Rönesans Hümanizmi Ve Modern Beşerî Bilimler
Jerry Brotton
Günümüzde, bir terörist saldırısının ya da fundemantalist eylemlerin “ortaçağvari” olarak tanımlanmasının nedeni, Ortaçağ ve Rönesans periyotlarının arasındaki müphem tarihsel farklılıklara dayanmaktadır. Bunun arka planındaki düşünce; ortaçağ skolastisizminin dogmatik, dar görüşlü ve dinî taassup tarafından tanımlanmış olduğu iddiası iken, Rönesans ve dönemin hümanist düşünürlerinin daha aydınlanmacı, gelişime açık ve müsamahakâr olduğudur. Rönesans, Montaigne, Erasmus, Machiavelli, Petrarch ve hatta Leonardo ile Shakespeare gibi düşünürler ve aydınlar ile bilinmektedir. Bu düşünürleri birleştiren ve ortaçağ seleflerinden farklı kılan unsur hümanizmdir; hümanizm, bu adamların din, siyaset ve hümanite üzerinde düşünüş biçimlerinin yer aldığı, olabildiğince karmaşık ve tanımlanması zor olan bilgi ve felsefe akımıdır ki, bu akımın etkileri bugün de sürmektedir: üniversitelerde beşerî ilimler tahsili görenler bir dereceye kadar 15. ve 16.yy hümanizmi ile ilintilidir. Bizler de bu nedenle, günümüzde dahi hümanizmi, müsamahakâr, insani ve kozmopolit düşüncenin nihai belirleyicisi olarak görüyoruz.
“Renaissance” sözcüğü Fransızca “yeniden doğuş” anlamına gelen bir sözcükten türemiş olup, genellikle, İtalyan aydınların 14.yy’ın sonlarında, Eflatun, Aristotelse, Cicero ve Livy gibi Yunan ve Romalı düşünürleri yeniden keşfetmelerine ve onların fikirlerini modern topluma uygulama çabalarının yeniden canlanmasıyla başlayan sürece işaret etmektedir. Bu, tüm bir neslin entelektüellerinin Studia hümanitatis adı verilen dilbilgisi, retorik, şiir, tarih ve ahlak felsefesinden oluşan yeni bir çalışma, öğretme ve öğrenme metodu geliştirdikleri bir dönemdi.
Bu aydınlar kendilerini “umanista” ya da “hümanistler” olarak tanımlıyorlardı. İçinde yaşadıkları çağı anlamak ve dönüştürebilmek için tarihî metinleri anlamaya, tercüme etmeye, neşretmeye ve okutmaya başladılar. Zamanla, Rönesans hümanizmi, içinde doğduğu ortaçağ skolastik geleneğinin yerini almaya başladı. Bu, günlük siyaset, ticaret ve din alanlarında becerilerini kullanabilen başarılı, kültürlü ve medeni bireyin yaratılmasında çok önemli bir yere sahip olan klasik eserlerin yeniden incelenmesini teşvik etmiştir.
Hümanizmin başarısı, taraftarlarına sunduğu şu iki şeyle açıklanabilir: İlki, klasik eserler üzerinde uzmanlaşmak, kişinin kendisini toplumsal alanda karşılaştığı manevi ve ahlaki sorunlar üzerine kafa yorabilecek ve daha iyi, daha “insani” bir birey hâline getireceği inancını pekiştirmiştir. İkincisi, hümanizm, klasik metinlerin incelenmesinin, 15. yy Avrupası boyunca ortaya çıkmaya başlamış bürokratik yönetim tabakaları arasında birer büyükelçi, avukat, papaz ya da sekreter olabilmek için gerekli olan becerileri kazandırdığına talebelerini ve işverenlerini ikna etmiştir. Tercüme, mektup yazma ve hitabet becerileri, elit sınıfın arasına girmek isteyenler için oldukça cazip bir eğitim alanı olarak görülmekteydi.
