Felsefe ve Mistisizm Arasındaki İlişki
Professor Steven T. Katz *

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Felsefe ve mistisizm, hem ayrı hem de beraber düşünüldüğünde, uzun ve karmaşık bir tarihe sahiptir. Felsefe etimolojik olarak “hikmet sevgisi” demektir ve genellikle başlangıcını Antik Yunan’dan aldığı düşünülür. Buradaki manasıyla felsefe, insan aklının hayatın durumları üzerine nazar etmesi veya düşünmesi olarak anlaşılabilir. Bu tanımıyla felsefe, Sokrates’ten önce gelmiş olan Parmenides ve Heraklit gibi düşünürlerce (M.Ö. 5. yüzyılda) ortaya koyulmuştur. Daha sonra Sokrates’in öğrencisi Platon ve Platon’un öğrencisi Aristo ile zirvesine ulaşmıştır. Bunları takip eden Platoncu ve Aristocu okullarda, bu düşünceler daha da büyümüştür. Felsefe başlangıcından beri, biyoloji veya bilgisayar bilimleri gibi bir disiplin veya çalışma alanı ile özdeşleşmemiştir. Birbirinden farklı birçok disiplin üzerine düşünme imkânına her zaman sahip olmuştur. Genel olarak şeylerin anlamına ve kişinin, ahlaki davranış ve iyi hükümlere göre hayatını nasıl sürdürmesi gerektiğine dair sorular sormuştur.

    Aslında felsefenin kendi alt bölümleri vardır. Bunlar içinde en önemlileri; şeyleri nasıl bildiğimizi inceleyen bilgi teorisi yani epistemoloji; gerçekliğin temel doğasını, zaman ile mekânda ve bunların ötesinde var olan şeylerin imkânını ele alan metafizik ve ontoloji (varlık bilimi); kişinin nasıl davranması gerektiğini ve ahlaki hükümlerimizin temelini inceleyen etik. Geniş anlamda felsefe şeylerin karakterleri üzerine derinlemesine düşünmektir. Fakat bu düşünme vahye veya insan olmayan kaynaklara değil, insan aklına dayanmaktadır.

    Mistisizm farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Kelimenin etimolojik kökü Yunanca “sessiz olmak” anlamına gelen “muein” sözcüğünden gelmektedir. Gizli tutulması gereken ve dilde ifade edilemeyen tecrübeleri anlatmaktadır. Mistisizmin kendisine has hususiyeti, düşünceden ziyade tecrübeye olan vurgusudur. Dünyadaki dinî geleneklerde mistik iddialar, kişinin o geleneğe ait “nihai” gerçekliği doğrudan ve aracısız bir şekilde tecrübe etmesi veya “bilmesini” anlatmaktadır. Hristiyan mistikler Îsâ veya Meryem ile karşılaşmalarının şahsi tecrübelerine sahip olduklarını Yahudi mistikler (Kabalacılar) semaya yükselmelerini veya başka doğrudan yollarla ilahî olanı tecrübe ettiklerini, Müslüman mistikler (Sufiler) kendilerini Allah’ta kaybetmelerini ve bulmalarını, Budist mistikler ise nirvanayı tecrübe ettiklerini ve Hindu mistikler ise kendilerinin “Küllî Kendiliğe” dâhil olmalarını, yani Ātman’ın Brahman olmasını iddia etmektedirler. Bunların yanında “doğal mistikler” denilen kimseler kozmik düzene dâhil ve bütün eşya ile bir olduklarından bahsetmektedirler.

    Bütün mistik tecrübelerin en yukardakı seviyede aynı oldukları sıkça söylenmektedir. Mistik tecrübe dili aşmaktadır ve ifade edilemezdir fakat buna rağmen mistikler bu tecrübeyi aktarma teşebbüsüne girişirler. Bu anlamıyla tecrübeyi dile aktarma teşebbüsü, mistik gelenekler arasındaki farkları ortaya çıkarır. Bunu yaparken tecrübe eden kişi kendi dinî geleneğinin diliyle iştigal etmektedir; Yunanca, Latince, İbranice, Arapça, Sanskrit veya başka bir dil. Bu yorum son zamanlarda birçok akademisyen tarafından sorgulanmaktadır fakat hâlâ en çok kabul edilen görüştür.

