İSİM KAVGASINDAN NE ÇIKAR: Semâ ve Devrân mı Yoksa Raks mı?
Semih Ceyhan*
Sufiyi hakikat bilgisine ulaştıran keşf yönteminin diğer disiplinlerin yönteminden farklı kılan en ayırıcı unsurlarından biri semâ ve devrandır. Sufinin zâhirî ve bâtınî şeyleri işitmesi anlamındaki “semâ” ile işitilen şeyin ruhta ve bedende tesiri ile dairevi bir hareketin sergilenmesi mânasındaki “devran”ın dinde yerinin olup olmamasına dair ulema ve meşâyih tarafından pek çok görüş beyan edilmiştir.
Dârülfunûn İlahiyat Fakültesi’nin ilk Tasavvuf Tarihi profesörü Mehmet Ali Ayni (1869-1945), İntikâd ve Mülâhazalar (İstanbul 1339/1923) adlı eserinin “Bizdeki Tarikatlar” başlıklı yazısında tarikat pirlerinin içtihad ettiği devran hareketinin bazı ulema ile şeyh efendiler arasında tartışma konusu olduğunu, ulemanın bazısının “devran rakstır” diyerek şiddetle bunu yasaklamaya yeltendiğini, sufilerin ise “Hayır bunlar raks değildir. Raks nefsani, semâ ve devran ruhanidir.” diyerek dinde aslının bulunduğunu savunduğunu, her iki tarafın da müteaddit kitaplar ve fetvalar verdiğini, ancak bütün bu tartışmanın isim kavgasından başka bir şey olmadığını ileri sürer. Kelâmî Dergâhı postnişini Esad Erbilî hazretleri ile irtibatlı olan Mehmed Ali Ayni devranın hakikatinin evrensel olduğunu, dinî rivayetlerden öte dönme hareketinin bir varlık durumu olduğunu, dolayısıyla inkâra mecal bulunmadığını gerek “Bizdeki Tarikatlar”, gerek kitabının bir sonraki bölümü olan “Semâ ve Devrân” makalesinde müdafaa eder. Pozitivizm-Spiritualizm kutuplaşmasının cereyan ettiği Osmanlı’nın son devrinde Ayni, bu meselenin halli sadedinde spiritualist fikirlerden istifade etmekle birlikte asıl nokta-i nazarın sufilerin geleneksel marifet doktrininde ve vahdet-i vücud fikrinde aranması gerektiğini ima eder. İstiklal Marşı’nın kabulünden iki hafta sonra, tekkelerin -tarikatların değil- kapatılmasından dört yıl önce kaleme alınan “Semâ ve Devran” yazısında bir taraftan sufi pratiklerinin evrenselliğini savunurken diğer yandan millete gereken ruh heyecanının tasavvuf ve tarikat ehlinde bulunduğunu edebi bir dille ifade eder. Şimdi 70. sene-i devriyesini ifa ettiğimiz Ayni merhumun kısmen sadeleştirerek sunduğumuz “Semâ ve Devrân” makalesindeki sözlerine kulak verelim:
“Son zamanlarda İstanbul’da açılan bir müessesede Rusyalı Mösyö Gurciyef’in (George Ivanovich Gurdjieff, ö. 1949) talime başladığı bazı hareketleri seyreden muhterem edebiyatçı Yakup Kadri Beyefendi’nin (Karaosmanoğlu) bu hususta yazdığı makale ile Ahmed Cevdet (Oran) Beyefendi’nin (ö. 1935) “Sen Fransuva Üçüncü Tarikatı” hakkında Cenevre’den gönderdiği mektup üzerine neşrine teşebbüs ettiğim “Bizde Tarikatlar” makalesine ilaveten bugün de “Semâ ve Devrân”dan bahsedeceğim. Çünkü Gurciyef’in talim ettiği hareketlerin Şark memleketlerinde yaygın, muhtelif tarikatlarda hâlihazırda tatbik edilen beden hareketlerinden iktibas ve meczedildiği şüphesizdir.
