Klasik, Modern Felsefeler ve Din Açısından Ölümün Anlamı
Kasım Küçükalp*
Ölüm tüm insanlık tarihi boyunca insan zihnini meşgul eden en önemli varoluşsal meselelerden biri olagelmiştir. Aslına bakılırsa insanı düşünmeye sevk eden en önemli olayın ölüm fenomeni olduğunu dahi söylemek mümkündür. Luc Ferry›nin bilhassa altını çizdiği üzere felsefe, insan hayatını felç eden bir fenomen olan ölüm karşısında alınan bir tutum olarak doğmuştur. Bu bağlamda ifade edilmelidir ki, gerek felsefe gerekse din, insanın yaşamı boyunca sürekli bir biçimde yüzleşmek durumunda kaldığı ölüm fenomeni karşısında nasıl bir pozisyon almak suretiyle, fanilik bilincine rağmen yaşamını anlamlı kılacağına dair düşünme imkânı sunan iki farklı yol olarak görülebilir.1
Özellikle Aydınlanma düşüncesi ekseninde şekillendiği ve büyük ölçüde rasyonalist, pozitivist, natüralist ve materyalist terimler ekseninde kavranıldığı şekliyle felsefe, beşeri düşüncenin imkanları dahilinde, herhangi bir aşkın referans noktasına başvurmaksızın ölüm karşısında nasıl bir tutum alınacağının imkanlarını soruştururken, din ve dini tefekkür biçimine yakınlığıyla tebarüz eden ve hemen hemen modern öncesi düşüncenin hakim istikametini belirleyen idealist felsefe anlayışı ise, salt insani ve dünyevi bir hakikat fikrinin sınırları içerisinde kalmayan karakteriyle, ölüm karşısında alınacak tavrı aşkın bir varlık ve hakikat fikrine müracaatla belirleme cihetine gitmiştir.
Bu bağlamda ifade edilmelidir ki, insanın dünya içre varoluşunda nasıl bir pozisyon alacağı, bir bakıma ölüm karşısındaki tavrı tarafından belirlenmek durumundadır. Ölümün, insan varlık ve imkanlarının sonu olarak görüldüğü bir varoluşsal durum ile, insanın gerçek bir varlık olma imkanına açıldığı en büyük imkan olarak telakki edildiği varoluşsal bir durum arasındaki fark, dünya içre varoluşun hem biçim hem de içerik bakımından nasıl şekillendirileceğini de belirleyecektir. Yukarıda da örtük bir biçimde ifade edildiği üzere, düşünce tarihi boyunca ölümün ne şekilde anlaşıldığı hususu, benimsenen varlık ve hakikat telakkisinin mahiyeti ile alakalı bir mesele olarak izah edilmek durumundadır.
Örneğin varlığın maddeden müteşekkil bir mahiyet arz ettiği düşüncesine bağlı olarak, tüm niteliksel farkları niceliksel bir temele bağlı olarak izah eden materyalist dünya görüşü açısından ölüm, biz varken olmayan, var olduğunda ise bizim olmadığımız bir fenomen olarak görüldüğünden ötürü, sürekli zihni meşgul etmek suretiyle yaşamdan alıkoymaması gereken bir durumdur. İlkçağ materyalistlerinden Epiküros tarafından savunulduğu şekliyle bu yaklaşım, “Ölüm varken ben yokum, ben varken ise ölüm yok.” düsturundan hareketle, ölüm fikrini, düşünmenin dahi çelişkili olması gerekçesiyle, gerçekte korkulmaması gereken bir olay olarak kavramış ve yaşama yabancılaştırıcı boyutunun üstesinden gelme mücadelesi vermiştir.
