DERVİŞ: YETMİŞE KARŞI BİR OLMAK
Kadri Akkaya
Doğum ile ölüm arasında geçen hayatın binbir menzili, sonunda salt bir – işaretinde saklanır: Abdurrahman Cahit Zarifoğlu (1.7.1940 – 7.6.1987) gibi.
“Fakat hayır / Her menzilde bakılır başka bir menzile”
Milletin mabetlerine minaresiz ve bodrum katlarında kerhen müsaade edilen zaman diliminin 1940 yılı Ankara’sında aslen Maraşlı olarak Hacı Bayram Veli makamına yüz metre mesafedeki mütevazı bir evde dünyaya bakış. İlk menzil.
Üç sene sonra çocukluğunun Silvan’ı, başka bir menzil. Ondan sonra ise “Evimizde her türlü musibete ve hastalığa karşı tek bir doktor vardı: dua ve aspirin. Daima şifa bulurduk.” dediği ilkokul çocukluğunun Siverek’i.
Gittikçe artan ve dayanma sınırlarını zorlayan kanserli vücut acılarının dindiği dünya yolculuğunun son menzili: İstanbul’un Küplüce’sinde, ağaçların altında, çiçeklerle beraber.
Cem, Ahmet Sağlam, Vedat Can müstearlarıyla da biliniyor. Öğretmen vekilliği, İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı yüksek lisans öğrenimi, Bâb-ı Âli’de Sabah ve Hakimiyet gazetelerinde teknik sekreterlik, Almanca öğretmenliği, bazı kurumlarda memurluk ve TRT Genel Müdürlüğü’nde mütercim sekreterlik.
Şiir başta olmak üzere edebiyatın diğer türlerinde de ürünler verdi. Örneğin çoçuk edebiyatınına katkıları vefalı dostlarından ve konunun uzmanı, şair Mustafa Ruhi Şirin’den okunabilir.
“Bordeaux 1972. Asma köprünün ışıkları yanmıştı. Akşamın yeni başlayan karanlığında ışık yalazının vurduğu camlaşmış açık mavi göğün önünde. Süratle geçtik altından. Parise beş yüz kilometre yolumuz var şimdi.”
Aylardan ağustos. 1873 yılından beri Paris’in ağustos ayı sıcaklıklarının en düşük dereceye indiği 1972’nin sanki güz başlangıcındayız. Kent’in 1 numaralı metro hattının geçtiği Şanselize Caddesi üzerindeki ünlü kahve Le Colisse’nin metro çıkış mahalindeyiz. Genç adam metro durağından hafif koşarmış gibi ve sevinçle çıkıyor. Saçlar hür, kendiliğinden ve rüzgârla geriye uçuyor. Gömlek üstüne giyinmeye hazır kazak omuzlara atılmış. İnce, Güzel Adam’ın arkasında Le Colisse kahvesi ve Şanzelize Caddesi’nden bir kesit. İşte şimdi o da hemen hemen her Batıcı’ya “tekkelik” eden kentlerden birinin konuğu olmuştu.
Görünürde Touring’de ve Dalaman Kağıt Fabrikası’nda kazandığı küçük bir meblağ idi onu yola çıkaran. Görünmeyen, içten gelen ve kimine “bu ne cesaret bu ne maceralı karekter” dedirtecek saiklerden birisi; değişik kültür coğrafyalarından tanıdık ve dostlar (Monik, Alda, Jan, Sandra, Berbel, Dosto, Tom, Seya ve diğerleri) edinmiş olmasının yanı sıra, yakın ve uzak çevresindeki hem cansız hem de canlıları hayretle ve ayırdına vararak algılayan bir iç gözünün olmuş olması. Kendi kültür coğrafyasının iki asır öncesi birkaç âliminin, daha sonraları çoğu münevverinin ve en sonunda da hemen hemen her Cumhuriyet aydınının sanki boynu tekrar geri dönmezcesine Avrupa’ya bakış sabitliğinin neden ve niçinlerinin künhüne ermek ve de bir zamanların Endülüs’ünün yerinde şimdi neler kalmış olduğunu görmek de cabası.
