Edward Said ve Hümanizmin Geri Kazanımı
Matthew Abraham
Hümanizmle kastettiğim şey, evvela, birinin zihnini tarihsel ve rasyonel olarak derinden düşünmesini sağlamak amacıyla Blake’nin hayali kelepçelerini çözmeye teşebbüs etmek. Ayrıca, hümanizm diğer yorumcu, toplum ve dönemlerle bir toplumsallık bilinciyle sürdürülür. Bu nedenle üstüne basa basa söylüyorum ki yalıtılmış hümanist diye bir şey yoktur. Hümanizmin, insanlık tarihini çirkinleştiren insanlık dışı uygulama ve haksızlıklara karşı tek ve nihai direniş olduğunu söyleyecek kadar da ileri gidiyorum.
Son dönem Filistinli edebiyat eleştirmeni ve toplum aydını Edward Said, hümanizmle ikircikli bir ilişki kuruyordu. Bir yandan Dante, Petrarch, Giambattista Vico, Erich Auerbach ve Leo Spitzer gibi önemli hümanistlerin içinde olduğu parlak ve yenilikçi düşünürleri bir araya getiren bir geleneğe derin bir hayranlık duyuyordu. Ancak öte yandan Hümanizmin, Orientalism, The Question of Palestine, The World, the Text, ve the Critic, and Culture and Imperialism gibi mesleki yaşamını üzerinde geçirdiği ve şimdi klasikleşmiş olan eserlerde ortaya koyduğu kültürel çıkarımların merkezinde durduğunun farkındaydı. Bu eserlerde hümanizm “biz” ve “öteki”ni ayrıştıran milliyetçilik ve meşrulaştırmalarla bağlantılı yabancılaştırıcı ve parçalayıcı güçlere karşı çalışmaktadır. Said’e göre, hümanizmin kalbinde dünyada, koşullarını çabayla dönüştürmek için uğraşan, dil ve muhayyilede bulunan yaratıcı kapasiteyi —Vico’nun adlandırmasıyla ingenium— kullanan bireylerin gücü durmaktadır. İnsanoğlunun, yaşadığı yeri değiştirme arzusundan sadır olan, zihnî ve bedenî melekelerini kullanarak etrafını değiştirmeye muktedir olduğu şeklindeki bu inanış Said hümanizminin temel bir boyutunu temsil etmektedir. Bir insanın, şüphe karşısında kendi eleştirel muhakemesi uyarınca hareket ederek, özgürlük ve özgürleşme şansını arttırmak için failliğini icra etmesi Said’in savunduğu eleştirel hümanizmin özelliğidir.
Vico’nun New Science’ı ile Erich Auerbach’in Mimesis’i, Said’in, kişinin hayranlık ve bağlılığını hak eden hümanizm türüne dair anlayışında mihenk taşıdır. Vico’ya göre, insanlık tarihi, insanın kendisini dünyada konumlandırma ve onunla ilişkilendirme teşebbüsleriyle simgelenen çeşitli gelişim aşamalarından geçmiştir. Yine Vico’ya göre bir kimse yalnızca bir nesnenin inşasına olan katkısını, yani dünya üzerinde bir nesnenin inşa edilmesine kişinin doğrudan müdahalesini ve o nesnenin ne maksatla nerede kullanılabileceğinin ilişkisini tam olarak anlayabilir. Ayrıca, insan muhayyilesi, çalışma ve dil tarihsel değişimi üretir. Said onda, dünyayı insan ürünü bir yapı olarak anlamaya olan bağlılığı bulmuştur. Auerbach’a hayranlığı ise en iddialı ve kapsamlı Batı edebiyatı inceleme girişimlerinden biri olan Mimesis’in yazılışına eşlik eden zor koşullar etrafında ortaya çıkar. Yahudi olan Auerbach 1935’te Marburg Üniversitesi’nde hocalık yaptığı Nazi kontrolündeki Almanya’dan kaçtı ve II. Dünya Savaşı’nda İstanbul’da sürgündeyken kütüphane ve araştırma materyallerinden faydalanamadan Mimesis’i yazdı. Said, Auerbach’ın Mimesis’teki muazzam başarısını hümanizmin par excellence bir göstergesi olarak görmektedir. Auerbach Mimesis’i, önündeki işi tamamlayamaması hâlinde Batı medeniyetinin devamı açısından önemli edebî eserlerin kaybolmamasını sağlamak kaygısıyla, hararetle, İstanbul’da büyük bir zaman baskısı altında yazdı. İstanbul’da sürgün olmasının kendisine nasıl özgün bir perspektif kattığının farkında olan Auerbach yaratıcı gücünü eleştirel hümanizmin hizmetinde kullandı. Said’e göre, Auerbach kültür ve sistem arasında sürgünde yazan kişinin prototipini temsil ediyordu, çünkü o, ürküten ihtimallere karşı dönüştürücü ve ölçülemeyecek derecede zengin bir edebiyat birikimi üretmek için uğraşıyordu.