Bu, klasik kültüre ait kitapları kurtaran ve bu kitaplardaki bilgeliği benimseyerek medeni bir toplum yaratan hümanizm tablosuna çıkacak uzun bir yola işaret etmektedir. Rönesans hümanizmi, özellikle yönetim alanında insanların meslekî ilerlemelerine yardımcı olacak bir çerçeve sunmayı amaç edinmiştir. Modern beşerî ilimler eğitimi de bu aynı model üzerine inşa edilmiştir. Aynı menfaatleri vaad etmek, aynı problemleri de beraberinde getirmektedir. Modern sosyal bilimler şu varsayıma dayanmaktadır: Meslekî amaç gütmeden liberal sanatlarla ilgilenmek, kişiyi daha medeni yapar ve aynı zamanda iş alanında başarılı olabilmek için gerekli olan lisani ve hitabi becerileri kişiye kazandırır. Ne var ki, bu varsayımda kimi problem ve çatışmalar da söz konusudur; bu problemlerin kökeni Rönesans hümanizmine dayanmaktadır.
Rönesans hümanizminin hikâyesi 14. yy İtalyan yazar ve aydını Petrarch ile başladı. Kendisi, çoğunlukla unutulmuş ve ihmal edilmiş Romalı yazarlardan özellikle Cicero, Livy ve Virgil’in eserlerinin retorik ve stilistik vasıflarıyla ilgilendi ve Livy’nin History of Rome (Roma Tarihi) eseri gibi, eserleri bir araya getirip didik didik incelemiş, farklı el yazma parçalarını sıraya koyarak birleştirmiş, dildeki bozulmaları düzeltmiş ve Latince’nin linguistik açıdan daha akıcı ve retorik bakımından daha ikna edici formuyla yazarak onun biçimini taklit etmiştir.
Petrarch aynı zamanda klasik metinlere ulaşabilmek için kütüphaneleri ve manastırları didik didik aramış ve Roma devlet adamı ve hatip Cicero’nun, “de studiis hümanitatis”in erdemlerini tartıştığı konuşması Oration for Archias (Pro Archia)’i 1333’te gün ışığına çıkarmıştır. Petrarch, bahsi edilen bu konuşmayı “şairlere yönelik mükemmel iltifatlarla dolu” diye tanımlamıştır. Cicero hümanizmin ilerlemesi açısından büyük önem taşımaktaydı. Bunun nedeni, Cicero’nun kültürlü bireyin yaşamın felsefî yanını daha aktif ve halk boyutu ile birleştirdiğine dair yeni bir düşünce biçimi sunmuş olmasıdır. Ünlü eseri On the Orator’da (Hatip üzerine, De Oratöre) Cicero, retorik ve belagat ile felsefeyi karşılaştırarak bu problemi ele almıştır. Cicero’ya göre, “hitabet sanatı zahirîdir ve kısmen de olsa insanoğlunun genel uygulamaları, gelenekleri ve konuşma sanatları” ile ilintilidir. Diğer yandan felsefe ise, “kamu yararı”ndan daha çok kişisel tasavvur içerir; dahası, “herhangi bir iş ve meslek alanından” sıyrılmıştır.
Hem yaşam şekilleri hem de elde etmek için uğraştıkları birbirine zıt amaçlara bakıldığında inanıyorum ki filozoflar hatiplerden her zaman farklı düşünmüşlerdir. Hatiplerin gayretleri, kalabalığın övgüsünü almaya yönelik iken, filozoflar kendilerini bilmek, ruhu kendine döndürmek ve içi boş ihtişamdan nefret etmeye çabalar. Bu, Petrarch hümanizminin kullanma kılavuzuydu: ferdî hakikate yapılan felsefi yolculuk ile retorik ve ikna sanatını kullanmak suretiyle toplumda etkin şekilde işleyebilme kabiliyetini birleştirme çalışması.