Semâ ve devrân meselesi Müslümanların irfan tarihinde evvel ve âhir birçok mütefekkirin zihnini meşgul etmiştir. İlk dönem âlimlerinden Ebu’t-tayyib’in, Allâme İbn Kuteybe’nin, Üstâd Ebu Mansûr-ı Bağdâdî’nin, Abdülmelik b. Habîb el-Mâlikî’nin, İbn Hazm’ın, Hâfız Abdullah b. Tâhir’in; geç dönem ulemasından İbn Kesir’in, Tarsûsî’nin, Tâceddin Abdurrahman’ın, İmâdüddin el-Vâsıtî’nin ve Şam Müftüsü Kutbeddin Ebu’l-hayr Muhammed el-Haydarî’nin (ö. 894/1488) bu meseleyi incelemek için risâleler yazdıklarını Kâtip Çelebi’nin Keşfu’z-zunûn’undan öğreniyoruz. Mesnevî-i Şerîf şârihlerinden İsmail Ankaravî Dede’nin Hüccetü’s-semâ’ı da elimizde. Devrân hakkında da hayli kitaplar yazılmış, muhtelif fetvalar da alınıp verilmiş!
Peki niçin bazı kimseler bazen bir araya toplanıp hay huy diyerek bağrışırlar; ayakta halka olup dönerler; ileri geri, sağa sola doğru dönerler; ellerini çırparlar; def ve başka sazlar çalarlar; ney üflerler? Bunlar oyun ve eğlencedir. Bunları yapanlar ve dinleyenler tekfire layıktır. Bu meseleyi böyle düşünen bazı mutaassıp güruh bir aralık işi azdırıp İstanbul’da tekkeleri yıkmaya bile teşebbüs etmişler. Bereket versin Köprülü Mehmed Paşa fesadı haber alıp derhâl ön ayak olanları öteye beriye sürgüne göndermekle çekişme ve tartışmayı bir süreliğine durdurmuş. Naîma Târîhi’nde “Meğer istişareleri bu imiş ki, İstanbul’da ne kadar tekke varsa yıktıktan sonra rast geldikleri saçlı ve taçlı dervişlere tecdid-i iman ettirecekler, kabul etmeyenleri de katledecekler…” Ancak Köprülü’nün gösterdiği o metânet (1657 senesi) fikirleri teskin etmemiş olacak ki, altmış yetmiş sene sonra Şeyh İsmail Hakkı Bursevî merhum bakın nasıl da ateş püskürüyor: “Ne acaipdir ki kendini ehl-i sünnetin büyüklerinden sayarsın, bu durumlarda haktan batıla kayarsın. Ne acaip meşrepsiz herifsin ki hayvandan betersin. Ne garip bozuk bir gönlün var ki eşekten betersin. Hz. Muhammed Mustafa’nın (a.s.) “Bizleri ferahlat ey Bilal”, “Benimle kelâm et ey Hümeyrâ (Hz. Âişe vâlidemize hitâben)” nutk-ı şeriflerini hiç mi işitmedin. Ah ah! Nice vesileler içindesin ama vesile nedir bilmezsin. Hadi yürü! Ya bu dünya gülzârında bülbül gibi inle ya da hoş sesli bülbüle kulak ver, ta ki dikensiz güle erişesin ve bir gül yüzlünün yüzünü göresin.” [Ara cümle: Resûlullah Efendimiz bir şeyden sıkıldıkları ve bu sebeple ruhani bir safaya nâil olmak istedikleri ve ruhen lâhût âlemine çıkmak arzu buyurdukları vakit güzel sesiyle meşhur Bilâl-i Habeşî’ye Kur’an okuturlardı. Lâhût âleminden yine beşeriyet içine dönmek istedikleri vakit, sevgili zevceleri Hz. Âişe annemize hitâben: “Ey Hümeyrâ, yani gül gibi pembe yüzlü, bana lakırdı söyle!” derlerdi. Seyyidü’l-mürselîn Efendimiz’in zevcelerine nasıl müşfik ve nazik bir eda ile hitap ettiklerinden ibret almalı!]