    Sahici mistik tecrübenin, ilaç (uyuşturucu) kaynaklı ve benzer psikolojik fenomenlerden farklı olduğunun üzerinde durulması gerekmektedir. Bu tür tecrübelerde, “nihai” gerçeklikle bir “karşılaşma” yoktur ve bunlar nihai tecrübeyle ilişkili olan ana unsurlardan uzaktır, örneğin tecrübe sonrası tecrübenin kişinin hayatında yaptığı dönüşüm. İlaçtan (uyuşturucu) kaynaklı tecrübelerin mistik dönüşümlere imkân vermemesinin sebebi bu ilaçların doğalarıdır. Bu tür ilaçlar kendiliğin dönüşümünü sağlayan aşkın veya ontolojik bir karşılaşmayı değil sadece kişinin beyin dalgaları ve duygularındaki değişiklikleri ortaya çıkarmaktadır.

    Dinlerin çeşitliliğinde, mistik tecrübeler birçok farklı surette tezahür etmektedir: Birleştirici tecrübeler, rü’yetler, sesli tecrübeler ve meditatif tecrübeler. Bu tür ana tecrübelerin biyografik anlatılarda, teolojik ifadelerde, şiirlerde, dualarda ve farklı edebî türlerde iletildiğini görüyoruz.

    II

    Doğu dinlerinde, mistisizm ve felsefe birbiriyle çok yakından ilişkilidir. Çoğunlukla felsefi hakikatler ile mistik tecrübe arayışı birbiri ile içiçe geçmiştir. Hindu filozoflar için kendilik ve dünyanın sorgulanmasıyla amaçlanan şey, insanın nefsi ile kutsal kendiliğin (yani bütün varlığın özü olan mutlağın) aynı olduğunun farkına varılmasıdır. Sonuç olarak, hedef şeylerin tabiatına dair yanlış bir idrakten kurtulup kişinin kendisini “Mutlak Kendiliğe” katmasıdır. Bu hedefin peşinde Hinduizm düşünce ve meditasyon (Samkhya Yoga) geleneğiyle beraber riyazeti geliştirmiştir. Bu teknikler aracılığıyla, algımızı ve idrakimizi zincirleyen köstekler kırılır ve maya (illüzyon) aşarak gerçekliği olduğu gibi biliriz. Vedaların kalbinde olmak diye yorumlanan bu birlikten sonraki arayış, Şankara ve Advaita Okulu gibi Hindu filozoflar ile çeşitli Hindu pratiklerinin temel gayesidir. Milattan önce sekizinci yüzyıl ile beşinci yüzyıl arası derlenen en geniş metinlerden biri Upanişadlar, benzer şekilde aynı bakış açısını ve birlik arayışını yansıtmaktadır. Ramanuja gibi daha sonraki ustalar ve Bhakti gelenekleri bu birlik eğilimini biraz daha yumuşatmak ve daha şahsi ve yaklaşılabilir bir tanrılık anlayışına yer vermek istemişlerdir. Fakat burada bile temel eğilim, hayat ile ölüm dairesini ve eşyanın tabiatına dair yanlış bir idraki ortaya çıkaran illüzyonları aşmaya çalışmak olmuştur.

