Felsefe: Bilginin Peşinde Olmak
Baron Reed*
Aristoteles Metafizik isimli eserine şu meşhur sözlerle başlamaktadır: “Bütün insanlar doğası gereği bilmek isterler.” Fakat bilgi nedir ve nasıl bilebiliriz? Bu sorular felsefe tarihinde çok farklı şekillerde sorulmuştur. Bilgi incelemesi denilebilecek epistemolojinin geçmişte büyük filozoflarca nasıl şekillendirildiğini görmek modern kültürde bilginin oynadığı rolü anlamamıza yardım edecektir.
Felsefi gelenekteki belli başlı yaklaşımlara göre bilgi kesinliğe eştir. Örneğin Stoacılar bir bilgenin yanlış bir şeye inanmayacağını ve salt kanaatlere hiçbir zaman dayanamayacağını düşünmüşlerdir. Bu çeşit bilginin dünyanın insan zihni üzerinde yaptığı “zanaatkârlık” izlenimlerinden meydana geldiği farz edilmektedir. Bu tür izlenimler, doğru bir şekilde birleştirildiğinde şüphenin etkileyemeyeceği bilimsel bilginin gövdesini oluşturmaktadırlar. Stoacılar için mükemmellik bu anlamda zordur ve aslında birisinin bu mükemmeliğe sahip bir bilge olmayı becerebileceğini düşünüp düşünmedikleri kesin değildir. Fakat mükemmellik bizim erişebileceğimiz bir alandadır, en azından Stoacılara göre prensipte böyledir.
Erken modern dönemde Descartes birçok yönden Stoacılarınkine benzer bir bakış geliştirmiştir. Fakat bize kesinliği sağlayan “açık ve seçik algılarımızın” büyük ölçüde Tanrı tarafından verildiğini de düşünmüştür. İnsan zihninin yaratılmasında Tanrı, yaratılmış dünyada bulunabilecek şeylerin tabiatı olarak hizmet eden ideaları insan zihnine koymuştur. Bu yüzden Descartes’a göre zihin ve dünya bir kilit ve anahtar gibi birbirlerine denk gelirler, uyarlar. Her ne kadar şu anda var olan zihinlerimiz geçmiş kuşakların hataları ve hislerine aşırı güvenmelerinden dolayı bozulmuş olsa bile zihinlerimizi mükelleştirmek bizim için hâlâ mümkündür. Hiçbir zaman Tanrı kadar bilemeyiz fakat bilebileceğimiz şeyler Tanrı’nın bilgisiyle aynı kesinliğe sahip olacaktır.
Felsefi gelenekteki bilgiye dair bu iyimser tavra şüpheciler tarafından daha en baştan karşı çıkılmıştır. Sorgulama yaklaşımını Sokrates’ten alan milattan önce üçüncü yüzyıldaki Akademi, Stoacıların en büyük rakibiydi. Zanaatkârlığınki gibi yanlış izlenimlerin bulanamayacağı bir duruma sahip olabileceğimizi reddetmişlerdir. Örneğin önündeki adamın yıllarca yanında yaşayan ve bildiğin kadarıyla tek yumurta ikiz kardeşi olan aynı komşu olduğunu nasıl bilebilirsin? Ve bu adamın gerçekten ikiz bir kardeşi olmasa bile onun ikizi olduğunu hayal edebilir veya sanrılayabilir. Eğer durum böyleyse, izlenimin gerçekliğe ne kadar yakından uyduğu önemli değildir çünkü yanlış bir izlenim de gerçekliğe uyuyor gibi gözükebilir.
Descartes da olağanüstü bir şekilde canlı ve tamamıyla tutarlı bir rüya görülebileceği ihtimali hakkında düşünmüş ve kendi kendisine yönelttiği bir sorun olarak bunu incelemiştir. Bu durum kendi yarattığı felsefi sistemde onun iyimserliği olarak görülebilir. Descartes şüpheci argümanları, kendi yaklaşımlarını şüphe edilemez bir temele götüremeyen Aristoculara çelme takmak için kullanmıştır. Rüya görme ihtimali algıya dair şüpheciliğe sevk etmektedir. Buna ilaveten daha kaygı veren bir ihtimal, yüzyıllar önce Gazâlî tarafından dillendirilmiştir. Gazâlî’ye göre hislerin sağlayabildiğinden daha mükemmel bir tecrübe çeşidi vardır ve bir gün bunun farkına varacağızdır.