Materyalistler açısından bakıldığında ölüm, canlılığın ortadan kalkması anlamına gelmekte olup, canlılığı meydana getiren maddi unsurların, tekrar maddeye karışması anlamında, dağılmasından başka bir şey değildir. Ölümün korkutucu bir olay olarak görülmesi ise, ölümden sonraki hayatla ilgili yanlış inançtan kaynaklanmaktadır. Oysa ölümden sonra, bu dünyadaki yapıp etmelerimize bağlı olan başka bir hayat fikri, materyalizm açısından bakıldığında, kökeni insani doğal varoluşa dayanan dinsel bir yanılsama olduğu için, reddedilmek durumundadır. Böyle bir reddetmenin gerçekleştiği bir varoluşta ise, ölüme bağlı mutsuzluk ve korkular için geçerli bir sebep de kalmayacaktır.
Buna karşın, idealist felsefeler ise ölümü bir son olarak değil, gerçek bir imkân olarak görüp, bu dünyadaki varoluşun biçim ve içeriğini ölüm fikrini hatırda tutmak suretiyle tayin ve tespit etmenin önemini vurgulayagelmişlerdir. Batı felsefesi geleneğinde Pythagorasçılık, Sokrates ve Platon tarafından temsil edildiği şekliyle idealist felsefeler açısından ölüm, insan için korkulacak bir durum değil, ruhun, hapsedilmiş olduğu maddi kafesinden kurtulmasının yegane imkanı olarak görülmüştür.
Keskin bir ruh-beden dikotomisi çerçevesinde şekillenmiş olan idealist felsefeler açısından bakıldığında, insan varlığında açığa çıkan tüm ahlaki hastalıkların temelinde bedenin insan varlığı üzerindeki etkileri bulunmakta olup, insan ruhunun söz konusu etkilerden mutlak bir biçimde kurtulmasına işaret eden ölüm gelmeden önce de, insanın bedeni etkileri sadece gereklilik düzeyinde tutması ve ruhun (aklın) gözünü açma mücadelesi içerisinde olması gerekmektedir. Daha Sokratesçi ve Platoncu bir biçimde ifade edildiğinde, insan ruhu henüz bedenleşmezden önce idealar (hakikat) diyarında ruhu ile hakikati temaşa etmiştir. İnsanın hakikati unutması, içinde bulunduğumuz bedensel varlık dünyasına bağlı olup, unutmanın sebebi ise insan bedene bağlı zuhur eden hallerdir. Bu yüzden insanın bu dünya serüveni, şayet hakikati arzu ediyorsa, ruhunu bedenin etkilerinden kurtarıp, ruhun gözünü açma mücadelesinden başka bir şey değildir. Biraz da uzak doğu kökenli felsefelerin ve Pythagorasçılığın etkisiyle söz konusu idealist yaklaşım, ruh göçü olarak bilinen düşüncenin de etkisinde kalmış ve bu dünya hayatının, gerçek bir arınma gerçekleşinceye kadar, ruhun, yeniden ve yeniden bedenleşme sürecine karşılık geldiğini ileri sürmüştür.
İdealist perspektifle benzerlik taşımakla birlikte, mahiyeti itibarıyla ondan farklılık arz eden kitaplı dinler de, her ne kadar felsefileşmiş Hıristiyanlık idealist çizgiye çok yakın olsa da, insanı ruh ve bedenden müteşekkil bir varlık olarak görmektedir. Özellikle İslam dini söz konusu olduğunda, insan, her ne kadar ruh ve bedenden müteşekkil bir varlık olsa da, bütünlüklü bir kendilik olup, ölümden sonraki hayat da, söz konusu bütünlüğün, Allah’ın yeniden diriltmesi sayesinde korunduğu ve dünyadaki yapıp etmelerine bağlı olarak mükâfat ve cezaya çarptırıldığı bir mahiyete sahiptir. Hz. Peygamber’in “Ölmeden önce ölünüz.” buyruğu aslında insan hayatı için ölümün ne denli büyük bir olay olduğunu işaret etmenin yanısıra, insan varlığının, ölüm gelmezden önce faniliğini idrak etmesinin önemini vurgular niteliktedir. Söz konusu dini perspektif açısından bakıldığında, ölüm insana aslında her an deneyimlenen faniliğini hatırda tutma fırsatı kadar, tüm itibari varlık fikrinden vazgeçmek suretiyle varoluşunu anlamlandırma fırsatı da sunan en büyük olay olmak durumundadır.