    Budizm de öğretilerinde felsefi ve mistik öğretilerin birbirinin içine geçtiği, “Kişisel Kendilik ile Mutlak Kendiliğin” ikisini de reddeden bir gelenektir. Felsefe burada mistik nirvana (genellikle “aydınlama” şeklinde tercüme edilmektedir) hedefine, yani şahsi varlığın ötesine olduğu kadar acı çekme ile yeniden doğum dairesinin de ötesindeki bir hâle sevk etmektedir. Bu durum sadece; olumsuzlamada, yani alelade dünyamızda ve tecrübemizdeki şeylerin dışında ve kişinin bilincinin bütün ayrımın, dağılmanın, dilin ve düşüncenin ötesindeki şartsız bir hâle geçmesiyle tanımlanabilecek ve anlaşılabilecek bir şeydir. Bu hâli tasvir etmeye veya açıklamaya çalışan bütün dilsel ifadeler en baştan yanılacaktır çünkü büyük Budist filozof Nagarjuna ve daha sonradan Zen Budizm ekolünün de belirttiği üzere dil, şeyler arasındaki farklılaşmadan ortaya çıkmaktadır. En derin seviyede dil, bizi özgürleştirmeden ziyade hapseden zıtlıklar ve paradokslar ağına tutulmuştur. Bu yüzden filozofların gayretleri ve düşünceleri, onları kendilerinin ötesinde kelimelerle ifade edilemeyen aşkın bir gerçekliğe götürmektedir.

    III

    Batı’da mistisizm ve felsefe hem birbirine karışmanın hem de ayrışmanın tarihini yansıtmaktadır. Batı mistisizminin erken dönemi Yeni Platonculuk ile ilişkilendirilmektedir. Kökenleri Hristiyanlık öncesi İskenderiyeli Philo (m.ö. 20) gibi Yahudi düşünürlerde görülebilmektedir. Fakat ana gelişimini Plotinus’a (m.s. 205-270) ve temel eseri Enneadlar’a bağlanmaktadır. Bu gelenekte Platon’un felsefesi, insan ile Yunancada Theós-Tanrı denilen Yüce Akıl diye anlaşılan nihai gerçekliğin metafiziksel birliğini hedefleyen mistik bir teolojidir. Bu Yüce Akıl, Platoncu felsefenin temel kavramlarına sahiptir fakat bizim sıradan anlayış ve dilsel tasvirlerimizin ötesinde kendinde olarak o birliktir, varlığın suretidir, “Bir”dir.

    İnsan varoluşunun nesnesi ikiliği ve ayrılığın nasıl aşılacağını ve bütün gerçekliğin kaynağı ile birliğin tecrübe edilmesine geri dönmeyi öğrenmektir. Bu durum, bütün varlığın Bir’den südur ettiğini ve kendisinin ayrıymış gibi gözüken ruhunda Bir’in bir unsuru olduğunu göstermektir. Bu yüzden hayat, düşüşün diyalektik bir sürecidir. Meditasyon ve riyazet pratiklerini de içeren mistik ve felsefi gayretlerle, bu düşüşün tersi olan ruhun aşkın kaynağına dönüşü gerçekleştirebilir. Bu anlamıyla felsefe mistik birliğin bir öğretisidir.

    Plotinus’un fikirleri pagan ve Hristiyan düşünürlerce genişletilmiştir. Bunlardan en tesirlileri pagan filozof Porphyry (m.s. 3. yüzyıl), Lamblichus (m.s. 4. yüzyıl) ve Atina’daki Proklus (m.s. 5. yüzyıl) olmuştur. Yeni Platonculuğun etkisi, erken dönem ve Orta Çağ Hristiyan düşüncesinde pek belirgindir. Bu etki, Origen ve dördüncü yüzyılda İznikli Gregory’de görülebilir. Gregory’e göre ruh Tanrı için derin bir arzu taşımaktadır ve nihai aşma, insan ve kaynağı arasındaki mesafenin aşkın bir işareti olarak giderilmesi demektir. Augustine de Yeni Platoncu bir öğretiye sahipti ve bu tema, beşinci yüzyılda Sahte Dionisos’un yazılarında yeniden işlenmiştir. Dionisos, Mistik Teoloji isimli eserinde negatif teoloji tarzını vurgulamaktadır ve böylece, nefsin bütün özelliklerinin eriyip ilahî bolluğa katıldığı mistik birliği “karanlık gece” olarak tasvir etmektedir. Yeni Platoncuğun, Orta Çağ İslami mistisizmi ve Yahudi mistisizmi üzerinde güçlü bir tesiri olmuştur. Platon’un Arapça tercümelerinden etkilenen Müslüman düşünürler, İslam maneviyatı ile Yeni Platonculuğu beraber düşünmüşlerdir. Bu mistik dünya görüşü en bilinen bir şekilde, on üçüncü yüzyılda İbn Arabî ve Mevlana Celaleddin Rûmî tarafından ifade edilmiştir. Solomon ibn Gabirol (11. yüzyıl) gibi Yahudi filozoflar ve Orta Çağ Kabala geleneği Plotinus ve Proclus’un görüşlerini benimsemiş ve uyarlamışlardır. Bu bakış açısı Bahir (12. yüzyıl) ile Zohar (13. yüzyıl) geleneklerinde görülmektedir ve on altıncı yüzyılda İsaac Luria’da zirveye ulaşmaktadır.