Direniş teması, Said’in etraflarında dönen dünyayı dönüştürmek için gerekli failliği elde etmek için uğraşan insan düşüncesine net bir biçimde bağlıdır. Bu konu, Said hümanizminin başat bileşenlerinden biri olarak eserinde sürekli olarak geçer. Tarihsel olarak hümanizm, Avrupa’nın diğer kültürlere üstünlüğünü derinleştirmede Avrupa-merkezcilikle eşit şekilde işlemiştir. Said sömürülen halkların kendilerini yeterince insan olarak görmeyen kültürler içerisinde seslerini duyurmak için verdiği mücadelelere vurgu yapmaktaydı. Culture and Imperialism’inde izah ettiği üzere, CLR James, Frantz Fanon, George Antonius ve Ranajit Guha Avrupa geleneğine dair birikimlerini Black Jacobins, The Wretched of the Earth, The Arab Awakening, A Rule of Property for Bengal gibi klasiklerde Avrupa-merkezciliğe karşı yazmak için kullanmaya çalışmışlardır. James, Fanon, Antonius ve Guha özgürlük, adalet ve özgürleşmenin, dünyanın dört bir tarafında nasıl olup da sömürülenlerin bakış açılarını geliştirmek için kullanılabileceğini ortaya koyarak hümanizmin Avrupa-merkezci ön yargılarını kendisine karşı çevirmiştir. Bu insanların Avrupalı olmamakla birlikte Fransız ve Amerikan devrimlerini tetikleyen felsefi gelenekler hakkında bilgi sahibi olmaları, hümanist düşünürün ilham ve düşünsel yetkinlik kaynakları için nasıl da gelenek ve ulusal sınırların ötesine geçebileceğini göstermektedir.
Hümanistin ırk, uyruk ve dil engeli gibi kısıtlayıcı kategorileri reddedişi, onun, insan olma hâline dair eleştirel kavrayış geliştirmesine imkân tanımaktadır. O, ürkütücü ihtimaller karşısında failliğini icra ederek dünya üzerinde serbestçe hareket eden kahraman bir figürdür. Bu tür bir düşünür Said’e bilhassa hitap etmektedir, çünkü o, mevcut anın mecburiyetlerine ayak uydururken bir yandan da kendisini meslekî alanın jargonu ve samimiyetsiz dilinden kurtarmaya çalışarak “kültür ve sistem arasında” çalışmaktaydı. Said adalet, insan hakları ve tarih kavramlarını yerinden etmek için göreli ve yerleşik hakikat anlayışını kabul etmeyi reddetmekteydi. Hümanist bakış tarihi, yücelerden kadir-i mutlak tanrısallıklardan insana verilmiş, önceden belirlenimli bir olgu olarak görmek yerine, insanın çabası ve mücadelesiyle ortaya çıkmış, insan ürünü bir yapı olarak görür. Said’in işaret ettiğine göre “Hümanizm gizlilik ya da dinî bir aydınlanmanın değil, açığa vurmanın bir şekli olmalıdır.”
