Osmanlı Mezarlık ve Mezar Taşı Kültür Temelleri Üzerine Bir Deneme
Mehmet Kökrek
“Başka milletler içinde, onu bizden daha çok muhteşem şekilde
tasavvur edenler, mezarı terk edilen dünya nimetlerinin küçük
bir sergisi hâline getirenler, sanatlarının ve icat ve kabiliyetlerinin
bütün kaynaklarını içlerindeki fânîlik korkusunu yenmek uğrunda
tüketenler çok olmuştur; fakat hiçbiri ona bizde aldığı ehlî yüzü
verememiş, onun korkunç realitesini, bizim kadar yumuşatamamıştı.”
Ahmet Hamdi Tanpınar
Rivâyet odur ki bir dost meclisinde Yahya Kemal’e “Üstad, İstanbul’un nüfusu ne kadardır?” diye bir sual tevcih edilir. Yahya Kemal’in bu suale cevap olarak son derece uçuk bir sayı söylemesi üzerine soruyu soran kişi, üstadın soruyu yanlış anladığını düşünerek “Efendim, bu sayıya yerin altındakiler de dâhil olsa gerek?” demesi üzerine Yahya Kemal o meşhûr cevabını verir: “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” Tanpınar’dan naklettiğimiz hükme yöneltilecek neden ve niçin suallerinin cevabını da içerisinde barındıran mezkûr cevap, Osmanlı medeniyetinin ve dahi kültürünün ölüm algısının tek bir cümleyle hülâsa edilmiş hâlidir ve bu özetin sıhhat derecesinin en net göstergeleri Osmanlı şehirlerinde bulunan tarihî hazîre, kabristan ve türbelerdir. Bu mezar alanlarının konumları üzerine yapılacak ufak çaplı bir araştırmada bile Osmanlıların dünyayı, diğerlerinin aksine, ölüler şehri (Nekropolis) ve diriler şehri (Akropolis) olarak taksim etmediği ve hakikaten ölülerle dirilerin daimi olarak iç içe yaşadığı kolaylıkla tespit edilebilir. Bu içiçelik Osmanlı mezar taşı kültürünü önemli ölçüde etkilemiştir. Neredeyse her türlü sanat unsurundan mahrum ilk dönem mezar taşları, sanatkâr ve zanâatkârların marifetiyle günden güne işlenerek zarif ve bir o kadar da estetik bir hâle ulaşmışlardır. Burada üzerinde durulması gereken en önemli hususlardan biri, sanatkâr ve zanâatkârların yüzyıllar boyunca mezar taşlarını daha estetik, daha zarif bir hâle getirmek için gösterdikleri gayrettir. Bu gayretin sebebi olarak mezarlıkların, tabiî olarak da mezar taşlarının, sürekli olarak toplum hayatının içinde ve doğal olarak da göz önünde bulunmaları gösterilebilir. Şöyle ki, bir evin salonunda bulunan eşyaya gösterilen ihtiram ve özen ile çatı katında veya depo gibi hayattan tecrit edilmiş yerlerde bulunan eşyalara gösterilen ihtiram ve özen arasında dağlar kadar fark bulunmaktadır. Yukarıda da arz edilmeye çalışıldığı üzere Osmanlı şehirlerinin hemen hemen her sokağında veya en azından her mahallesinde var olan hazîre ve müstakil mezarlıklarda bulunan ve bu sûretle de sürekli olarak göz önünde olan mezar taşları, kendisine nazar eden zevâta daha hoş bir görünüm arz etmeleri için devamlı olarak daha zarif, daha güzel ve daha estetik bir hâle getirilmeye çalışılmıştır. Ölüm mefhumunun mücessem remzleri olan mezar taşlarının ölüm gibi bir kavramı mezkûr şekliyle takdim etmeleri, ölümün o kasvetli ikliminin dağıtılmasında öylesine bir muvaffakiyet göstermiştir ki bazı eski fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere mezarlıklar âdeta bir piknik, mesîre alanı hâline gelmiştir.