Descartes daha kapsamlı bir şüphecilik sergileyerek sadece algıyı değil, rasyonel kapasitemizi de hedef almıştır. Zihninin ne olduğunu bilene kadar, radikal bir şekilde gerçeklik ile uyumsuz olmasan bile kesin olamazsın. Kötü bir biçimde programlanmış bilgisayarın aynı hataları tekrar ve tekrar vermesi gibi doğru yolu bulmadaki her teşebbüs yaban yerlere saptıracaktır. Bu düşünceyi özetlersek Descartes okuyucuyu kötü bir şeytan tarafından her mümkün ihtimalde aldatabileceğini hayal etmeye teşvik etmektedir.
Birçok filozof her şeyi kapsayan bir şüphecilikten dönüş ümidi olmaması konusunda kaygılılardır. Bunun üzerine ortaya koyulan herhangi bir hareket zorunlu olarak zihninin kapasitelerini kullanmayı içerecektir ve bunlar tam da şüphedeki şeydir. Her ne kadar bu kaygı bir tarafa bırakılsa bile Descartes’ın şüpheciliğe verdiği karşılığın bizi ileriye götürdüğü hususunda kimse ikna olmamıştır. Descartes’in şüpheciliğe cevabı meşhur cogito – düşünüyorum öyleyse varım – ile başlamaktadır fakat bu da kısa bir süre sonra ziyadesiyle bazı çekişmeli metafizik öncüllere batmıştır. Kartezyen sistem mevcut anın bir solipsizmi içine düşmenin habercisi olmaktadır: Bu anda varım fakat bunun ötesindeki her şey şüphe içindedir.
Felsefe tarihindeki bu iki merkezî vakada – Stoacıların Akademi ile çatışması ve Descartes’ın kendi şüpheci argümanları ile çekişmesi – kesinliği amaçlayan bir epistemolojinin en açık savunması ile bunu terk etmenin en inandırıcı sebeplerini görebilmekteyiz. Günümüzde birçok filozof eskiye nazaran daha mütevazı hedeflere sahiptir. Fakat eğer bilgi kusursuz kesinlikten daha az bir şey ise bilgiyi tam olarak nasıl anlayacağız? Yirminci yüzyılın ortalarında bilginin doğru ve meşru inanç olduğunu söyleyen görüşün etrafında bir fikir birliği var gibi görünüyordu. Örneğin bugün erken saatlerde yağmur yağdığını biliyorsun çünkü yerlerin ıslak ve ağaçların yapraklarından hâlâ suların damladığını görmek yağmur yağdığını hiçbir dayanağın olmadan, yağmur yağmış olsa bile, tahmin etmekten çok farklıdır. Kusursuz kesinliğe ihtiyaç olmadan bu şekildeki bakış açısının imkân verdiği bilgi sahibi olma çeşidi avantajlıdır. Diğer taraftan elbette birisinin seni kandırmak için çevreyi ıslatması da muhtemeldir fakat bu tür şeyler çok nadiren olur. Bu yüzden şeylerin nasıl olduğu konusunda sana rehber olması için kanıtının kusursuz olmasa bile iyi olduğunu düşünebilirsin.
Çağdaş felsefedeki birkaç dönüşümle bu mütevazı fikir birliğinin altı başarılı bir şekilde oyuldu. Edmund Gettier isimli kendisini ortalıkta çok göstermeyen bir filozof üç sayfadan kısa yazdığı bir makalesinde bilginin doğruluk ve meşruiyetin salt bir birleşmesi olamayacağını, çünkü bu iki şeyin birbirlerinden bağımsız bir şekilde bilinebileceğini yazmıştır. Uzakta kaba tüylü beyaz bir hayvan gördüğünüzü farz edin ve bunun çalılıkta bir koyun olduğuna inanıyorsunuz. Bir koyun gerçekten orada fakat bu hayvanın arkasında sizin gerçekten baktığınız hayvanın bir çoban köpeği olduğunu görüyorsunuz ve bu çobanköpeğinin tüyleri bir koyun gibi gözüksün diye kırpılmış. Çalılıkta bir koyun olduğu inancınız hem doğru (koyundan dolayı) hem de meşru (çoban köpeğine bakmanızdan gelen duyumsal kanıttan dolayı) fakat bu durum, hakiki bir bilgi olmaktan ziyade iyi bir tesadüf gibi görünmektedir. Anlattığımız Gettier sorunsalı, birçok esere konu olmuştur ve bu eserlerin birçoğunda öne sürülen çözümler detaylıca hazırlanmış karşı örneklerin azizliğine uğramıştır. Elli yılı aşkın bir süredir hiçbir çözüm bu sorunsalı çözemedi ve süregiden hata, bilginin tam anlamıyla ne olduğunu söyleme imkânı hakkında birçok felsefeciyi kötümserliğe sevk etmiştir.