Bu, erken dönem hümanistlerine, skolastik seleflerinden fazla önem ve prestij atfetmenin geçerli bir bahanesi idi. Orta çağ skolastisizmi, öğrencilerine Latince, mektup yazma ve felsefe alanlarında ders vermiştir, ne var ki, öğretmen ve düşünürlerinin ise bağlı olarak çalıştıkları otoritenin (genellikle Kilise) hizmetkârı oldukları kabul ediliyordu. Cicero’nun yapmış olduğu uygar hümanist tanımındaki insanlık üzerine felsefe üretebilen, bir yandan da halka hitabet ve ikna sanatlarında elitleri eğitebilen hümanist, hümanizm ve uygulayıcıları, fikirlerini toplumsal ve siyasi kurumlara “satma“ fırsatını vermiştir. Hümanizm hiçbir zaman alenen siyasi bir hareket hâline gelmemişse de, kimi hümanizm uygulayıcıları bu fikirlerin siyasi ideolojiler olarak nerede faydalı olacaksa kullanılmasından memnundular. Hümanistler kendilerini hatip ve söz üstadları olarak tanımlamışlardır; siyasetten çok biçem, felsefeden çok filoloji ile ilgilenmişlerdir. Hümanizmin başarısı; ister cumhuriyetçi isterse de monarşist olsun paraya hükmeden potansiyel siyasileri hümanizmin nimetleri konusunda hitabet, güzel konuşma ve diyalektik alanlarındaki kabiliyetlerinden yararlanmak suretiyle ikna etmesinde yatar.
Bununla birlikte, hümanizmin etkisi Hristiyan Batı Avrupası’yla sınırlı kalmadı. 15. yy hümanistleri Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişme dönemiyle ilgilenmişlerdi. (Yanlış bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun Truva İmparatorluğu’nun devamı olduğu sanılıyordu.) Bu hümanistlerden bir kısmı 1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in divanına hizmetlerini sunmaya karar verdiler. Fatih, şehre nihai saldırı hazırlığında iken, İtalyan hümanist Anconalı Cyriac, bu kozmopolit sultana Herodot ve Livy’nin eserlerini okumuştur. Bununla birlikte, Fatih Sultan Mehmet aralarında Yunan coğrafyacı Ptolemy’nin (Batlamyus) de bulunduğu klasik yazarların yeniden incelenmesini emretti. Fatih’in kütüphanesinde bulunan Homer’in eseri İlyada’ın yanı sıra Yunanca, İbranice ve Arapça kitaplar da bulunmaktaydı. Ünlü Yunan hümanist Trebizondlu (Trabzonlu) Georg, Fatih Sultan Mehmet’ten öyle etkilenmiştir ki, 1465 yılında Fatih’in divanına ulaşmış ve Eflatun, Aristoteles ve Ptolemy (Batlamyus) konulu kitapları Sultan’a ithaf etmiştir. Kendisi Sultan için aynı zamanda, “Tanrı dünyanın tek hâkimi olma imkânını hiç kimseye böylesine bahşetmemiştir ve bahşetmeyecektir.” demiştir. Hem Leonardo hem de Michalengelo Osmanlı başkentindeki büyük şehir projelerinde çalışma fikrine sıcak bakmışlardır. Bunun nedeni ise gayet basittir: İtalya’daki şehir projelerinin Osmanlı başketindekiler yanında çok küçük kalması ve Osmanlı sultanlarının bu büyük projelerde çalışma şansı sunmasıydı. Kanunî Sultan Süleyman’a, ordu komutasındaki yiğitliği, sanat eserlerine hamilik yapması, Venedikli kuyumculara gösterişli tören tolgaları (başlıklar, miğferler) yaptırması ve 1530’larda başkente Hollandalı ve İtalyan sanatçı ve aydınları çağırması nedeniyle Hristiyan Hümanistler tarafından “Muhteşem” lakabı verilmiştir. Dinî ideolojiye bakılmaksızın, bu kültürel etkileşim, hümanizmin pragmatik kozmopolitliği ile güç ve nüfuzu elinde bulunduranlarla birlikte çalışma kabiliyetine işaret etmektedir.
