Dİnİn Rasyonelleştİrİlmesİ
William Chittick*
Bütün düşünme faaliyetleri bir bağlamın içinde meydana gelir. Bir medeniyetin etraflı bağlamına ise çoğunlukla “dünya görüşü” denir. Dünya görüşü, o medeniyet için normatif olan düşüncenin sınırlarını ve kalıbını temin eder. İnsanların büyük bir çoğunluğu bu dünya görüşünü hazır bir şekilde kabul ve bunun sağladığı düşünce kalıplarına riayet ederler. Kendi dünya görüşlerinin sağladığı hakikatlerin altında yatan fikirleri hiçbir zaman sorgulamazlar, daha ziyade bu fikirlere izahtan vareste olan şeyler nazarıyla bakarlar ve “Herkesin bildiği gibi!” diye konuşurlar.
Kendi uzmanlık saham olan dinî ilimler alanında, akademisyenler “dini” bir dünya görüşü – ki dünya görüşü bir medeniyetin dünyaya, insanlara ve kişinin kendisine normatif bakış şeklidir – olarak tasvir ederler. Bu dünya görüşüne, ona uygun inançlar sistemi, ritüeller ve pratikler eşlik eder. Dini bu şekilde anlamak, kendi spesifik dünya görüşünü eğitim ve medya ile telkin eden modern seküler Batı’nın birçok insanın kabul edebileceğinden çok daha fazla din ile müşterek yönlerinin olduğunu hatırlamamıza yardımcı olacaktır. Seküler dinin en göze çarpan özelliklerinden birisi sahip olunan dünya görüşünün insanların büyük bir çoğunluğu tarafından sorgusuz sualsiz kabulüdür.
Hiç şüphesiz her bireyin kendi dünya görüşü vardır ve bu da büyük ölçüde parçası olduğu toplumun dünya görüşüyle şekillenmiştir. Bununla beraber, kişinin dünyaya bakış tarzı kendisine özgü olacaktır, çünkü her anlamda birbiriyle aynı iki insan yoktur. Her birimizin dünya görüşü, kendi parametrelerini ve imalarını belirleyen referans noktalarına sahiptir. İbn Arabî bu noktaların her birine “kişinin inandığı ilah”, ilah-ı mutekad demektedir. İnancın tanrısı veya tanrıları herkesin kendi zihninde saklıdır ve bu inancın tanrısı, Hakk’a benzeyebilir de benzemeyebilir de. Mutlak hakikat olan Hakk, kendisinde bilinemezdir ve bu bilinemezliği, teoloji ile felsefedeki tartışmaların temel konusudur. İbn Arabî, herkesin kendi hususi inancının ilahına farkındalık kazanması gerektiğini söylemektedir. Bunu yaparak yanlış ilah inançlarını kesen “Lâ ilahe illallah”ın (Allah’tan başka ilah yoktur’un) kılıcıyla daha yukarı yükseliriz. Tanımı itibariyle bizim kavrayabildiğimiz herhangi bir ilah, Hakk ilah değildir ve bu yüzden yanlış ilahların üstesinden gelme mücadelesi bu dünyada hiçbir zaman bitmeyecektir. Bununla beraber, Hakk’a doğru yükselmenin de nihayeti yoktur, öbür dünyaya sonsuz bir şekilde uzanmaktadır. Hazreti Mevlânâ’nın söylediği gibi, eğer deryayı bir kaba dökersen, sadece bir günlük su ihtiyacı olacaktır. Kaplarımız sonsuza dek genişlemekten alı koyulmayacaktır, çünkü hiçbir zaman derya kaplarımıza sığmaz.
Modernite geçen yüzyılda her tarafa yayılan bir dünya görüşüdür. Birçok ilaha sahip olmak ile nitelenmiştir, fakat bu ilahların hiçbiri, her inanç sahibinin şekillendirdiği ilahlar değildir. Modernitenin ilahları arasında her zaman bir benzerlik vardır. Her ne kadar bunlara inananlar, kendi ilahlarını müspet iyiler olarak değerlendirmesine ve bunların aksine konuşanları kâfir, zındık veya daha kötü bir şekilde görmelerine rağmen bu ilahlar bilhassa hiçbir şeye delalet etmeyen soyut fikirlerdir. Bu ilahların birçok ismi vardır ve hepimiz bunlara aşinayız, çünkü bu ilahlar farklı şekillerde modern düşüncenin hatlarını belirlemektedirler. Bu ilahların bazıları özgürlük, eşitlik, ilerleme, bilim, gelişme, demokrasi, sosyalizm, ulus gibi isimleri almaktadır. Bunların bazıları birbirleriyle çelişki içindedir, fakat bu çelişkiler, bu ilahlara inananlar için hiçbir zaman bir sorun arz etmemektedir.