Ne Sartre’ın sıkça uğradığı sokak kahvesi Le Flore, ne de Yahya Kemal’in bohem zamanlarının uğrak yeri olduğu iddia edilen La Closerie des Lilas kahvesinde bir şeyler içti. Congress for Cultural Freedom’dan doğrudan ya da dolaylı desteklenen, çok sesli görünen tüm edebiyat dergilerine de ilgisizdi. Hayır, şu “muassır medeniyet”in en gelişmiş pazar yerini, oranın yerli halkını ve dünyanın her tarafından bu yaldızlı kente akın eden turistleri gözlemlemek oldu amacı. Salt “görmek ve görülmek için uğranılan” o ünlü Le Colisse kahvesi yanındaki metro durağından Şanzelize’ye çıkmak en uygunuydu. Daha sonraki zamanlarında ise bu ülkenin kendi kolonilerinden ya da dünyanın çeşitli yörelerinde işgâl ettiği yerlerden, gerek tatlı dille, gerekse haramice gaspedip başkentinin müzelerine kapattığı eserleri görmek için zaman ayırdı. İstanbul’un Mütareke Dönemi’nde Ali Emîrî Efendi eğer işgâlcilerin teklifini kabul etmiş olaydı, şimdi onun küthüphanesi burada görebileceği yerlerden biri olabilirdi.
Almancasını ilerletmek için Dino Buzzati’nin Viyana’da İngrid Parigi’nin Die Lektion des Jahres 1980 adıyla 1962’de yayınlanan “1980 Dersi” adlı öyküsünü okumaya dalınca ineceği durağı geçmiş, buluşma yerlerine geç gelme hâlleri oldu. Tanıdık ve dostları çalarplaklarından Fabrizio de Andre’den gündemi henüz geçmemiş “quista di Marinella e la storia vera..” dinliyorlardı. Melodi, Endülüs’den emanet gitarın hatırına ve melonkoliyle karışık neşesi hoşuna gitti. Gitarın o hoş sesini bizzat icraya kalkışma cürreti de gösterdi. Sonraları, bulamadığında gitarına yaban kirazı ağaç kabuklarından penalar yapacaktı. “Günah çıkarmanın daha organize bir türü olan ‘psikanalizle tedavi” konusu kafasını epey kurcaladı. Gitmiş, gezmiş, görmüş ve sonra hükmünü şöyle vermişti: “Batılılar ve Hristiyanlar da doğru söyleyebilir ama biz onları mihenk taşımıza vuralım.”
Fransa’da, özellikle de Paris’te çoğunlukla Portekizli göçmen işçilere, atalarının çoğu Birinci Dünya Savaşı zamanından kalma Cezayir kökenli emekçilere ve işgücünü buralarda maddiyata çeviren Türkiye’den gelmiş birkaç göçmen insana da rastladı. Sorbonne Üniversitesi ve Monge Metro Durağı yakınındaki mabedin içinde değişik ırk ve kültürlerden mümin kardeşleriyle vardığı secdelerin verdiği ruh sakinliği ona: “Dünya diz çöktüğün yer kadardır.” dedirtti.
Evinde ölüsü ancak iki hafta sonra bulunan yaşlı kadının gazete haberi Paris’in yaşlı insanların hemen hemen hepsinin neden birer köpek edinerek küçücük dairelerinde yalnız bir hayata karşı hem tedbir hem de canlı bir refik edinme isteklerine somut bir izah oldu.
Biarritz, San Sebastian 1972.
“Solmadan yanilenen badanalarıyla yıkıksız evleri” ve “denizden onbir kilometre içeride bir Fransız kasabası” Souston misafir olduğu başka bir menzil oluyor. “Lö lak nuar üzerinden azura” giden yol üzerindeki bu köyden yaya olarak ve tabiyatı gözlemleyerek gittiği okyanus sahili “birşeyi değiştiriyor insanın içinde. Başkalaştırıyor. Şimdi kıldığın bütün namazları yeniden kılmak istiyorsun. Çünkü zannın güzelleşmiş ve büyümüştür.” dedirtiyor ona.
Biarritz’de satıcılar hedef kitleleri turistlere uyguladıkları satıcı maharetleriyle ona da “durmadan kartpostal aldırıyorlar”. Ayrıca “ufak bir deri cüzdan” da satın alarak, “elindeki ‘iğne delikli, ince sağlam kağıtlı’ franklarını içine” koyuyor.
Madam ve Mösyö Badet’ler onu İspanya’daki boğa güreşlerinin benzeri sınıra yakın “yörenin ata sporlarından İnek Güreş’lerine götürüyor.” Neden o hayvanlarla böyle uğraştıklarını ve onları neden muhattap aldıklarını sorunca da “İnsanın hayvandan yüce olduğunu kanıtlıyoruz böylece.” diye cevap veriyorlar.