Hristiyanlık ve İslam arasındaki sınırları aşan Hümanizm kuzeye doğru ilerlemiş, Alpler’i geçerek, kuzey Avrupa köy ve şehirlerinde farklı ses ve ifade biçimlerine dönüşmüştür. En ünlü kuzey Avrupalı hümanist Rotterdamlı Desiderius Erasmus’tur (1466-1536), kendisi Erken dönem hümanistlerinin Hristiyanlık’tan çok klasik pagan yazarları inceledikleri iddialarına cevap verircesine arkalı önlü Yunanca ve Latince Yeni Ahit baskısıyla sonuçlanan incil tercümesi ve şerh yazımı kariyerine başlamıştır (1516). Eseri “The Ciceronian”da (1528) Erasmus, benimsemiş olduğu kuzey Avrupa hümanizmine “barbarca” diyen İtalyan hümanistlere karşılık vermiştir. Cicero hümanistlerinin Latin retoriğinin sadeliğini hicvetmiştir.
Erasmus, klasik ahlak eğitimini philosophia Christia –ferdî inanca dayalı, İsa Peygamber’e yoğunlaşan felsefe— ile birleştirmeye çalışmıştır. Erasmus klasiklerin tercümeleri ve üzerine yazdığı şerhleri, Latince atasöz ve deyişleri, dil ve eğitim üzerinde ilmi eserleri, Osmanlılar’ın Avrupa politika ve kültüründeki yeri konusundaki düşünceleri, bununla birlikte arkadaşlarına, aydınlara ve Avrupa liderlerine yazdığı sayısız mektuplarıyla arkasında çok zengin bir irfan bırakmıştır. Erasmus, entelektüel bir topluluk ve eğitim metodu oluşturmaya çalışmıştır; bu çabalarının merkezinde yazım ve belagat konulu pek çok kitap bulunmaktadır. 1512’de Latince’deki en akıcı ve kibar ifadelerin yer aldığı, en etkili eserlerinden biri olan De Copia’yı yayımladı. Eser, ününü “Yaşadığım sürece, senin hatıranı koruyacağım.” ifadesinin verdiği duyguyu iki yüz farklı şekilde yazıya dökmesiyle ünlüdür. John Colet’e ithaf ettiği eserde Erasmus, “Okulunuzun ekipmanına küçük bir edebi katkıda bulunmak” istediğini belirtmiş ve bunun için, “Bu iki De Copia şerhi hem de eserin kendisi erkek öğrencilerin okumasına uygundur.” demiştir.
Erasmus, hümanizmin siyasi otoriteye ihtiyaç duymasını hoş karşılıyordu. 1516’da eseri Hristiyan bir Prensin Talimi’ni oluşturdu ve gelecekte İmparator V. Charles olarak adlandırılan zamanın Hapsburg prensine ithaf etti. Bu kitapçık, genç prensin “özgür ve istekli tebanın üzerinde mutlak hâkimiyet”in nasıl sağlanacağını ve felsefe ve belagat üstadlarından talim ve tavsiye alınması gerektiğini anlatan bir tavsiye kitabıydı. Diğer bir deyişle, Erasmus, genç prensin şahsi danışmanı ve halkla ilişkiler gurusu olarak hizmetini sunmaktaydı. Her ne kadar Charles, el kitabını kabul etmiş olsa da, Erasmus için ortada resmî bir iş pozisyonu mevcut değildi.