Modernitenin hâkim dünya görüşüne “teksir” demek istiyorum. Bu kelimenin Arapça lafzi anlamı çokluğu (kesir) ileri sürmektir. Biri (vahid) öne sürmek anlamına gelen tevhidin lengüistik olarak zıddıdır. Modern öncesi zamanlarda İslami medeniyet, tevhit ile vasıflanmıştı. Bu anlayış her şeyin bir kaynaktan geldiğini, daima bir kaynak ile idare edildiğini ve her şeyin nihayetinde tekrardan bir kaynağa döneceğini benimsemişti. İster Batı’da olsun ister başka bir yerde, modernite teksir ile vasıflanmıştır. Her şeyi kapsayan bir birliğin, tutarlılığın ve mutlak anlamın olmadığı inancı ile nitelenmiştir. İster Müslüman olsun ister başka dinin mensubu, modern dünyada eğitim alan birçok dindar insan Allah’a sadece sözde bir bağlılık göstermektedir. Bu anlamda kendi akıllarınca atalarının dinini tatbik ediyor olduklarını düşünseler de icraatta modernitenin ilahlarına ibadet etmektedirler.
Tevhidin (dünyadaki büyük dinlerin hepsinin niteliği olan) dünya görüşü ile teksirin (sadece modernitenin niteliği olan) dünya görüşü arasındaki farkı anlamının bir yolu Kitab-ı Mukaddes’e ait ve aynı zamanda bir hadiste de ifade edilen bir düstur üzerine tefekkür etmekten geçmektedir: “Tanrı insanı kendi suretinde (imgesinde) yarattı”. Başka bir ifadeyle Allah mutlak hakikattir ve insanlar Allah’tan gelmektedir, ilahî sıfatlar ile aşılanmıştır. Bütün çeşitlilik bir olan ilahın meyveleridir ve cümle eşya O’na boyun eğmektedir.
Teksirin dünya görüşü bu düsturu “İnsan Tanrı’yı kendi suretinde yarattı.” diyerek tersine çevirmektedir. Şeylere dair bu yeni bakış açısında, sadece gözlemlenebilir şeyler gerçektir. Bütün birlik düşünceleri insan uydurmasıdır. İnsanın kendisinden başka bir mutlak gerçeklik yoktur, çünkü biz çokluk sahibiyizdir ve çokluk hayatlarımızı idare etmektedir. Kendi kaderlerimizden sorumluyuzdur. Dünyamızın bütün iskelelerini biz belirleyebiliriz. Amerikalıların deyişiyle, hepimiz “Kendi içimizden geleni başkalarına aldırış etmeden yapmalıyız.” [do our own things].
Modernite insan nefsini – ki İslam düşüncesinde ruha ve nihayetinde Allah’a boyun eğmek zorundadır – bir ilaha çevirmiştir. Modern düşüncedeki genel eğilim, inanmam gereken asli ilahın ben olduğunu telkin etmektedir, çünkü en önemli ilah odur. Açıkça bu bir kaosun tarifidir: “Herkes kendi çaresine baksın.” Bu yüzden modern insan, kaosa düzen getirmek için tanrıları kapsayarak daha mükemmelini üretmek zorundadır. Modern insan ütopyanın, dünyadaki cennettin hayalin kurar. Bu cennet insan yapımı bir ideali, bir “ideolojiyi” tesis etmek ister ve “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” veya “hayat, özgürlük ve mutluluğun peşimde koşma” gibi inancımızın tanrılarına kul olmak ile yönetilir. “Demokrasinin” ütopyayı veya ilerlemeyi veya özgürlüğü veya interneti veya şu siyasi partiyi veya şu lideri getirecek olduğu bizlere söylendi… Bu tanrılar, daha fazla teksir ile çoğalmaya devam etmektedir ve bu da en büyük ahenksizliktir, parçalanmadır ve kaostur.