Ruhun bu derece bâriz bir ihtiyacını tatmin edecek en lâhûtî bir vasıtayı inkâr hususunda, kuru zühd ve tasassup erbabının bu kadar şedid davranmaları ne kadar da garip. Kâtip Çelebi Mîzânu’l-Hak adlı eserinde teğanni, raks ve devran meselesini pek tarafsız bir şekilde tartıştıktan sonra artık bu hususların inkâr edilmesini ve inkârcılara tarizde bulunulmasını yersiz addeder. Böyle bir şey abesle meşgul olmaktan başka bir şey değildir. Zira herkes görüyor ve biliyor ki böcekler ve kuşlar da ötmektedir. Hayvanların her biri kendi dillerince terennüm etmektedir. İnsanlar güzel sesler ve makamlarla ne yapmıyorlar ki: Çoban su kenarına sürdüğü sürüsüne kavalını dinletir ve sürünün suya saldırmaktan kavalını çalarak mani olur. Çölde Arap o bitmek tükenmez kum deryalarında devesini maval okuyarak yürütür. O koca hayvan bu nağmeleri duydukça hem hızını artırır hem de keyfinden sağına ve soluna dönüp bakar. Bütün yol ve yük hayvanlarının boyunlarındaki zil ve çıngırakların ne işe yaradığını bir düşünsene! Hindistan’da filleri çalgılarla aldatıp avlarlar. Velhasıl musıki durgun ve yorgun zihinlere açıklık, kasvetli kalplere ferahlık, cimrilere cömertlik, korkaklara cesaret, sert insanlara yumuşaklık verir. Masum yavrular sıcak sinelerine başlarını dayadıklarında annelerinin makamla söyledikleri ninnilerden daha tatlı hangi musıki olabilir?
Zamanın zaman zaman silleleri nice yüksek ve görkemli binaları hâkle yeksân ettiği hâlde, Mısır piramitleri kadar eski bazı sözler şiir kisvesine bürünerek yani kafiye ve ahenk himayesine sığınmak sayesinde bugüne kadar varlığını devam ettirmemişler midir? Aksi hâlde çölde kağıttan kalemden mahrum Araplar 1500 senelik Mühelhil’in, Lebid’in, Nâbiza’nın, Antere’nin şiirlerini nasıl muhafaza edebilirlerdi? Velhasıl en iptidai insanların bile kaba saba da olsa şarkıları ve sazları var. Hakikat böyle olunca onlara “çağrımayın, ırlamayın” diye tenbihde bulunmaktan ne hasıl olur? Çünkü o âvâzlar onların ruhlarından kopup gelir. Hem içimizden öyle coşkunluklar çıkmış ki Cemşid’in bâdeyi imalinden değil, daha asma kütüğü yaratılmazdan evvel aşk rüzgarıyla mest olup terennüm etmişlerdir. Bazıları da tas tas muhabbet şarabını içtikleri hâlde kanmamışlardır. Çünkü cemâl-i ilâhîye ve vech-i Hakk’a âşık ve müştak olanlara bilâhare Firdevs cennetinde içecekleri şişelerinin ağızları miskle mühürlenmiş “rahîk-i mahtûm” denilen şarabdan kendileri daha bu dünyada iken tecelliyât-ı ilâhiyye kadehleriyle sunulmuştur. Gavs-ı A’zam Abdülkadir-i Geylânî efendimizin mensupları tarafından dua gibi okunan Farsça bir gazelleri var. Bu gazelin bir beytinde Hz. Abdülkadir, mest hâlindeki bir nârâlarından bahsediyorlar. Tınısı hala âfâkı inleten bu nârâ, acaba cana hayat bahşeden o şarabdan (rahîk-i mahtûm) kana kana içilmese anılabilir miydi?