Buna cevaben, Erasmus Hristiyan bir Prensin Talimi’nin başka bir nüshasını Charles’ın siyasi rakibi Kral VIII. Henry’e gönderdi. 1517 yılında Henry’ye yapmış olduğu ithafta, “kitap okumaya vakit ayırmasının Henry’yi “daha iyi bir insan ve kral” kıldığını söyleyerek övüyordu. Erasmus, hümanizm arayışının krallığını yönetmenin en iyi yol olduğu konusunda Henry’yi ikna etmeye çalıştı. Hümanizmin kendisini daha iyi bir insan kılacağını ve siyasi amaçlarını gerçekleştirebilmesi için muhtaç olduğu becerileri kendisine hümanizmin sağlayacağını nasihat ediyordu. Erasmus için aynı eseri hem V. Charles hem de VIII. Henry’ye ithaf edip göndermekte bir sakınca yoktu. Her iki kralın, Erasmuş ve meslektaş hümanistlerinin belagat becerilerinden istifade ederek hangi siyasi argümanı isterlerse oluşturabileceklerini göstermek istiyordu.
Erasmus’un nesli, siyasi kuram ve hümanizm tarihinde en etkili iki esere şahitlik etmiştir: Niccolò Machiavelli’nin Prens’i (1513) ve Thomas More’un Ütopya’sı (1516). Bu iki eserin etkisi hâlen hissedilmektedir; özellikle siyasi gücü muhafaza etme ve ideal toplumları inşa etme konularında birer klasik olarak sayısız kez okunmuştur. Bunun yanı sıra, her iki eser de, müelleflerinin hümanizm ve politika arasındaki ilişkiyle ilgili tecrübelerine dayanılarak yazılmış, nevi şahsına münhasır kitaplardır.
Machiavelli, kitabını 1512 yılında Floransa Cumhuriyeti’nin çöküşünün ve Medici ailesinin yönetime gelmesinin ardından yazmıştır. 14 yıl boyunca Cumhuriyet’e hizmet etmiş olan Machiavelli, Medici ailesinin başa geçmesiyle birlikte görevinden kovulmuş ve aile tarafından kısa bir süre hapse atılmıştır. Prens’i yazma amacı, siyasi tecrübelerini kaleme almak ve “prenslik yönetimini tartışmak ve bazı kuralları ortaya koymak” idi. Yöneticilerin gücü ne şekilde ele geçireceği ve muhafaza edeceğini anlatan rahatsız edici tasvirlere yer verdi. Machiavelli’nin hümanizm eğitimi ve doğrudan siyasi tecrübeleri, klasik dönem yazarları ve çağdaş siyasi olayları incelediği şu meşhur sözlerine zemin hazırlamıştır. “Gücünü muhafaza etmek isteyen hükümdar ahlaka aykırı şekilde hareket etmeye hazır olmalıdır.”; “aldatıcı ve gerektiğinde bölücü” olmalıdır; “siyasi gücü kaybetmemek adına haince, zalimce ve insafsızca davranmaya, dinin öğretilerini göz ardı etmeye” hazır olmalıdır.
Machiavelli’nin eseri, siyasi istihdam fırsatını doğurdu. Prens, Floransa’nın yeni hükümdarı Giuliano de’ Medici’ye ithaf edilmiştir. Yazdığı mektuplarda Marchiavelli şu itirafta bulunur: “Bu Medici hükümdarların benden istifade etmelerini arzu ediyorum.” Neşrettiği Prens’le Machiavelli, Medici ailesine mutlak siyasi gücü nasıl elde tutacaklarını göstermeye çalışmıştır. Machiavelli hümanizmi, ister otokratik olsun ister demokratik, hangi siyasi ideoloji baştaysa o ideolojiyi pazarlamaya yöneliktir. Machiavelli’nin başına gelen trajedi ise, Medici ailesinin Machievelli’nin kendileri için içtiği sadakat yeminine inanmamış olmalarıydı. Kendisi tekrardan yüksek siyasi bir mevkiye gelemedi; dahası Prens, Machiavelli’nin ölüm yılı olan 1527 itibariyle hâlen yayımlanmamış olarak kaldı.