Osmanlı toplumunda mezarlara gösterilen hürmetin birçok isnat noktası bulunmaktadır. Bu dayanakların en önemlileri âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şeriflerdir. Sûre-i Hacc’ın 32.âyetinde “Bir kimse Allah’ın şeâirini (şeâirillâhi) tâzim ederse, bu iş, kalblerin takvâsındandır.” buyrulmaktadır. Şeâir lafzının sözlük anlamı alâmet, nişan, remz, sembol ve şartlardır. Muhaddis Abdulhakk-ı Dehlevî’nin de belirttiği üzere mezkûr kelimenin ıstılâhtaki karşılığı ise “Görülünce Allah’ı hatırlatan her şey”dir. Misâlen söylenecek olduğunda Bakara suresinin 158. âyetinde Safâ ve Merve tepeleri Allah’ın şeâiri olarak zikredilmektedir. Veliyullah-ı Dehlevî’nin Eltâfu’l-Kuds adlı eserinde ise şeâir kelimesi“Allah’ın şeâirini sevmek demek, Kur’ân-ı Kerîm’i ve peygamberleri ve Kâbe’yi sevmek demektir. Hatta Allah’ı hatırlatan her şeyi sevmektir” şeklinde açıklanmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Ölülerinize saygısızlık etmeyin.” hadisini de hatırlamakta fayda vardır. İcmâlen arz etmeye çalıştığımız bu bilgilerden sonra konuya dönecek olursak, Osmanlı mezar taşlarının sînesine hakkedilmiş bir nişan-ı zî-şân gibi arz-ı endam eden “Huve’l-Bâkî”, “Huve’l-Hallaku’l-Bâkî”, “Küllü men aleyhâ fan” vb. ifadelerin tamamı, yukarıda hulâsa edilmeye çalışılan şeâir meselesiyle alâkalıdır. İnsana, fânî olduğunu her an hatırlatan mezkûr ifadelerin dışında şâhide kitabelerinde sıklıkla görülen ve “Müminler ölmezler fânî âlemden bâkî âleme göç ederler.” mânâsına gelen hadîs-i Nebevî’den mülhem “Kad intakale min dâru’l-fenâ ilâ dâru’l-bekâ”, “Fenâdan bekâya eyledi rıhlet” vb. kalıpların tamamı yine insanlara bu dünyanın gelip geçici olduğunu telkin eden ibârelerdir. İş bu hâlde bulunduğu şehir ahalisine bir nevi vâizliklik hizmeti sunan mezar taşları, Osmanlılar tarafından baş tâcı edilmişlerdir. Zîra ölüm soyut bir kavramdır ve her soyut kavram gibi kendisini somut âlemde temsil eden bir alâmete ihtiyaç duyar ki ölüm mefhumunun en belirgin remzleri olarak mezarlıklar ve mezar taşları kabul edilebilir. Şu hâlde de “vaiz olarak ölüm sana kâfidir” (Kefâ bi’l-mevti vâizan) kelâmı kibârındaki ölüm lafzını mezarlıklar, şâhideler vb. şekilde okumak da mümkün hâle gelmektedir. Osmanlı mezarlık ve mezar taşı kültürünün oluşum, değişim ve dahi gelişim evrelerinin tamamının temelini oluşturan bu alt yapının bilinmesi, mezkûr kültürün doğru bir şekilde yorumlanması için elzemdir. Meyyit ve meyyitelerin baş tarafına dikilen şâhidelerde; mezar yerini belirtmek ve mezarın üzerine basılmamasını sağlamak için mezarın ayak ucuna rekz edilen ayak taşlarında görülen süs unsurlarında ve dahi mezaristanlarda uygulanan peyzajın da yine aynı temele dayandığı görülmektedir. Son derece meşhûr bir hadîs-i şerifte, Müslümanların ölülerini hayırla yâd etmesi istenmektedir. Mezkûr hadisin amelî karşılığı hiç şüphesiz onlar için duâ edilmesidir. Bu duâların sembolik ifadesi ise mezarlıkların “cennet bahçelerinden bir bahçe” hâline getirilmesidir. Zîra başka bir hadîs-i şerifte “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurulmaktadır. İşte bu sebepten Osmanlı mezarlıkları çeşit çeşit güller, lâleler, sümbüller vb. çiçekler; ağaçlar vb. unsurlar ile tezyin edilmişlerdir. Özellikle bahar aylarında canlanan mis kokulu, rengârenk çiçekler ve yeşeren ağaçlar vb. unsurlar mezarlıkları “cennet bahçelerinden bir bahçe” hâline getirmektedir. Yine aynı gayeye mâtuf olarak şâhide ve ayak taşlarına hakkedilen çeşitli çiçek şekilleri bulunmaktadır. Bütün bunların yanı sıra mezar taşlarında sıklıkla görülen servi ağacı