Said’in hümanizme olan derin ve itaatkâr ilgisini en iyi şekilde kavramak için Said’in bir Filistinli olarak kimliğinin onun siyasi görüşünü nasıl şekillendirmiş olduğunu kabul etmek gerekir. Batı’da yaşayan bir Filistinli olarak Said, İsrail’in 1967 Altı Gün Savaşları’nda Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak’ta yıldırım hızıyla elde ettiği zaferinin ardından ABD’de Arapların maruz kaldığı ırkçı muamelelere tanıklık etti. Leon Uris’in Exodus’uyla uyuşturulan ABD popüler kültürü Arapların İsrail’e karşı direnişini gayrimeşru olarak ele alıyordu çünkü -soykırımdan sonra Yahudilerin anavatanı olan- İsrail, Cemal Abdünnasır gibi “üçüncü dünya ayaklanmaları”nın etkinliğini azaltmada kendisini güvenilir bir ABD müttefiki olarak ispat etmişti. Arapların, bu talihsiz, beceriksiz ve kendi yazgılarını muhafaza etmede yetersiz oldukları imajı bir Arap-Amerikalı olarak Said’e kendini çıkmazda hissettiriyordu. Said, Covering Islam, The Question of Palestine ve After the Last Sky’da Arap, Müslüman ve Filistinlilerin canlı, nefes alan insanlar olarak siyasi temsillerini insanlaştırarak ABD’nin bu düşmanca ortamında bu halkların olumsuz imajlarına karşı çıktı ve bunlara karşı çalışma yürüttü. Said’in bu tür olumsuz tasvirleri tarafsız kılma girişimleri bir düşünsel direniş şekli oluşturmuştur, merkezî bir örgüt ya da ana plan tarafından kontrol edilmeyen ya da belirlenmeyen bir direniş şekli.
Hümanistin yetkili, resmî ve tanımlanmış olana dair şüphesi Said’in mesleki alanlarla bunların uzmanlık ve devletin yönlendirdiği hedeflerle olan bağlantılarına olan güvensizliği yan yanaydı. Politika uzmanı, “Arap aklı”nın fethe uygun birkaç ırkçı klişe ve modele indirgenebileceğini öne sürerek 11 Eylül’den sonra Ortadoğu’da yaşanan istila ve savaşların savunuculuğunu yapmada anahtar rol oynayageldi. Amerikalı politika yapıcıların, İslam’la olan ilişkilerini sorumlu ve anlamlı bir şekilde kurmadaki yetersizliklerinin yanı sıra kendilerini Afganistan ve Irak’ta bekleyen felaketi tahmin etmedeki komple başarısızlığı şarkiyatçılığın bir devlet gücü söylemi olarak sürekli başarısız olmasına neden oldu. Şarkıyatçılık gibi profesyonel söylemlerin, yerli halkların topraklarını ve kaynaklarını fethetmeye çalışan yayılmacı (emperyal) devletlerin siyasal hedeflerini geliştirmede nasıl kullanıldığına dair Said’in yaptığı keşifler, akademik disiplin otoritesinin fetih söylemleriyle nasıl karşılıklı bir biçimde bağlantılı olduğunu ortaya çıkardı. Şarkiyatçılık, örneğin Afrika, Asya ve Ortadoğu’ya yayılan Doğu’nun yerli halklarını yetersiz, geri ve görünürde tüm Avrupa devletlerinin başardığı farz edilen medenileşme sürecine karşı bağışık olarak tasvir ederek tüm coğrafya üzerine varsayımlar dayattı.
Şarkiyatçılık tarafından geliştirilen hümanizm açıktır ki Said’in itinayla ve sebatla karşısında durduğu hümanizm çeşididir; çünkü o sömürgecilik, ırkçılık, fetih, dışlama ve ahlaki kaygıları dünyasının dışında kalıp farklı görünen ya da düşünenleri ayrı tutmak için duvarların örülmesine direnen yenilenmiş bir hümanizmin gücüne inanıyordu. Saidci hümanizm insan aklının gücünü, bir arada varolma modelleri üzerinden farklı tecrübeleri uzlaştırmak için uğraşmak yerine insani tecrübeleri ayrıştırma eğilimine karşı tasdik etme amacını taşıyordu.