Thomas More’un eseri Ütopya: En Refah Devlet ve Yeni Ütopya Adası’na Dair de müellifinin hümanist olarak sürdürdüğü kariyeriyle ilintilidir. 1517 yılında More, VIII. Henry’nin siyasi konseyine adım atmış ve 1529’da Lordlar Kamarası Şansölyesi olmuştur. More, Cicero’nun bilgili, kendini yetiştirmiş hümanist vizyonunu örnek almıştır. Bu vizyona göre, şahsi felsefi fikir yürütmeyi halka hitabet sanatıyla birleştiren ve politika ve diplomasi dünyasıyla iştigal olan donanımlı, kendini yetiştirmiş kişi hümanist demektir.
Ütopya’da bu nazik denge görülebilmektedir. Kitap, Platon’un ideal devleti ele alan meşhur eseri Devlet’i doğrudan taklit ederek, bilgili insanlar arasında geçen Latince diyaloglar bütünüdür. Kitap, More’un kendisinin VIII. Henry’nin diplomatik temsilcisi olarak Antwerp’te görev almasıyla başlar. More’un bir arkadaşı, More’u Ütopya Adasından henüz dönmüş olan bir seyyah olan Raphael Hythloday ile tanıştırır. Hythloday, Ütopya’daki ideal “ulus” devletinin detaylı tasvirini yapar. Bu toplumda, “her şey ortak”tır, “kimse dilencilik yapmaz”, boşanma, ötenazi ve halk sağlığı gibi sorunlar yoktur.
Kitap boyunca, More, şahsi mülkiyet ve dinî otoriteden halk büroları ve felsefi spekülasyonlara kadar ele aldığı siyasi, tartışmalı meseleler konusunda olumlu ya da olumsuz fikir beyan etmekten imtina eder. Bunun nedeni tereddütlü oluşu değildir: siyasi olarak belirli bir duruş sergilemek istemez. Becerikli bir siyasi danışman olarak More, belagat becerilerini birbiriyle uyuşmayan çelişkili ifade ve fikirleri çoğunlukla devlet yararına meşrulaştırmak zorundadır. Ütopya, More’un kendi dünyasıyla ilgili pek çok sorunu gerisinde tartışabildiği bir perdedir. Yaptığı analizlerden biri sorgulandığında, her zaman, aslında tam tersini savunduğunu söyleyebilir ya da Ütopya’nın nihayetinde gerçek olmayan bir kurgu olduğunu söyleyerek kenara çekilebilirdi.
Ütopya, More’un birçok tartışmalı meselede akıcı ve beliğ şekilde argüman sunabildiğini ve tavsiyelerde bulunabildiğini göstermektedir. Machiavelli’nin tersine More, Ütopya’sını kariyerinin zirvesinde yazmış olmakla birlikte argümanlarında ziyadesiyle temkinli ve siyasi olarak açık fikirli olmak zorundaydı. Bu nedenle Ütopya’nın fikir yürütme şekli ve üslubu bu denli çelişkili görünmektedir. İşsiz Machiavelli, kitabı Prens’te politika ve hâkimiyet konularında daha kesin ve siyasi manada daha gerçekçi olabilmiştir. More’un Henry’nin boşanma kararını desteklemeyi reddetmesi, More’un ahlaki prensiplerinden daha çok dinî sebepler nedeniyle yaptığı siyasi bir hata nedeniyledir ki, zaten More’un infazına neden olmuştur. More’un Ütopya’sı ile Machiavelli’nin Prens’i, Rönesans hümanistinin siyasi oportünizmini gözler önüne sermektedir.
Petrarch’tan More’a varıncaya dek, Rönesans hümanizmi, siyasî olarak takip etmesi faydalı olan hükümdarlara hizmet etmiştir. Bu nedenle modern politika kuramcıları Prens ve Ütopya gibi kitapların güç ve otoritede kendi haklarını meşru ilan ettiklerini söylemektedirler. Rönesans hümanizmi, modern sosyal bilimler üzerindeki güçlü etkisini muhafaza etmektedir, ne var ki, hümanizm iddia ettiği gibi insaniyet unsurlarının ideal bir izdüşümü değildir.