sedat Hakkı Eldem’in öncülük ettiği tarihî konut mimarisinden esinlenerek çağdaş konut tasarlamak eğilimi moda olmuştu. Bunların en ünlü örnekleri Sedat Hakkı Eldem’in yaptığı birkaç İstanbul evidir. Temelde bu tarihten esinlenen modern Türk evi bazı plan motiflerin varlığına karşın saçak, revak ve çıkma gibi birkaç harcıâlem motifin kullanılmasıyla sağlanmaya çalışılan bir sinkretizmdir. Cam malzemenin kullanılmasından önce bir süre devlet yapılarında ve mimarlık öğretiminde etkili olmuştur. Fakat mimari geleneği zengin olan Japonya, Hindistan gibi ülkelerde görüldüğü gibi, modern yaşamın bütün boyutlarıyla değişmesi ve yeni malzeme teknolojinin geçmişe göre tümüyle karakter değiştirmesi nedeni ile uzun ömürlü ve yaygın olamamıştır. Türkiye’de geleneksel mimarinin en çok iki ya da üç katlı ahşap malzemeye dayalı ve genelde insan ölçeğinde kalan üslubuyla, çağdaş yapıların ilişkisi devam edemezdi. Betonarme ve cam kullanılışı, çok katlı yoğun yapı eğilimin artmasıyla da çelişiyordu.
Bugün özellikle Asya ülkelerinde gelenekten etkilenen mimari tasarımlar çok nadirdir. Türkiye’de bu yolda eski akademi geleneğini canlandırmaya çalışan güncel denemeler vardır. Onlar da çok azdır. Kaldı ki geçmişten esinlenmek dünyanın bugünkü sayısal ve ekonomik boyutlarıyla ve kentlileşmesiyle uyuşması olanaksız bir istektir. Ancak eskinin gerçek bir kopyası ya da çok duyarlı estetik yorumlara dayalı yeni yaratmalar olabilir. Fakat Türkiye’de bunu sağlayacak kuramsal estetik birikim yoktur.