Hepimizin inandığı bir tanrının veya tanrılarının olduğunu farz edersek tanrımızın, ahengi ve bütünlüğü ortaya çıkaracak doğru bir tanrı olduğuna bizi emin kılan nedir? Modernitenin dünya görüşünü derinden paylaşanlar için doğru tanrıyı fark etmenin kriteri, modern inancın başka bir tanrısı olan “rasyonalite”nin idare ettiği insan zihnidir. İbn Arabî’nin işaret etiği üzere rasyonalite – İslam düşüncesinin akıl dediği şeyle örtüştüğü ölçüde – yaratılış gayesini yerine getirdiği sürece insan varoluşunda takdire şayan ve zaruri bir rol oynamaktadır. Fakat akıl nedir? Amacı nefsi hizaya getirmek ve onu kontrol etmektir, çünkü nefs tabiatı itibarıyla tanrılık taslamayı sever.
Bir disiplin olarak nefsin akıl yoluyla manevi terbiyesi – ki Mevlânâ ve İbn Arabî gibi sufi büyüklerince gerekli görüldüğü kadar Gazzâlî gibi teologlar ve İbn Sînâ gibi filozlarca da gerekli görülen bu disiplin – modern zamanlarda büyük ölçüde unutulmuştur. Bunun yerine nefis en yüce tanrılardan birisi olarak görülmektedir. “Rasyonalite” denilen diğer tanrı, nefse ütopyaya gitme yolunda rehberlik edebilmesi için uygun bir metodoloji olarak icat edilmiştir. Fakat filozoflar, bilim insanları ve düşünürler “rasyonalite” veya “hakikat” kelimelerinin tam olarak delalet ettiği şeyler konusunda elbette hem fikir olamayacaklardır. Sadece bunların iyi olduğu ve bunlara karşı duranların “irrasyonel” ve dolayısıyla kötü oldukları konusunda fikir birliğindelerdir.
İbn Arabî aklın tabiatını açıklarken aklın idrake ayrımları kurarak eriştiğine dikkat çekmektedir. İlim adamlarının temel aracı rasyonel analiz dünyayı kontrol etmek ve kendi çıkarları için kullanmak için şeyleri parçalarına ayırmaktadır. Modern rasyonelitenin temel muharrikinin teksir olmasından dolayı akıl, Tanrı ve âlem arasında bir ayrım tesis etmektedir. Dünyayı ne kadar çok analiz eder ve parçalarına ayırarak incelersek Tanrı o kadar uzak olmaktadır. Erken dönem Batı bilimi ve felsefesinde teolojik düşünce hâkimdi. Fakat “Aydınlanma” ile bilim insanları “Tanrı”nın sadece bir hipotez ve bilimsel araştırma için gereksiz olduğuna karar verdiler. Adım adım gelişen bu dünya görüşü, Tanrı kavramını sosyal fantezinin bireysel bir ürünü veya yönetici sınıfın bir inşası hâline getirdi. Başka bir ifadeyle, “İnsan, kendi suretinde bir Tanrı yarattı.”
Bu şekilde düşünmeyle gerçek bilginin rasyonalitenin sonucu olduğu ve rasyonalitenin Tanrı’ya hiçbir ihtiyacının olmadığı, bu yüzden de Tanrı’nın gerçek olamayacağı sonucuna varılır. Her birey, başkalarının refahına tecavüz etmediği sürece istediği herhangi bir şeye inanmakta özgür olmalıdır. Bu sonuç, kardeşçe sevgiye teşvik ettiği ölçüde meşruymuş gibi gözükmektedir ve hiç şüphesiz bazen çeşitli suiistimalleri önlemektedir. Fakat bu şekildeki bir idrak teksirin dünya görüşünden neşet etmektedir ve başka birçok sonuç diğer inanılan tanrılara (ilah-ı mutekadlara) istinaden ortaya çıkmaktadır.
Yirminci yüzyılın tarihteki en şiddetli ve yıkıcı yüzyıl olması (ve belki de yirmi birinci yüzyıl bundan daha da şiddetli olabilecek olması), teksirin dünya görüşü ile ilgilidir. Barış, ahenk ve denge gibi insani ve sosyal nitelikler, teksirden değil, tevhidin tesis edilmesinden meydana gelir.