Said, bilhassa, her iki halkın yurtsuzluk ve sürgün duygusundaki benzerlikleri takip etmek suretiyle halkların tarihleri arasında paralellikler kurmaya çalışarak Yahudi acısının tarihsel mekânı üzerinden Filistinlilerin ve Yahudi deneyimlerini birbiriyle bağlantılandırma ile ilgileniyordu. İşte o zaman bu bağlamda, FKÖ Yahudiliğin siyonizm tarafından İsrail devletinin politikalarında ve politikaları üzerinden alıkonmasına karşı koyarken soykırımdan sağ kurtulanları gerçek Yahudiler olarak görerek onlarla dayanışmasını açıklayabilirdi. İsrailli Yahudiler ve Filistinliler İsrail-Filistin çatışmasında birbirine rakip olsalar da kapsamlı hümanist bir anlayış, Filistinlilerin kurbanların kurbanı olduğunu, Hitlerin kurbanlarının kurbanı olduğunu kabul edebilir; zira Yahudiler ve Filistinliler kendilerini Akdeniz’de bir mücadele içinde buluyorlar. Diğer bir deyişle, Avrupa sömürgeciliğinin tarihi, Büyük Güçlerin Filistin’de bir Yahudi yurdunu desteklemesi, Balfur Bildirgesi, İsrail’in “bağımsızlığı”nın teminat altına alındığı soykırım zamanı koşulları İsrail ve işgal altındaki topraklarda yaşayan İsrailli Yahudiler ve Filistinlilerin eziyet çekmesine neden olan mevcut şiddet değerlendirilirken unutulamaz. Bu tarihî, toplumsal ve siyasi güç ve koşulları anlamak için hümanist bir bakış edinmemiz gerekir.
Said, İsraili eleştirenleri sapkın ve medeniyete muhalif karanlık güçler yanlısı olarak tasvir eden İsrail’i destekleyen sesler kakafonisine karşı Filistin için adalet çağrısını geliştirerek ABD’de düşünsel direnişin hayati bir modeline katkıda bulunduğu an iftira ve istismarın hedefi hâline geldi. Akademi ve dışındaki nüfuzunun tehdidi altında bulunan en cazgır polemikçiler tarafından “terörün profesörü” diye yaftalanan Said, adaletsizliği kabul etmeyi becerebilen eleştirel duyarlılığın uyuşturulmasına karşı uğraş verdi. Buna karşı koymada etkili oldu. Bu amaçla Saidci hümanizm, fikirlerin metalaştırılmasına ve ambalajlanmasına direnir, bunun yerine dünyayı yerleşik kurumların sınırlarına karşı ve bunların dışında yorumlamaya çalışır. Filistinlilerin görünürde unutulduğu ya da gözden çıkarıldığı ABD’de yaşayan birisi olarak bu bilhassa önemlidir Said için. Said, Orientalism’inde Batı’da yaşayan bir Filistinlinin, yalnızca hümanist bir bakış açısının ortaya çıkarabileceği “emsalsiz cezalandırıcı yazgısı”nı anlatır.
Hümanist, kolay ve görünüşte çelişkisiz olanı karmaşıklaştırır. Yafta ve klişeleri yeniden değerlendirir, bunların nasıl geliştiğini ve bunların kalıcı gücü, cazibesi ve tekrar edilebilirlikleri hakkında bilgi veren özgün kültürel kuvveleri anlamaya çalışır. Hümanist sınırlara karşı okur, yani insani tecrübenin karmaşıklığını basitleştirmeyi ve indirgemeyi reddeder. Şayet hümanizm, geçmişte, estetiğin dünyasını siyaset ve mücadelenin daha kirli olan dünyasından ayırmaya kalkmışsa Saidci hümanizm kavramsallaştırması “bizim kültürümüz sizinkinden iyidir” ideolojisini yükseltmeye yarayan ve “bütün iletişim değerli ve anlaşılmakta olan bizim dilimiz üzerinden yürütülmelidir”i ilan eden bu ayrımlamaların yapay olduğunu ileri sürer.