Acaba bu âhların ve nârâların, yanıp kavrulmaların sebebi nedir? Ve tatlı seslerle ahenkli nağmelerin ruh üzerindeki tesiri nereden kaynaklanmaktadır? Sufi ârifler bu âhları, efgân ve inleyişleri tabiatıyla kendi meşrep ve mezheblerine göre izah ederler. Onların başlıca akidesi vahdet-i vücûd olduğundan her meseleye o nokta-i nazardan bakılır ve tetkik olunur. Sufi âriflere göre masivadan hiçbir şeyin gerçek bir varlığı yoktur. Eşyanın varlığı rüzgârın esmesiyle deniz üzerinde ortaya çıkan dalgaların varlığı gibi geçicidir. O rüzgâr esmediği vakit dalgadan eser kalmaz. Yahut güneşin ısıtmasıyla su buharlaşarak havada bulutları oluşturur. Sonra dağlara ve ovalara yağmur olarak düşer ve tekrar su olur. Bu sudan büyük küçük dereler, çaylar ve nehirler meydana gelir. Ancak hepsi de oradan buradan, uzaktan yakından toplanıp kaynakları olan denize kavuşur. O dalgalar rüzgâr geçinceye ve hal sükunete erinceye kadar nasıl da inlerler? O dereler ve nehirler taşarak ve coşarak denize kavuşuncaya kadar gürültüyle nasıl çağlayıp akıyorlarsa, hayvanların ve insanların cümlesi de aslına kavuşuncaya kadar dert ve hicranla böyle feryad edip dururlar. Yalnız onlar değil zâhirde bizim cansız gördüğümüz şeylerin de birer zikri, birer tesbihatı var. Son zamanlardaki bilimin icatlarıyla da desteklenmiştir ki ne derin bir keşf ve irfanı vardır sufilerin: Sufilerin nazarında her bir şey “Hayy” ismine mazhar olduğu için zâhirde cansız olan şeylerde bile bir hayat sırrı vardır. Ancak onların gizli olan hayatlarını yalnız keşf ehli ârifler görebilir, bilebilir. Binâenaleyh İslam ârifleri yalnız denizlerin birbiri ardınca gelip giden dalgalarının velvelesini veya saba rüzgârı ile hafif hafif sallanan yaprakların hışırtısı gibi şairleri hislendiren sesleri değil, sivrisineğin vızıltısı ve kapı gıcırtısı gibi mânasız sesleri bile başka bir kulakla duyarlar. Bize hiçbir anlam ifade etmeyen o sesler sufiler için büsbütün başka hakikatler ifade eder. İşte kalp ve vicdanını bu kadar hassas bir derecede terbiye etmiş ve basiret gözünü tabiatın en gizli noktalarına nüfuz edecek kadar nurlandırmış sufilere “Hayır, sakın coşma, taşma, sallanma, dönme!” demek nasıl mümkün olur? Hareket ruhun ihtiyacı olan aşk ve şevkin bir semeresi değil midir? Aşıkların sevgilisi Muhammed Mustafa Efendimiz (s.a.v.) miracın son menzilinde Hakk’ın nuru içine lütufla gömüldükleri vakit, safalarından sağa sola meyletmediler mi? Gökteki yıldızlar, yerdeki cisimleri oluşturan bütün zerreler daimi bir harekette değil mi? Tabiattaki genel kanun olan bu dönme hareketi niçindir? Bunun sırrı nedir?
Sufi ârifler bu sualin cevabını şöyle vermişler: Yukarıda söylediğim gibi bu âlemde Hak’tan başka gerçek varlık yoktur. Cümle eşya o bir ve gerçek olan varlığın çeşitli suretlerde tecelli ve zuhurundan ibarettir. Bu zuhura sebep, gerek şarkta gerek garpta yetişen bütün âriflerin ittifakla izahlarına göre Aşk’dır. Sanki Hakk’ın zâtı kendi müstesna ve lâhûtî güzelliğini bir aynaya bakar gibi bakarak temaşa etmek için eşyayı var kılmıştır. İşte bu var etmeyle görünüşte ortaya çıkan ikilik, o âhların ve feryatların nasıl sebebi olmuşsa, varlıktaki umumi hareketin de kaynağı olmuştur. Ârifler bu hareketin istikametinin devrî yani döngüsel olduğunu söylerler. Yani yıldızlar hareketlerinde nasıl bir dairevi çizgi ve yörünge takip ediyorlarsa eşya da böyle bir daire resmeder. Binâenlaeyh bu devrin nihayeti başlangıcına erişir. Dervişliğin en büyük sırrı bu noktadır. Ancak bu sırada garip bir nazariye de ileri sürülmüştür ki yazmadan geçemeyeceğim. Malumdur ki Kur’ân-ı Kerîm’in haber verdiği üzere kadim âlimlere göre yedi kat gök vardır. Geleneksel astronomi ilmine göre her bir göğün maddesi şeffaf bir kubbeden ibarettir. Bu kubbelerin hepsi de dönmektedir. Bostan dolapları döndükleri vakit nasıl ses çıkarıyorsa, o kubbelerin dönmesinden de gayet latif ve ruhani nağmeler ortaya çıkar. Ancak göklerin bu lâhûtî müziğini herkes işitemez. Göklerin musıkisini uzun bir mücahededen sonra filozof Pisagor işitmiş ve o sayede musıki kaidelerini ortaya koymuş ve inşa etmiş. Kadim âlimlerin bu hikâyesi musıki ile ruhları müteessir olan kimselerin musıkiyi metafiziksel bir kaynağa dayandırmak istemelerinden neşet etse gerektir. Ruhlar da semavi değil mi? Yani güzel sesler ruhlara göksel vatanlarını hatırlattıkları için ferahlığa ve iç genişlemesine sebep olur. Bununla beraber göklerin bu ahengine inananlar bugün de mevcuttur. Leon Denis’in Ölümden Sonra adlı kitabından nakledeceğim şu satırları beraber okuyalım: “Maddi bağlarından kurtulan ruh, gökteki esîr cevherinin hafif titreyişini ve gök katlarından yayılan ince nağmeleri yavaş yavaş idrak eder, gök kürelerinin muazzam ahengini işitir. Âlemlerin sükut içinde çınlayan bu terennümünden, sonsuzluğun bu sesinden sermest oluncaya kadar neşeye garkolur.” Seslerin takip ettiği fizik kanunları ile son araştırmalarda ortaya çıktığı üzere seslerin tesirlerini konu edinen psikolojik incelemeler yazımızın kapsamı dışında olduğu için tabiatıyla bu konulardan dilimi çekiyorum.