şekli, bahis konusu olan cennet bahçesi imajını güçlendirici bir unsurdur. Şöyle ki Ra’d suresinin 29. âyetinde geçen “Tûbâ” lafzı İbn-i Abbas, Kurtubî gibi müfessirler tarafından “cennet ağacı” şeklinde tefsir edilmiştir ki bu yorumun dayanağı, hadîs-i şeriflerde “Tûbâ” denilen bir cennet ağacından bahsedilmesidir. Osmanlı toplumunda ve dahi seleflerinde de bu görüş geçerli kabul edilmiş olacak ki tûba ağacı imajı, Hz.Yûnus başta olmaz üzere birçok zevât tarafından sıklıkla kullanılmış ve hâlen daha kullanılmaya devam etmektedir. İşte cennette bulunan mezkûr ağaç özellikle ayak taşları üzerine hakkedilerek, mezarlık genelinde canlandırılmaya çalışılan cennet bahçesi imajının güçlendirilmesini sağlamaktadır. Ayrıca mezar sahibinin âkıbeti hakkında hüsn-i niyet beslemeye davet eden bir vazifeyi de îfâ etmektedir. Bahsi geçen ağacın remzi olarak servilerin dışında hurma, çınar, hayat ağacı vb. ağaç şekillerinin da kullanıldığı görülmektedir. Bilindiği üzere Muhammedîlik’ten evvelki devrilerde de Türkler ve sâir milletler tarafından sıklıkla kullanılan servi ve hayat ağacı şekilleri, İslâmiyet kaidelerine uygun hâle getirilerek kullanılmaya devam edilmiştir. Hâsılı mezkûr şekiller şeklen aynı olsa dahi anlam bakımından birtakım farklılıklar göstermektedir. “Osmanlı mezar taşında sembolizm”, “Osmanlı mezar taşlarının dili”, “Osmanlı mezar taşlarının sırları” gibi başlıklar altında vulgarize edilen ve ne yazık ki mezar taşları üzerinde bulunan şekillere “Da Vinci’nin şifresi” muâmelesini revâ gören yayınlardan ziyâde daha gerçekçi ve daha ciddi araştırmaların yapılması gerekmektedir. Zîra her hüküm bir delile dayanmak zorundadır. Örneğin mezar taşına işlenmiş gül sayısının, mezar sahibinin çocuk sayısını göstermesi; hurma ağacının, mezar sahibi veya sahibesinin hacı / hacce olduğunu işâret etmesi; başlıklar üzerinde görülen gül vb. çiçek şekillerinin o kişinin genç iken vefat ettiğini göstermesi vb. hükümlerin ilmî bir isnat noktasına sahip olmadığı açıktır ki bu tarz hükümleri vermek için evvelâ Osmanlı devri mezar taşları envanterinin tamamının evvelan tespit, sânîyen de tahlil edilmesi gerekmektedir.
Osmanlı şâhideleri üzerine hakkedilen çeşitli kitabeler de sürekli olarak insanın ve bu dünyanın fânî olduğunu, ölümden ders çıkarılması gerektiği gibi hususları işlemektedir. Bu kitabelerin bir kısmı neredeyse Osmanlı coğrafyasının tamamında görülen kalıplaşmış ifadelerden oluşmaktadır. Misâlen söylenecek olduğunda “Bakmayan çeşm-i basîretle mezârım tâşına / Bilmez ol hâlim benim tâ gelmeyince başına” ve bu beytin biraz değiştirilmiş ve kıt’a hâline getirilmiş olan “Dikkat ile nazar kıl şu mezârım tâşına / Âkil isen gâfil olma aklını al bâşına / Salınub gezerdim gör ne geldi bâşıma / Âkıbet türâb oldu taş dikildi bâşıma” veya “Ziyaretden murâd bir duadır / Bugün bana ise yarın sanadır”, “Böyle buldum bu cihânı sanki bir zıll-i hayâl” sebebden kimse etmez benim hâlimden sual / Ben dedim el-hükmülillah râzıyım her emrine / Çün ezelden böyle takdir eylemiştir Zü’l-Celâl”, “Çün ecel geldi âna olmaz emân / Cürmünü afv eyle ya rabbü’l- Mennân / Mağfiret kıl olmasın hâli yaman / Mazhar-ı nur-ı şefaat kıl her zaman” vb. beyt ve kıt’alara Saray Bosna’dan Batum’a, İstanbul’dan Kâhire’ye hâsılı bir vakitler Osmanlı hudutları içinde kalan mezarlıklardaki mezar taşlarının pek çoğunda görmek mümkündür. Hatta ve hatta meşhûr tarihçi Joseph von Hammer-Purgstall’in Viyana, Kloster-Neuburg’de bulunan şâhidesi üzerine vasiyeti gereği “Ziyaretden murad bir duadır / Bugün bana ise yarın sanadır” beyti hakkedilmiştir.