Hümanist, hâkim gidişata dair resmî beyanları reddeder; bunun yerine gizli ve kavranması zor görüşleri eşelemeyi tercih ederek iktidara hakikati söyler. Hümanist, insan cemaatlerinin birbirine karışmasını kabul eder, onların kategorileştirme ya da sınırlandırma uğruna ayrıştırılmasının beyhudeliğinin farkındadır. İnsani tecrübenin yetkilendirilmiş ve onaylı anlatılara indirgenmesi temelde hümanizmle bağdaşmaz. Esasında, Harold Bloom’un The Western Canon ve diğer kitaplarında önerdiği gibi okuma listelerinin onaylanmasına dair kanunları savunması, uzman ve seçkinlerin müsaadesinde olan şeyleri yücelterek insani tecrübenin keşfedilmesini sınırlar. Diğerlerini eğitimsiz, cahil ya da açıkça doğrudan dışarıda bırakan bu teşebbüsler diğer tüm tecrübeler pahasına tek bir tecrübeyi yüceltmeye hizmet eder. Said’e göre ise hümanist, tüm kültürleri tek bir kültürün değeri karşısında toptan süpürmek yerine kültürlerin özgün ve müstesna yanlarını takdir ederek her birinin en iyi taraflarını ayırt etmeye çalışmalıdır.
Avrupa-merkezcilik kimin, nereden olduğu temeline dayanarak toplumları yersiz bir biçimde bölümlemeye çalıştığından Said, insanların bağlantı ve dayanışma hatlarını nasıl yaratmaya başladıklarını inceleyerek toplumun nesep ve üyelik kavramları arasında kritik bir ayrım yapmak için var gücüyle uğraştı. Nesep bağı, kana dayanan ilişkilerin bir sonucudur; doğal olarak var olurlar ve ortadan kaldırılamazlar. Üyelik ise istemlidir ve ideal ve davalara bağlılıktan doğar. Said’in tercihi, beklendiği üzere, üyelik ilişkisidir, çünkü o, dünyada adaletsizliklere meydan okumadan kiminle ilişkileneceğine karar vermesi noktasında bireylere özgürlük tanır. Bu tür ilişkilerin gözle görülür bir örneğini, İsrail ve siyonizme karşı Filistin’in bağımsızlığını savunmada Said’e katılan pek çok Yahudi akademisyende görebiliyoruz. Yahudiler Filistin’in özgürlük ve bağımsızlığı davasına katılarak İsrail’in onlar adına işgal politikaları yürütmesine izin vermeyi reddediyorlar.
Said, 2003 martında, Gazze’deki yıkıma karşı Filistin yurdunu savunurken İsrail buldozerlerinin altında kalan 23 yaşındaki üniversite öğrencisi Rachel Corrie’nin cesurca eyleminde onurlu ve hümanist bir eylemi tanımlamaktadır. Corrie evlerin yıkılmasını protesto ederek İsrail’in işgaline daha çok dikkat çekmek isteyen Uluslararası Dayanışma Hareketi’yle beraber çalışıyordu. Corrie buldozerin yolunu kapatmaya teşebbüs ederek İsrail ordusu tarafından yıkılması planlanmış evlerin önünde durdu. Tanıkların iddiasına göre, İsrail Savunma Güçleri‘ne ait buldozerin operatörü Corrie’yi gördü ve Filistinli bir eczacının evini müdafaa ederken aracı kasten onun üzerine sürdü. Corrie, ölümüyle, ABD basını ve siyasi kurumlarının İsrail’in sürmekte olan işgal ve militarizmini desteklemedeki suç ortaklığına karşı çıkmak hususundaki isteksizliğinin bir sembolü hâline geldi.