Bir an önce Endülüs’ü görebilmek için taşıtını hızla diğer bir menzil yeri olan San Sebastiyan’a sürüyor. “Seri bir tur. Nehir, köprüler, müzeler..” derken şehri arkada bırakıp dağların çağrısına kulak veriyor. Turistlerin taşıtlarının yoğunluğunu Prene’nin dağ yollarından “kuşların refakatinde yorucu bir yolculukla” değiş tokuş ediyor. Nihayet, bir dağın başında “O delice içine doğru” çaba sarf ettiği “Endülüsün, hemen bir zar kalınlığı yakınında, arap atlarının, arap şairlerinin, Endülüs bilginlerinin, kandillerinin hemen yakınında emin bir uykuya” varıyor. Ve kendi kendisini içgözlem tesbiti:
“O yaz otuz iki yaşında olmanın değil, daha erken bir yaşın, bir yaşamak’ın dengesindeyim. Görebildiğim kadar dağ görmek istiyorum.”
Döndüğü ülkesi ile ülküsündeki ülkesi arasındaki fark ona karnında gittikçe sıklaşan vücut ağrılarından da çok acı veriyordu. Daha dört nesil önce ücretsiz su, özel günlerde şerbetler dağıtılan sebillerinden; muhtaçlara yiyecekler dağıtılan külliye köşesi imarhanetlerinden haberi olmayan insanına anlatamadıklarını tüm değerlerin ters yüz etme teklifi getiren Nietzsche bile işte o sersebilleri anlatamazdı. Çare: “Ana ve babası yok bir öksüz çocuk gibi ‘yaşamak’a sarılıp büyümeliydik” diyordu. Şahsiyetler etrafında konsantre olmuş bir okul ya da ocak şeklindeki dergiler yerine, daha çok duygusal ve fikirsel beraberlik etrafında, düşünsel ve sanatsal arayış etrafında bir oluşum, bir kültür ve edebiyat muhiti oluşturmak için Mavera Dergisi’nin yayınına ve mutfağındaki her türlü uğraşına el ve emeğini veriş. Nitekim: “‘Bir mendil boyu’ da olsa bize ‘geniş bir sofra’ gibi gelecek Mavera’nın sayfaları ‘aramıza yeni katılan arkadaşlar” için bir sofra olacaktı.”
Fethi Gemuhluoğlu gibi şahsiyetler tarafından yanına yöresine kadar getirildiği hâlde “tasavvuf sohbet havuzlarının” içerisine bir türlü giremediğinden yakınan şair, en nihayetinde bir Anadolu ereni, Hâlidî şeyhi Abdürrahim Reyhan (1930-1998) Erzincanî’ye mürit olmuştur. “Kalbime baktım.. O zaman tanımadığım birine derin bir özlem duydum.” dedikten nice zaman sonra, o “Özlemini Duyduğu”na doğru refakat edecek Efendisi’ni bulmuş olur.
“Eski şairliklerim gitti gözümden / Gayridir başka bir hal kuşanıyorum.”
Şiirlerinde ve diğer çoğu edebi metinlerinde kendi özünün, nefs mücadelesinin; bir yanda kendisinin dışındaki dünyayla, diğer yandan da yine kendi iç dünyasındaki ruhsal derinleşmeleri samimice ve aşama aşama anlatmıştır. Yaşamak’ın neredeyse ana temasıyla; Özgürlüğe Doğru ve Kabul şiirleriyle kendini dışa vuran o tasavvufi ceht ve gayret yolunu Ateşli Hastalıklar’da “Yarab şifa sendendir / Etten ottan değil.” diyerek, şiir ve sanat anlayışındaki ustalığı artık zamanının derviş bir şairi olarak sürdürmüştür. Kabul ile başlayan; Kayıt, Ayna, Menziller, Korku ve Yakarış, Zahmet Vakti ve Başım Eğik Dilim Kapalı Gözler Kançanağı Anlamında isimli şiirleriyle devam eden ürünleri bunlara birer örnektir.