Bilginin ne olduğu konusundaki fikir birliği kurulamadan epistemolojide çeşitli yeni tartışmalar ortaya çıktı. Felsefecileri bölen bu tartışmalardan birisi insanın kavrayışını düşünmenin en temel şekilde nasıl yapılabileceği üzerinedir. Felsefecilerin bir kısmı bilginin doğal bir fenomen olduğunu savunmaktadırlar. Onlara göre doğal fenomen olarak bilgi, arıların kendi kovanlarını yapmasından ve şempanzelerin kendi sosyal hiyerarşilerini üretmesinden farklı değildir. Bu şekilde anlaşılan bilgi, bir hayvanın zihni ve çevresi arasındaki güvenilir uyumun doğru bir türü olarak görülmektedir. İnsan bilgisi çoğunlukla diğer hayvanlarınkinden daha karmaşık ve sistematiktir fakat esasen aynı türden bir şeydir. Bu bakış açısının karşısında olan felsefeciler ise insan bilgisinin sadece derece olarak değil tür olarak da insan olmayan hayvanlardan daha farklı olduğunu söylemektedirler. Her ne kadar temel algısal melekelerimiz diğer hayvanlar ile aynı olsa da insanın hayvanlarınkinin üstünde rasyonel ve reflektif bir melekeye sahip olması insanı hayvandan farklı kılmaktadır. Hislerden gelen kanıt rasyonel bir değerlendirmeye sahip olmak zorunda olsa da kanıtın dengeleyici kanıta karşı tartılması gerekebilir. Bu anlamıyla insanlar daha karmaşık türden araştırma yapabilmeye yetkindir, özellikle de karmaşık bilgileri bir başkasıyla paylaşabilme hususunda böyledir. Bu şekildeki düşünmeye göre, anlatılanlar üzerinden rasyonalitenin bilgiyi en iyi anlamamız yolunda merkezî bir şey olduğunu görebiliriz.
Rasyonalite Descartes için de hayati manada önemliydi fakat odağında neredeyse tamamıyla benmerkezicil perspektifle sınırlanmış bir bakış açısı vardı. Temel sorusu “Ben ne bilirim?”di. Günümüzde felsefeciler ise sorularını daha geniş bir alana yaydılar: “Biz ne biliriz?” Şeyleri bilmek (ve bu bilgiye göre davranmak) için kolektif bir oluşum gibi – ortaklıklar, üniversiteler, devletler v.s. olarak – konuşmak yaygınlaştı. Fakat kolektif bir oluşum için bilgi sahibi olmak (veya buna göre davranmayı istemek) ne anlama gelmektedir? Bu oluşumun her üyesi için mevzubahis bilgiye sahip olmak çok da önemli olmayacaktır; gruplar her zaman muhalif üyeleri de içermektedir ve bir grupta her zaman idari kararlara dair bilgilendirilmeyen üyeler olacaktır. Bu bakımdan sorumluluk sorularını düşündüğümüzde bu soru daha da önemli olacaktır. Örneğin, bir ortaklığın kanunları çiğnemesinden ortaklığın kendisi mi sorumludur yoksa sorumluluk bu suçu işleyen başkana mı aittir? Çoğu zaman olduğu gibi sorumluluk, ilgili olayı bilen kişiye veya bilmesi gereken kişiye aittir.
Epistemoloji ve etik arasındaki ilişki başka şekillerde de geliştirilmiştir. Bazı felsefeciler, ya kavrama yeteneklerimize ya da kanıta güvenmenin çok daraltıcı olduğunu söylemektedir. Her ikisi de Aristoteles’in düşünsel erdemler dediği – açık fikirlilik, düşünsel tevazu, özen gibi – şeylere önem vermemektedir ve sonuç olarak bilgi ve iyi yaşanabilir bir düşünsel hayat arasındaki bağlantıyı kaybetmektedir. Bu daha geniş bakış açısı sadece bilgide bulduğumuz şeyin değerini açıklama vaadini tutmamakta, aynı zamanda idrak ve hikmet ile bağlantı kurmaktadır.