Bilim “objektif” ve “gerçek” bilgiye eriştiğini iddia eder, fakat sunduğu ispatlar ampiriktir – yani deneylerde sonuçlarını tekrar edebildiğimiz ölçüde hakikatlerin doğru olduğunu söylemektedir. Bu rasyonel, analitik bilginin hedefi kontroldür ve ispatı, kendisinin pratik sonuçlarında, kontrol etme yeteneğinde yatmaktadır. Modern öncesi dönemlerde ve bütün büyük dinlerde, bu tür bilgi ekseriyetle bir meraktır, çünkü bilgiyi aramanın gayesi kontrol değil, anlamaktı. Dünyayı ve kendini anlamak, buradaki gayemizin bir idrakine götürmekteydi ve bu öyle bir gayeydi ki tam anlamıyla insan olabilmek için talip olunması gerekiyordu.
Diğer bir deyişle, bilimsel rasyonalite sadece fail sebep (etkin neden) ile iştigal etmektedir: X’in fiziksel olarak ölçülebilir terimlerle oluşmasına sebep olan nedir? Teksirin dünya görüşünde, şeylerin manasını incelemenin onların nereden geldiklerini ve neye yarar olduklarını açıklamaktan başka yolu yoktur. Bu dünya görüşünde temel mesele, şeyleri şahsi veya sosyal faydalar için nasıl kullanabiliriz sorusudur. Ve “fayda” terimi ilerleme, mutluluk, refah gibi inanılan tanrılara, soyut fikirlere veya ideolojilere göre tanımlanmaktadır ve bunların hepsi bilimin kapsamının dışında kalmaktadır, çünkü hiçbiri fiziksel olarak ölçülemez.
Modern dönem öncesi rasyonalite nihai sebepsellik veya “teleoloji” ile ilişkiliydi. Düşünürlerin inceledikleri sorular insan hayatının gayesiydi. Neden buradayız? Ne yapmalıyız? Din, akıl üstü bir kaynağa sahip olarak anlaşılan bir bilgiyi sağlayarak bu sorulara hitap etmektedir. Başka bir ifadeyle din insanlara kendi başlarına anlamayacakları şeylerin nihai anlamlarını fark etmelerine eşlik etmektedir, çünkü şeylerin nihai anlamı, insanların erişebildikleri sebepsellik alanının dışındadır. Mesnevî’sinde Hazreti Mevlânâ bu noktaya Şems-i Tebrizî’nin sözünü naklederek işaret etmektedir: “Mana Allah’tır.” (I. Cilt, 3338). Allah insanın yaratıcısıdır. İnsanoğlu O’nun eseridir ve insan Allah’ı, bir resmin kendi ressamını anlayabileceğinden daha fazla anlayamaz. Şeylerin nihai “nedeninin”, hayatın anlamının ve dünyada yaşamak için doğru tarzın bilgisini edinmenin tek mümkün yolu Allah’ın aracılığıyladır: Allah neden “124.000” peygamber veya Kur’an’ın ifade ettiği üzere “her ümmete bir resul” (10/47) göndermiştir?
Modernite bu soruya, bizim kendi suretimizde yarattığımız Tanrı ile cevap vermektedir ve bu yüzden önceki insanların tanrılarını kendi muhayyilelerinin birer ürünü olarak görür. Önceki insanların elinde günümüzde anlaşıldığı şekliyle bilim olmadığı için onlar cahildiler. Moderniteye göre bugün elimizde bilim vardır ve bu yüzden de geçmişteki insanlardan daha akıllı ve iyiyizdir. İslami tefekkürde şeytanın mottosunun “Ben ondan daha iyiyim (hayırlıyım).” (7/12, 38/76) olduğunu hatırlayabiliriz. Biz modern insanlar daha akıllı olduğumuzu ve kendimizden başka tanrının olmadığını bildiğimiz için kendi tanrılarımızı üretebiliriz ve insanlara ister demokratik isterse de otoriter araçlarla olsun, bu tanrılara itaat etmesini emredebiliriz.