Buna karşın, kendisini, özne merkezli hümanistik bir metafizik yoluyla temellendirme iddiasıyla geleneksel düşünce ve yaşam biçimlerinden keskin bir biçimde ayıran modern düşüncenin ise, akıl ve bilimin sunduğunu düşündüğü kesinlik ideali çerçevesinde, ölümü de epistemik bir mesele olarak ele alma cihetine gittiğini söyleyebiliriz. Hakikat ve değer meselesinin dahi, epistemik öznenin söz konusu kesinlik fikrine bağlı kılınması, insanın, aşkın bir varlık ve değer fikrine olan inanç yitimini de beraberinde getirmiştir.
Daha farklı bir şekilde ifade edildiğinde, hümanistik bir düşünme biçiminin hâkimiyeti ekseninde şekillenen modern düşünce, klasik düşüncede hiçbir biçimde söz konusu edilemeyecek bir düşünce güzergâhı içerisinde, bilgi ile inancı keskin bir biçimde ayırmak suretiyle, hakikatin aşkınlığına olduğu kadar, insanın ebediyet nosyonuna olan inancının da ortadan kalkmasına yol açmıştır. Öyle bir inanç yitimidir ki bu, akıl ve bilimin öngördüğü kesinlik fikri dışında kalan her şey gibi, bütün bir klasik düşünce tarihi boyunca hâkim perspektif için olmazsa olmaz bir değer ve anlam imkânı olarak kabul gören ölümden sonraki hayata olan inanç da, irrasyonel addedilmek suretiyle düşünümün dışında bırakılmıştır.
Ölüm fikrinin hayat ve varoluşun bir parçası, hatta beşeri varlığın dünya içre varoluşunun anlam ve değeri için olmazsa olmaz bir olay olarak görüldüğü klasik düşünceyle, ölüm ve hayat veya varoluş arasında tam bir karşıtlık ilişkisinin kurulduğu modern perspektif arasındaki en büyük fark da bu noktada açığa çıkmaktadır. Süleyman Seyfi Öğün’ün de özellikle altını çizdiği üzere, modern düşüncede karşımıza çıktığı şekliyle “Hayât-ölüm karşıtlığı kurmak, aslında her ikisine de ayrı birer varlık alanı kazandırmaktır. Hayât ile ölüm arasındaki kategorik ayırım, giderek “aşırılaşmış”, hayât ile varlık; ölüm ile yokluk arasında bir özdeşlik kurmayı doğurmuştur. Oysa ölüm ile yokluk ilişkilendirmesi sâdece empirik bir kofluktur. Ölenlerin beş duyu alanımızdan çıkması onların yok olduğuna bir karine oluşturmaz ki…”2 İşte tam da budur, modern zamanlarda ölüm fikrinin epistemik yollarla yaşamdan koparılışı ve ölüm fenomenine rağmen, ölümü dışarıda tutan bir varoluş formunun inşa edilişi.