    Yeni Platonculuk; Meister Eckhart, Viktoryan İncil yorumcuları ve (14. yüzyılda) Jan van Ruysbroec gibi gibi Orta Çağ Hristiyan düşünürleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olmaya devam etmiştir. Bu Hristiyan düşünürlere göre kaynağını Tanrı’dan alan ruh, gerçek anlamda Tanrı’nın bir parçasıdır ve hiyarerşik evrende ilahî kaynağı ile birlik olma arayışı içindedir

    IV

    Bunlardan farklı olarak Hristiyan, İslami ve Yahudi mistik gelenekler, kendi kitaplarına dayandırdıkları ikinci bir tür mistik tecrübeyi vurgulamaktadır; burada Yeni Platoncu bir birlikten ziyade bir sevgi ilişkisi öne çıkmaktadır. Özellikle Eski Ahit’teki Ezgilerin Ezgisi bölümünün yorumunda bu sevgi ilişkisi anlatılmaktadır. Bu yoruma göre, Ezgilerin Ezgisi Tanrı’nın İsrail’e olan sevgisinin veya Tanrı’nın insana olan sevgisinin bir hikâyesidir. Benzer şekilde Rabbi Akiba’yı takip eden Origen zamanı ve sonrasındaki Hristiyan din adamları Ezgi’yi Îsâ ve kilisesinin veya Îsâ’nın kişisel ruha olan sevgisinin hikâyesi olarak yorumlamışlardır. Origen, Ezgilerin Ezgisi Üzerine bir Yorum isimli eserinde bu ihtimalleri şöyle ifade etmiştir: “Bu küçük kitap bir düğün kasidesidir; gelin şarkısıdır. Bana öyle geliyor ki Süleyman bunu dramatik bir şekilde yazdı ve âdet olduğu üzere gelin odasında, yani Tanrı’nın sözünü semavi sevgiyle yanarken söyledi. Aslında Süleyman, ister Tanrı’nın imgesinde yapılan ruh isterse kilise olsun, onu derinden sevmekteydi.” Origen’i takip eden Hristiyanlar, yüzyıllarca Ezgi’yi tekrar ve tekrar yorumladılar.

    Ezgi’nin klasik Orta Çağ Hristiyan ifadesi, Clairvaux’lu Bernard’ın Sisteryen cemaatine sunduğu “Vaazlar” serisinde kendisini göstermektedir. Ezgi’yi mistik bir yükseliş olarak yorumlayan Bernard “Beni dudaklarıyla öptükçe öpsün.” (Ezgilerin Ezgisi 1:1) mısrasını yorumlarken, dindar kimseye “ayaklarından ellerine kadar öpmeyi” ve “en sonunda sadece seyretmeyi değil, (korkarak ve titreyerek) Ulu’nun dudaklarından öpmeyi” tavsiye etmektedir. Bu yoruma göre haşmet, saygı, korku ve fiziksel olmayan sevgi; eserin aslındaki tutkulu ve cinsel dilin yerini almıştır. Ezgi artık dünyevi bir erotizm değil; daha çok mukadessatın övgüsü, saflık ve maneviyat olmuştur. Bu ilişki şehvet ve yozlaşma ile ulaşılamayacak metafizik, bedensel olmayan bir vecd ve birlik hâlini meydana getirmiştir. Orta Çağ kilisesinin genellikle sahip olduğu bu olumsuz beden ve cinsellik anlayışında, bu tür ilişki kâmil birliktir ona günah lekesi ve uygun olmayan arzu bulaşmamıştır.