Semâ ve devranın buraya kadar yazdığım sırlarına ilaveten konunun tamamlanması için sufiyye hazerâtının oyun ve eğlenceden ibaret olana, özellikle nefsin lezzet alması için tertip edilen ve şehveti uyandıran nağmelere itibar etmediklerini ve edemeyeceklerini beyan etmeye bilmem lüzum var mıdır?
Ancak burada mühim bir husus vardır ki hatıra geliyor? Mademki vezinli ve latif sesler hep aynı şeylerdir, nasıl oluyor da bazen makbul bazen mezmum olabiliyor? Tetkik ehli ârifler bu meseleyi şu suretle hallediyorlar: Malumdur ki yerde sürünen küçük bir böcek ile mevcudatın en mükemmeli olan insanı hareketlendiren ve diri kılan canlılık gücü tek bir şeydir. Fakat tek bir gerçeklik olan bu gücün ihtiva ettiği feyiz ve kabiliyeti ortaya koyması mazharı olduğu cismin alet ve uzuvlarına göre olabilir. Binaenaleyh o hakir böceği harekete sevkeden güç, insandaki göz, kulak ve beyin gibi aletler sayesinde hem görmek hem işitmek hem de soyut şeyleri ve hadiselerin sebeplerini akletmeye ve tefekkürde bulunmaya muvaffak olur. Tek bir şey olan nefes, adi bir düdük olan neyden dışarı çıkar. Sonra o neyi üfleyen zatın mahareti sayesinde hep aynı şey olan nefesin nasıl can veren nağmelere dönüştüğünü düşününüz. İşte bu deliller ile sabit olur ki bütün insanlarda tek bir şey olan ruhun da muhtelif mertebe ve makamları vardır: 1. Tabiat, 2. Nefs, 3. Kalp, 4. Ruh, 5. Sır. Tabiattan meydana gelen meyle “şehvet”; nefsden meydana gelene “heva”, kalbin meyline “aşk” ve ruhun semâ esnasında hasıl ettiği ruhani meyle “muhabbet ve sükun”, sırrın meyline “üns” denir. Velhasıl o latif nağmeler insanın yalnız şehvet hissini tahrik ederse makbul değildir. Zaten bu şehvet hem geçici hem de sınırlıdır. Yaş ilerleyip beden gücü eksildikçe zayıflığa düçar olur.
Binaenaleyh hevaperest olan kimselerin eğlenceleri süreksizdir ve bundan çabuk bıkılır. İhtiyarlık zamanında ise o lezzet de kalmaz. Ancak ruha taaluk eden safaların bir sınırı ve haddi yoktur. Bu safa sonsuz kâinat kadar geniştir. Yaş ilerledikçe ve kemal arttıkça, insan ondan daha ziyade safalara erişir. Böyle insanı Hakk’a yaklaştıran ruhani ve lâhûtî semâ ve devran nasıl hor görülebilir ki?
Kızıltoprak / İstanbul
25 Mart 1337 / 07 Nisan 1921
* Doç.Dr., Marmara Üniversitesi ilahiyat Tasavvuf Anabilim Dalı öğretim üyesi