Edebi malumat sahibi olduğu hâlde, bunlara pek atıflarda bulunmadı. Fuzûlî’yi, Yunus’u, Şeyh Galib’i, Necib Fazıl ve Sezai Karakoç’u hakkıyla anlamakla kalmamış; kimi Batı şiirlerindeki hikmetleri de görmezden gelmemiştir. Almanca şiir ya da Rilke konusundaki yetkinliği İstanbul Üniversitesi’nden kabul gördüğü yüksek lisans düzeyinin de üstündedir. Ne yazık ki, kendisinin bizzat yayımlayamadığı Stefan Andres’in konusu İspanya’daki İç Savaş’ın uzun bir hikâye olarak anlatıldığı Wir sind Utopia’sı / Biz Bir Ütopyayız adlı öykünün Türkçe çevirisi bugün – kültür ve edebiyat ürünlerini kanonlayan ve karar verici mevkilerdeki kanaat önderlerine teklif olsun- Almanca’dan Türkçe’ye Tarabya Edebiyat Çeviri Büyüködülü’nü almaya layık bir edebiyat tercümesidir.
Aynı ölümcül hastalığa yakalanan başka güzel bir adama moral vermek için Üsküdar’ın havadar bir yerinde sabah kahvaltısı. Vücut acılarını unutturmak için yeni açan erguvan çiçeklerinden ve içerisinde oturulan korudaki ağaçlardan gelen kuşların güzel cıvıltılarından bahsedildikçe; o hep ‘bir Derdi’ ve ‘bir Davası’ olmuş insan: “Az önce gelirken sahilde gösterdiğim yalının önüne boğazdan kayıkla gelip koca Paşa’ya”: ‘..Tev-fik! / Ge-li-ni-ni all-ma-ya gell-dik!’” diyerek sarhoş cesaretiyle ve hakaretle korkutmaya çalışanlardan, kimine anlattığının perdesini biraz daha da açarak devam etmiş oluyor. “Büyük bir tokmakla vurulan milletimizin başının” muhakkak bir gün kendine geleceği ve hakiki özüne döneceği umudunu ifade ediyor. Çok sevdiği Üsküdar üzerine yazmayı düşündüğü şiiri bitirecek kadar bir ömür niyazıyla ve o andaki ruh haliyle: “Şükür biraz iyiceyim. Ama bu durum bana yabancı değil. Bu menhus hastalık son demlerine yaklaşırken sanki hiç gelmemiş gibi bir hâl aldığı zaman oluyor. Bir ara Cahit’de benim gibi, işte böyle iyileşir gibi olmuştu. Sevinmiştik. Sonraları; ziyaretimin birinde yine onunla sanki beraberce mürşit önündeymişiz gibi sükût sohbeti yaşadığımız bir an, aniden daha da şiddetlice gelen ağrıları esnasında, onun: ‘Bağımsız başım, dayatmaya ve tahakküme karşı başım’ deyişini hatırlar ve ‘şiir avcısı bir kalb, projeler üreticisi bir beynin işlevsizliğe doğru yavaş yavaş gidişine gün be gün şahid olmak ne acı..’ diye içimden çaresizliğimi terennüm ederken, onun o dayanılmaz karın ağrı ataklarının yüzündeki yansımalarına, buna rağmen onun takdirata teslim olmuş ruh haline de hayran olurdum.”
Devam ediyor: „Cahit ile son görüşmelerimizden birinde, yalnız kaldığımız bir anda elimi sıkıca tutarak: „Erdem, kırlarda çiçekler bensiz açacak artık‘ dedikten sonra ölüm haberini alınca‚ ‚Înna lillahi ve İnna ileyhi râciûn‘ hakikatiyle yüzyüze olmuştum. Aklıma onun:
‘Kardeşim
dedim,
acılarıma da
kardeş olur
musun?’
dizeleri geldi ve ruhuna ilk Fatiha’yı gönderdiğimde sanki hâla yaşıyormuşcasına ama aynı anda sanki vefatından önce bana: ‘Çocuklara.. Artık Mevlüt yapamamak, masal anlatamamak.. Arkadaş, sayısız acımdan çoğuna ortak oldun.. Onlar, önce Rabbim’e .. emanet’ dediği de bugün gibi gözümün önünde.” diyor ve eski kuvveti sancılardan etkilenmiş o davudi sesiyle ekliyor: “Şimdi o da yıllardır toprağın altında. Bizim oralarda söylendiği gibi, o nice sanatçı adaylarına kelep kelep ürün verecek aşılar yaparak geçindi. Toğrağının altında yatan Allah dostu ve has insanların serpiştirdiği güzelliklerin büyümesi ve çoğalması toprak üstündeki yol kardeşlerinin dünyadaki ehillikleriyle orantılıdır. Bu şuurla, yarın kıyamet kopacak da olsa, biz yine de son nefese kadar elimizdeki canlı fidanı toprağa dikmekle mükellefiz.”