    İslam’da sevgi, sekizinci yüzyılda Râbia el-Adeviyye ile başlayarak mistik gelenekte ana temayı teşkil etmektedir. Sufiler Allah ile olan bağlarını, genellikle sevgi üzerinden tanımlamaktadırlar. Dokuzuncu yüzyılın sonlarında Cüneyd-i Bağdâdî’nin ve onuncu yüzyılda Hallâc’ın eserlerinde bu tema açıkça görülmektedir.

    V

    Mistisizm ve felsefenin Batı entelektüel geleneğinde gördüğümüz birbirleriyle beraberlikten ziyade rekabete dayanan bir ilişkisi de vardır. Doğu’da bu iki entelektüel gelenek birbirlerinin parçası ve birbirlerinin tamamlayıcısı olarak görülmüş olmasına ve hâlâ da görülmesine rağmen Batı’da bu durum her zaman öyle olmamıştır ve bugün de böyle değildir. “Yunan” felsefesi ve Yahudi geleneği arasındaki kadim çekişme bu gerilimi ortaya koymaktadır. Daha sonraki Hristiyan ve İslam gelenekleri gibi Yahudi geleneği de indirilmiş vahyin hakikati taşıdığını iddia etmekteydi ve bu hakikat felsefi sorgulamanın ötesindeydi. Orta Çağ’da bu çekişme yüzyıllar boyunca süren iman ile aklın uzlaşısı tartışmasına sebep olmuştur ve Orta Çağ entelektüellerinin gözünde genellikle bu uzlaşıya başarılı bir şekilde varılmıştır. Bu dönemlerde akıl teolojinin düşmanı olarak değil “hizmetçisi” olarak görülmekteydi ve dolayısıyla mistisizm ve felsefe her zaman dost olarak olmasa da birbirleriyle beraber ilerlemiştir. Modern dönemde, yani Descartes ile başlayan Batı felsefi geleneğinde akıl gitgide “kritik” akıl olarak görülmüştür ve örneğin, David Hume’un Doğal Din üzerine Diyaloglar (Dialogues on Natural Religion) eserinde akıl dini savunmaktan ziyade dine meydan okumaktadır. Bu durum, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi (1781) isimli eserinde daha belirgindir. Kant, Hristiyan teolojisinin ve (diğer) Batı teolojik geleneklerinin kabul edilmiş temel dogmalarıyla hesaplaşmaktadır. On sekizinci yüzyıldan beri mistisizm ve felsefe birbirinden ayrı bir şekilde ilerlemektedir. İstisnalar olmasına rağmen modern Batı felsefesi, tabiatı itibarıyla teolojik değildir ve açıkça teoloji karşıtıdır. On dokuzuncu yüzyılda Feuerbach’ın din karşıtlığı ve Nietzsche’nin “tanrı öldü” iddiası, yirminci yüzyılın Sartre ile Camus gibi düşünürlerinin ve Bertrand Russell gibi analitik, Husserl gibi fenomenolojik felsefecilerin ortaya çıkmasına kapı aralamıştır. Metafiziğe karşı modern ilgisizlik genel olarak dinden dönüşten dolayı ortaya çıkmıştır. Kant ve Hegel, klasik metafiziğe karşı olmalarına rağmen en azından yeni bir metafizik ortaya çıkarmakla ilgilenmişlerdir. Fakat Marksistler, Freudcular, mantıksal pozitivistler ve diğer ampirik merkezli düşünürlerde, bu ilgi tamamen kaybolmuştur. Yine de günümüzde birçok insan ve cemiyet bu şüpheci saldırıları önemsememeyi tercih etmektedir ve hâlâ geleneklerin bize gösterdikleri mistik tecrübeleri ve hakikati aramaya devam etmektedirler.

    * Prof. Dr., Boston Üniversitesi, Sanat ve Bilim Bölümü Din Departmanı öğretim üyesi