Rasyonalite modernitenin temel tanrılarından biridir. İnsanların bu tanrıya kulluk etmesinin işareti bilime duydukları kör inançtır. İnandıkları şeyin doğru olduğunu iddia etmektedirler, çünkü bilim tarafından ispat edilmiştir. “İspat”ın tam olarak ne olduğuna dair derin ve temel epistemolojik soruyu bir tarafa koysak bile, bir şeyin nasıl ispat edildiğini insanların nasıl bilebileceklerine dair pratik bir soru hâlâ ortada kalmaktadır. Başka bir deyişle, bir şeyin doğru olduğuna inanmaktadırlar, çünkü “Herkes bunu biliyordur.” Bunu ilkokulda veya kolejde öğrenmişlerdir veya bir yerlerde okumuşlardır ya da internette bulmuşlardır. Dolayısıyla doğru kabul etmektedirler. Ödün vermez bir iş adamı olan babam, özellikle aptal bir şeyler söylediğim zaman bana, “Duyduğun her şeye ve sadece yarısını gördüğün şeylere inanma!” derdi.
Öyleyse soru hâlâ karşımızda durmaktadır: Neden bilim insanlarının ve uzmanlarının dediklerine inanmalıyız? Bir şeye inanmanın tek sebebi – eğer ilk elden bunun doğru olduğu bilgisine sahip değilsen – bilginin kaynağına güvenmektir. Tıpkı geçmişte insanların papazları ve mollaları güvenilir kaynak gördükleri gibi, günümüzde de insanlar bilim insanlarını güvenilir kaynaklar olarak görmektedirler. İnsanlar bilimi kör inanç ile takip etmektedirler ve bilimsel papazların her dediğini bilimsel olarak kabul etmektedirler. İnsanlar, herhangi bir tarihçinin çok iyi bildiği bilimsel “hakikatin” nesilden nesle değişebileceği olgusuna bihaber kalmıştır. Bu bakımdan her zaman ve ebeden doğru olmayan bir hakikatin, hak olamayacağını söyleyebiliriz.
İslam tarihinin tüm büyük teologları, filozofları ve sufileri kör inancı eleştirmişlerdir. Bunu taklit diye isimlendirmişler ve tahkikin zıddı olarak görmüşlerdir. Hak kelimesinden türemiş olan tahkik, şeylerinin hakkının ilk elden, gerçek bilgisine dayanmaktadır (Buradaki taklit, içtihadın zıddı olan ve kişinin dinî amellerini yerine getirebilmesi için gerekli olan fıkıhtaki taklit ıstılahı ile aynı değildir). Büyük Müslüman mütefekkirler, hakikat arayıcılarını taklide dayanan “olguları” kabul etmemeye teşvik etmişlerdir. Hakikati bir aracı olmadan kendi başına bilene kadar ona inanmamalısın. Bunun yerine kişi tahkik, yani hakikatin ve şeylerin gerçekliği olan hakkın kişisel tecrübesi için çabalamalıdır. En nihayetinde tahkik, her şeyde zahir olan O’nun ayetlerinde mutlak Hakk’ı görebilme hüneridir. Bu tevhidin kemalini tesis etmeye izin veren tek yoldur, çünkü “Yegâne Gerçek”i anlamak, başkalarının sözünü papağan gibi söylemekle değil, sadece senin kendinin ona erişilebilmesiyle mümkündür. Tevhidi tahkik vasıtasıyla tesis etmeye çalışmazsan, modernitenin tanrılarının kafa dengi olan teksir ile baş başa kalırsın.
Bütün entelektüel İslam geleneği adına konuşan (ve aslında, bütün dünya dinlerindeki büyük bilge ve azizlerce de söylenmiş olan) Hazreti Mevlânâ’dan bir nasihat ile sözümü sonlandırmak istiyorum.
Gözün varsa kendi gözünle bir bak
Hiçbir şeyden haberi olmayan bir ahmağın gözüyle bakma.
Kulağın varsa kendi kulağınla dinle duy.
Neden sersemlerin kulağına kapılıyorsun?
Taklide uymaksızın bakmayı âdet edin,
Kendi aklını koru, onu düşün sen.
Mesnevi (VI. Cilt, 3342-44)
*Stony Brook Üniversitesi’nde Dinî Araştırmalar bölümünde profesör olan William Chittick, yirmiden fazla kitap ve yüzden fazla makale kaleme almıştır. İngilizce konuşulan dünyada Mevlânâ ve İbn Arabî üzerine en önemli çalışmalara imza atmıştır. Eserleri Türkçe ve Almancaya çevrilmiştir.