Gerçek aşk sevdiğine kavuşma isteği Yunus’da başka, Zarifoğlu’nda başka başka gibi görünen o bir olan duygu ve bilinci Fuzûlî: “Yâ Rab belayı aşk ile kıl aşina beni / Bir dem belayı aşktan etme cüda beni…” diye terennüm eylemiştir. Büyük hükümdar Kanuni nasıl ki Fuzûlî’yi yakınına getirtip dinlemeyerek bir kültür siyaset hatası işlediyse, bugün de Kadıköy’den İstanbul’a “geçtiğini” ya da Taksim’den İstanbul’a “indiğini” bilmeyerek büyüyen ve karar verici makamlara gelenlere kelâm eden nasihat ehline “Selâm verdim rüşvet değildir deyü almadılar.” dedirtmesin!
Kendi sözleriyle “seçkin bir kimse” değildir; eski günahları “dipdiridir”, kendisine hediye ve emanet hayatı da “boş” geçmiştir. Üstelik yaptığı ibadetler de eksik ve kusurludur. Bunlara rağmen –besmeledeki vaadce- bağışlanmayı dilemekten de vazgeçmez:
“Sana zorsa yanmaya razıyım
Kolaysa affı esirgeme
Hayat boş geçti
Geri kalan korkulu
Her adımım dolu olsa
İşe yaramaz katında
Biliyorum
Bağışlanmamı diliyorum.”
Hakkı teslim etmekten başka gayreti olmamış şaire, şimdi sanki siyasi liderlerin peşine takılmış ve onları putlaştırmaya mana da verecek taraftarlıklar; yani araçların yetkinliği tartışmasında nefes tüketerek boşuna boş viteste gaza basmamak lazım. Onun “özlemini çektiğimiz ve ihtiyacımız olan edebiyat ve düşünce atmosferini oluşturma” uğraşı olmasaydı şimdi görünen kabiliyetler, liderler ve kavilleşenler olabilir miydi? Bir futbol kulübü fanatiğinin taraftarlığıyla, elindeki mermiyi serserice sarfedercesine şiirlerini, sözlerini gelişigüzel “paylaşmamak” lazım. Muhatabın kalbini cezb, ancak cezb hâlindeki bir başka kalp cezbeder. Onunla yoldaş hâli yaşamak, yoksa sükût etmek en iyisidir.
Son yılları, sanat ve edebiyatının son dönemlerdeki belirleyici hassatiyeti bir mümin, bir derviş hassasiyetidir. İçinde hep var olan o “öz”ü manen besleye besleye bohem denebilecek gündelik yaşamını yok edip, hep bir seven olarak Sevilen’ine, yani arzuladığı mutmainliğe; telvinlerden ve kesrettenlerden tevhide ulaşmış ve nihayetinde “yetmişe karşı bir” derviş olarak, 7 Haziran 1987 günü “geçinmiştir”.
En güzel taziyelerden birinin ölümünden üç hafta sonra Metris Cezaevi C koğuşlarındaki sevenlerinden geldiği söylenir.
“Bakın okuduk meslek edindik çoluk çocuk edindik halı malı edindik nice dertler sevinçler edindik ama gözümüzün önünden kalınlarından değil en incelerinden tek bir perdecik kalkmış değil. Bütün büyük fetihlerin önünde dervişler vardır. Az olalım zararı yok, yetmişe karşı bir olalım, zaten hep öyledir ama ilkin dervişler olalım.”
Devşirilmiş olsaydı evrensel hâkim edebiyat kamuoyunda bugün “dünya şairi” olurdu. O ise dervişliği seçti.
Önce kendimize söyleyelim: Bu bir “‘Olmak’ uğraşı” değil, aksine bir “’Bulma uğraşı’” metin olsun! ‘Olmak’ uğraşı onlarda, ‘Aramak’ uğraşı bizde! Yollar duman; yoldaki dağlarda kar ve tipi de olsa; ne diyor bir Anadolu türküsü: “Zemheriden sonrası bahardır, bahar!”