Kuşkusuz modern zamanlarda zuhur eden teknik ve araçsal rasyonalizmin hâkimiyetine paralel olarak, bilimi de yedeğine alan kapitalist yaşam pratiği, çeşitli evrelerden geçmek suretiyle çağdaş tüketim kültürünün imaj ve oyun dünyasına vücut vermiştir. Hep bir şeylere geç kalmışçasına, varoluşunun anlam ve önemini, imajinatif bir varlık düzleminde itibari varlıklar lehine erteleyen çağdaş insan, Heidegger’in özellikle vurguladığı üzere, Varlığın anlamını unutan, hatta unuttuğunu dahi unutan karakteriyle, gündelik yaşam dünyasının sözde gerçekliklerine müptela hale gelmiş ve varoluşunun en büyük imkânı olan ölüm fikrini örtbas eden bir yaşam dünyasında yaşamak durumunda kalmıştır. İnsanı ölüme doğru varlık olarak tanımlayan Heidegger’e göre, bir imkân olarak ölüm, insanın sahici bir varoluş pozisyonu alması bakımından son derece önemlidir. İnsan dünya içre varlık olarak, kendi varoluşsal sorumluluğunun bilincine yalnızca kendi ölümlülüğünün idrakiyle ulaşabilir. Bununla birlikte kitle içerisindeki insan, ki Heidegger buna onlar alanı (das Man) der, gündelik hayatın telaşı içinde hem varoluş sorumluluğunu tehir eder, hem de faniliğini unutur.
Çağdaş yaşam pratiği, dünyanın oyunsu çehresini en cömert formuyla açığa çıkardığı bir simülasyon dünyası olarak görülebilir. Bırakın ölümü düşünmek, ölüm düşüncesini hatırlatan her şeyin adeta kapı dışarı edildiği bu dünya, varlık ölçütünün imajla özdeşleştiği bir dünya olup, itibari varlıklara itibar eden, böylelikle de Varlığın itibarına tüm kapılarını kapayan çağdaş insanın sloganı ise, “Görünüyorum o halde varım.”dır. Şayet itibari bir değeri olacaksa, ölümün bile bakışlara etki eden boyutuyla sağladığı imaj değeridir aslolan. Etkili bir ölüm, kahramanlık göstergesi olma imkânı sağlıyorsa eğer, tercihe şayan bir ölüm olarak değerlendirilecektir çağdaş zamanlarda. Zira etkileme-etkilenme diyalektiği içerisinde, taklidin gerçekten daha gerçek addedildiği bir oyun dünyasında, ölümü değerli kılan da, ölümün insana sağlayacağı imaj değerinden gayrı bir şey değildir.
Felsefe dahi, oyun bozma fonksiyonunu, niceliğin egemenliği içerisinde, tüm niteliksel farkların anlam yitimine uğratıldığı bir simülasyon evreninde yitirmek suretiyle, hakikat ve varlığı mekansallaştırmış, insanı ulvi amaç ve anlamlarından mahrum eden dil oyunları çokluğu içerisinde çağdaş rölativizmi meşrulaştıran bir söylem formuna bürünmüştür. Farkı kurtarma telaşıyla, farkı farkta yitiren felsefe için artık, tüm niteliksel ve özsel ayırımlar, metafiziksel bir kurgu olarak görüldüğünden ötürü reddedilmiş ve kadim düşünceler ve din için insanı hakikatiyle buluşturma noktasında olmazsa olmaz bir değer ifade eden hakikat-yalan, ruh-beden, mana-madde, gerçeklik-görünüş gibi tüm ayrımlar da itibar kaybına uğratılmıştır. Artık görünüşlerden öte ne bir anlam, ne hakikat, ne değer, ne de gerçekliğin söz konusu olduğu çağdaş felsefelerde “her şey uyar” sloganı işbaşındadır.