Osmanlı mezarlıklarında 16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarından itibâren ortaya çıkan serpûş / başlık kullanımının nedenleri üzerine birçok iddia ortaya atılmıştır. Araştırmacılar tarafından siyasî, kültürel ve dinî cihetleriyle incelenen bu hususta kesin bir ittifaktan bahsetmek mümkün değildir. Zann-ı galibimize bu uygulama Osmanlı Devleti’nin demografik yapısındaki değişimin bir yansımasıdır. Osmanlı Devleti’nin sınırları yeni fetihler ile genişlemiş ve bu genişleme ile birlikte gayrimüslim nüfusta hissedilir bir artış yaşanmıştır. Bu artış mezarlık alanlarına da yansımış ve zaman içerisinde Müslümanlar kendilerine ait şâhideleri, diğerlerlerinden ayıran bir takım alâmetler îcat etmişlerdir ki bu uygulamaya “Kime benzerseniz onlardan olursunuz.” hadîs-i şerifinin temel oluşturduğu iddia edilebilir. Gerçi Osmanlı’dan evvelde Müslümanlara ait mezar taşlarının nev-i şahsına münhasır bir görüntüsü vardı. Fakat öyle görülüyor ki bu fark mezkûr tarih aralığında daha da vurgulanmak istenmiştir. Bu ihtiyacı doğuran sebepler hakkında yapılacak her türlü araştırma, konunun biraz daha aydınlanmasına vesile olacaktır.
Ne ilginç ki ilk defa Osmanlıların Batılılaşma ceryânına kapıldığı dönemlerde imal edilen şâhide kitabelerinde, “Huve’l-Bâkî” vb. ser-levha kalıplarının ve yukarıda bir kısmı zikredilen ana kitâbe bölümündeki beyit ve kıtaların önemli ölçüde değiştiği görülmektedir. Bu değişimin en belirgin örneği, sadece Allah’ın bâkî olduğunu belirten ifâdelerin yerini ölümden hoşnutsuzluğu belirten “Âh mine’l-mevt” terkibinin almaya başlamasıdır. Bu terkibin başında bulunan “âh” ifadesine dikkat edilmesi son derece önemlidir. Zîra bu terkibin yaygınlaştığı dönemlerde kaleme alınan edebî eserler incelendiğinde, Tanzimat yazarlarının bir başkası için üzülme anlamına gelen “vâh vâh”; Servet-i Fünun ve sonraki devirlerde ise kendi için üzülme, hayıflanma anlamı taşıyan “âh âh” ifadelerinin sıklıkla kullanılması dikkat çekicidir. Günümüze değin ciddi bir araştırmaya konu olmamış bu farklılık, Osmanlıların ölüm ve hayat telakkîsinde yaşanan ciddi değişimin en net göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu değişim -daha net bir ifade ile yabancılaşma- Cumhuriyet devrinde de devam etmiştir. 6 Kanun-ı evvel 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Mehmet Sedat Çetintaş imzâsı ile neşredilen “İstanbul’un İmarı ve Şehirdeki Mezarlıklar” başlıklı yazıda geçen şu ifadeler, mezkûr değişimin devamlılığını göstermesi açısından son derece önemlidir: “Cumhuriyet Türkiye’sinde neş’enin değeri vardı, bu devirde artık gençlik ilâhî yerine kahkahayı biliyor, mezar yerine artık beşik seyretmek istiyor. Herkes bilmelidir ki onun abidesi göğsünde “Hüvelbaki” yazılı taşlar değil, kuvvet, neş’e ve ümit verici sembolik heykeller, büyüklerinin büstleri, heykelleridir. Projeli İstanbul’umuzda bir tek mezar taşı görmek istemiyoruz.” Bu satırların yazılmasından yaklaşık 65 sene sonra Zincirlikkuyu mezarlığı giriş kapısı üzerine “Her nefs ölümü tadacaktır.” şeklindeki âyet-i kerîme mealinin kitabe olarak koyulmasına karşı yapılan muhâlefet ve yine aynı hâdise üzerinden 2011 senesinde kopartılan yaygaranın da hatırlanması, ölüm telakkîsinin yüzyıllar içerisindeki değişiminin saptanmasına yardımcı olmaktadır.
Son söz olarak Osmanlı mezar ve mezar taşı kültürünün oluşum ve gelişim süreçlerinin temelinde âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerin yattığına dair iddiamız delil ve karîneler ile arz edilmeye çalışılmıştır. Burada hemen belirtmek isteriz ki bütün bir toplumun bu şuur ve idrakte olduğu yönünde bir savımız bulunmamaktadır. Zaten böyle bir durum mümkün de değildir. Mezarlık alanlarının peyzajından, mezar taşlarının üzerinde mahkuk bulunan kitabelerdeki ifadelere ve dahi taşlar üzerine görülen süs unsurlarına kadar bütün öğeleri bir bütün olarak ele alan araştırmaların artmasıyla birlikte bu hususta daha net veri ve daha doğru fikirlere sahip olacağımızı ümid eder ve bu yazı vesilesi ile âlem-i câvidana pervaz eden ervâhdan bergüzâr kalan mezar taşlarının ve dahi mezarlıkların işaret ettiği mânânın şuuruna ve idrakine varılmasını temenni ederiz.
* Sanat tarihçisi