Bu alandaki bir başka soru ise bilgi, kanıt gibi epistemik değerlerin diğer türden değerler ile nasıl etkileşime girdiğidir. Amerikalı filozof William James, kanıtın sunduklarıyla çelişebilecek bir inanca sahip olunması gereken vakaların olabileceğini söylemektedir. Örneğin, bir dağcı kendisini ne aşağı ne de yukarıya tırmanacağı bir noktada takılmış olarak bulabilir. Bu dağcının tek seçimi, şimdiye kadar sıçradıklarından daha büyük bir boşluğun üzerinden zıplama girişimidir. Talih onun yanında değildir fakat eğer bu kimse kendisini bu zıplamayı yapabileceğini inandırırsa, en azından kendisine güvenmesi büyük ihtimalle birazcık daha fazla bir sıçrayış yapabilmesine yardımcı olacaktır. Bu zıplama ile hayatta kalma şansını yükseltmek ile bu zıplamayı muhtemelen yapamayacağına dair doğru inanca sahip olma arasındaki karar ile yüzleştiğinde, James’e göre dağcının ne yapacağı açıktır. Dağcının yapması gereken, her ne kadar kanıt aksini söylese de zıplamayı becerebileceğine inanmaktır.
Fakat bu durumda kanıtın aleyhinde bir inanç kabul edilebilirse, bunu yapmak hayatını kurtarmaya yardım edecekse, bu fiil çıkarlarına neden hizmet etmesin? Bir iş görüşmesinden önce yakışıklı ve karizmatik olduğuna inanman – her ne kadar çevrendekiler ve karşındaki ayna bunun tam aksini söylese de – başarılı olmana yardım edecekse seni ne durdurabilir? Bu bakımdan bazı felsefeciler, bilginin doğası gereği değerli olmasının yalın bir gerçek olduğunu söylemek istemektedirler fakat bu yaklaşım soruya derin bir şekilde cevap vermemektedir. Sonuç olarak, olguların ne olduğunu bilmeye neden önem verdiğimizi bilmek istiyorsak, başka bir olguya işaret etmek iyi bir cevap sunmayacaktır.
Belki de bilginin değerini açıklamanın iyi bir yolu değer verdiğimiz başka şeylere nasıl içinden çıkılmaz bir şekilde bağlı olduğumuzu göstermektir. İnsanların karmaşık sosyal canlılar olduğu açıktır. Bu olgu, sadece birbirimizi etrafımızdaki dünyaya dair bir bilgi kaynağı olarak görmemizin faydalı olacağı anlamına gelmemektedir. Aynı zamanda birbirimizle anlaşmazlık durumunda olmamızın bizim için rahatsız edici olacağı manasına da gelmektedir. Yine de mevzuların ehemmiyeti konusunda kendimizi tartışmalar içinde bulabilmemiz sıkça başımıza gelebilir fakat bir şekilde ortak bir bakış açısına varmamız gerekmektedir. Güçlünün şiddet ve aldatma kullanarak diğerlerini kendi inançlar bütününü kabul etmeye zorlaması her zaman karşımıza çıkabilir fakat bu elbette çok kötü bir hatadır. Örneğin, Fransa’da yüzyıl önce vuku bulan Dreyfus Vakasını düşünelim. Çok zayıf bir kanıta dayanılarak, Yüzbaşı Dreyfus casuslukla suçlanmış ve mahkûm edilmiştir. Ailesi ve devrin birçok entelektüeli yasal işleyişteki bu adaletsizliğe karşı durmuşlardır. Devlet erkânı ve askerler Dreyfus’un suçlu olduğu hususunda ısrarcı olmuşlardır. Gerçek suçlunun kim olduğunun açığa çıkması uzun yıllar almıştır. Aslında Dreyfus’un mahkûmiyetinde birisinin yalancı şahitliği önemli bir rol oynamıştır. Anlaşmazlıkların nasıl çözüleceğine dair ortak bir taahhüt olmadan, yani sonucu ne olursa olsun kanıta itibar etmek olmadan çatışma yıllarca sürebilir ve İkinci Dünya Savaşı’nda görüldüğü üzere toplumu parçalara bölebilir. Muhafazakâr hükûmetin epistemik sağlamlığının olmaması ahlaki iflasın bir çeşidi olabilir ve bu durum sonuç olarak kendi mahvolmasını ispat etmektedir.
Felsefeciler bilginin doğasına dair bir fikir birliğine, ister bu kesinlik olsun isterse de daha az kesin bir şey olsun, hiçbir zaman ulaşamayacaklardır. Felsefe devam ettiği sürece çok muhtemeldir ki şüpheci itirazlarla yüzleşeceklerdir. Fakat bu türden anlaşmazlıklar sadece mümkündür çünkü felsefeciler en önemli şeylerde fikir birliğine varmışlardır: felsefe bilginin peşinde olmaktır. Bilginin peşinde olmak da inanç için medeni bir şekilde kanıt ve nedenlerin alışverişiyle olmaktadır ve bu da insanların yapabildiği en iyi şeyi temsil etmektedir.
*Northwestern Universitesi felsefe bölümünde epistemoloji üzerinde dersler veren yazar, bu alanda birçok makalenin yazarıdır.