Ölümden, ölümüne kaçan çağdaş dünyada, insanı, nerdeyse bütünüyle unutmuş olduğu eşrefi mahlûkat değerine taşıyacak yegâne imkânın ise, ölümü varoluşun olmazsa olmaz bir değer ve anlam kaynağı olarak gören din olduğunu söylemek mümkündür. Dini bir perspektif içerisinde bakıldığında, ölüm, bir yandan insana kendi faniliği ile yüzleşme imkânı sunarken, diğer yandan da, tüm itibari varlık dünyasının, itibardan müteşekkil varlık maskelerini düşürmek suretiyle hakikatine taşınmasına imkân sağlar.Felsefe dahi, oyun bozma ihtimalini, niceliğin egemenliği içerisinde, tüm niteliksel farkların anlam yitimine uğratıldığı bir simülasyon evreninde yitirmek suretiyle, hakikat ve varlığı mekansallaştırmak suretiyle, insanı ulvi amaç ve anlamlarından eden bir dil oyunları çokluğu içerisinde çağdaş rölativizmi meşrulaştıran bir söylem formuna bürünmüştür. Farkı kurtarma telaşıyla, farkı farkta yitiren felsefe için artık, tüm niteliksel ve özsel ayırımlar, metafiziksel bir kurgu olarak görüldüğünden ötürü reddedilmiş ve kadim düşünceler ve din için insanı hakikatiyle buluşturma noktasında olmazsa olmaz bir değer ifade eden hakikat-yalan, ruh-beden, mana-madde, gerçeklik-görünüş gibi tüm ayrımlar itibar kaybına uğratılmıştır. Artık görünüşlerden öte ne bir anlam, ne hakikat, ne değer, ne de gerçekliğin söz konusu olduğu çağdaş felsefelerde herşey uyar sloganı işbaşındadır. Şunu ifade etmek gerekir ki, ölümden ölümüne kaçan çağdaş dünyada beşere eşrefi mahlukat değeri verecek yegâne imkan, ölümü varoluşun olmazsa olmaz bir değer ve anlam kaynağı olarak gören din olmak durumundadır.
İstemekle elde etmek arasındaki tutarsızlığı insana öğreten ölüm, tüm itibari varlık maskelerini düşürdüğü gibi, sahip olunduğu düşünülen hiçbir şeyin aslında insana ait olmadığını göstererek, sahiplik veya mülkiyet hissinin de itibardan ibaret olduğunu açığa çıkarmak gibi hayati bir fonksiyon icra eder.
Dolayısıyla özelde İslam olmak üzere, dinin insana sunmuş olduğu düşünce güzergâhı açısından bakıldığında, ölümün varlığı, itibari varlık fikrinin yokluğunu ifşa eden ve böylelikle de insanı kendi hakikatine taşımak gibi hayati bir fonksiyon arz eden en büyük varoluş imkânı olmak durumundadır. Ölümün sağlamış olduğu fanilik bilinci sayesinde insan, ilim ve mülkün Allah’a ait olduğunu idrak etmenin yanı sıra, kendini hakikat ve değerin merkezine koyma iddiasından da vazgeçmek suretiyle, aksi taktirde sebep olabileceği muhtemel haksızlık ve zulümden de uzak kalma fırsatı elde edebilir. Ölümün inanan kişi için açığa çıkardığı veya inananı karşı karşıya getirdiği en temel hakikat, aslında varlık fikrinin, bu dünyadaki var olanlarla özsel bir bağlantıya sahip bulunmadığı ve insanın da özü itibariyle bu dünyaya ait bir varlık olmadığıdır. Dini bir perspektifle değerlendirildiğinde, ölümün varlığa gelmesi, insana fani olandan baki olana geçme fırsatı sunduğu gibi, insanın bu dünyadaki varlıklarla kuracağı münasebetin mahiyetini de belirleyecektir. Geçiciliği bizatihi varoluşsal deneyimin yanı sıra, kutsal metinlerce de teyit edilmiş olan dünya hayatının, ebedi hayat karşısındaki konumunu ve insanın söz konusu konuma göre alması gerektiği pozisyonu son kertede açığa çıkaran en büyük olay ise kuşkusuz ölüm olmak durumundadır.
* Doç. Dr. Kasım Küçükalp, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
1. Bkz. Luc Ferry, Gençler İçin Batı Felsefesi, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2013.
2. Bkz. Süleyman Seyfi Öğün, “Öteki’nin Ölümü”, 13 Mart 2014, Yeni Şafak Gazetesi.