Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya ile Mûsikî Üzerİne
Abdürrahim Ayar
Müziğe 11 yaşında başladı ve 12 yaşından itibaren, başta çocuk şarkıları olmak üzere çeşitli formlarda besteler yaptı. İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nı bitirdi. M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İslâm Felsefesi alanında yüksek lisans yaptı. 100. Yıl Üniversitesi Müzik Bölümü’nün kuruluşuna katkı sağladı ve bir süre araştırma görevlisi olarak çalıştı. İTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Türk Mûsikîsi alanında doktora yaptı. Beş yıl boyunca Cemal Reşit Rey Konser Salonu Genel Sanat Yönetmenliğini yürüten Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya, Haliç Üniversitesi Konservatuarı’nda öğretim üyesi ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda öğretim görevlisi olarak dersler verdi. “Memleket Meseleleri” başlıklı röportajlarıyla, Yazarlar Birliği Röportaj Ödülü’ne lâyık görüldü. Reklâmcılık ve Manipülasyon, İhvân-ı Safâ’da Müzik Düşüncesi, Memleket Meseleleri ve Müzik Yazıları adlı yayınlanmış dört kitabı bulunuyor. Müzik Felsefesi, Müzik Sosyolojisi gibi alanlarda çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunan Çetinkaya, halen İTÜ Türk Musikîsi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta ve Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Sanat Danışmanlığı vazifesini yürütmektedir.
Konservatuvarı bitiriyorken tutkuyla bağlı olduğunuz müziği haram olduğu düşüncesiyle terk etmeye karar verdiniz. Sonrasında ilgi alanı olarak tercih ettiğiniz İslam felsefesinin size, “müziği bir daha düşünsen iyi olur!” diye fısıldadığını ve teşvik ettiğini söylüyorsunuz. İslam felsefesinin müzik konusunda size neler fısıldadığını biraz açar mısınız ?
Belki de bunu fısıldayan İslâm felsefesi değildi, bilemiyorum. Ama, üstelik ilahiyat fakültesinde İslâm felsefesi yüksek lisansı yaptığım bir dönemde böyle düşünmeye başlamış olmam, belki de ufkumun açılması ile ve bilgimin gelişmesiyle ilgiliydi de bu döneme denk geldi. İslâm felsefesinin veya genel olarak felsefenin insanı böyle dönüştürme kabiliyeti olabilir mi emin değilim. Eğer insan bu dönüşüm ve değişimi göze almışsa bir şekilde başka etkilenmelerle de değişir ve dönüşür, ya da ikna olur. Yeni şeyler öğrendim bu süreçte ve bilgim arttı, ufkum genişledi. Bilgim artıp ufkum da genişleyince bakışım da değişti muhakkak. Ayrıca, bu süreçte yeni ve ufku geniş arkadaşlar da tanıdım, onlar beni etkilemiş de olabilir. Belki de bu tek başına İslâm felsefesinin fısıltısı değildi de o sırada meşguliyet alanım bu olduğu için sebebi de buna bağlıyor olabilirim. Ama kim fısıldadıysa, fısıldayana teşekkür ederim çünkü bu sayede Allah’a şükür benim de müzik konusunda ufkum açıldı diyebilirim.
Felsefeyi en kısa yoldan “doğru soru sorma ve doğru cevap arama sanatı” olarak kabul ediyorum. Sanat benzetmesini de kasıtlı olarak yaptığımı söylemeliyim. Çünkü doğru soru sormak ve doğru cevap aramak, tıpkı sanatsal bir eylemin talep ettiği ya da sanatsal eylemin gerçekleşmesini mümkün kılan şeyleri ister. Nedir bunlar ? Akıl, bilgi, kabiliyet ve insanî anlamda “yaratıcılık”. Yani mevcut olanı zorlamak, mevcut olanın dışına çıkmaya çabalamak. Sanatçı da bunu yapar. Zaten felsefe kelimesini ilk kullanan Pythagoras’a göre felsefe “hikmeti ve hikmetli bilgiyi sevmek” mânâsına gelmektedir. Her ne kadar bu mânâyı muhtevî felsefe zaman içinde kirlenmiş olsa da, hikmetli bilginin alanıdır ve kendisine samimiyetle yönelene hikmetli bilgiden birşeyler fısıldar veya takdim eder.
Genel olarak felsefeyi veya İslâm felsefesini ben Pythagoras’ın tarif ettiği şekliyle kabul ediyor ve onu başka alanlarla çatıştıran kişi veya fikirleri de doğrusu ciddiye almıyorum. Felsefenin özü hikmettir, böyle başlamıştır ama zaman içinde elbette insan zihninin aldığı istikamet onu da bu istikamete yöneltmiştir. Ben İslâm felsefesine bu nazarla baktım her zaman ve böyle bakınca daha verimli ve insan kulağına başka güzel şeyler de fısıldayan bir dost buldum. Fısıldayan hangi alan, ne ve kim olursa olsun, nihayetinde Allah’ın (Celle Celâluhu) sizin hakkınızda murâd ettiği hal ve kıvama doğru ilerliyorsunuz. Fısıltıyı ciddiye almak da önemlidir ama. Nihayetinde fısıldayanların hepsi, kişinin doğru istikamette ilerlemesine katkı sağlamaktadır. Bu İslâm felsefesi olabilir, matematik olabilir, mûsikî olabilir, simya olabilir. Yeter ki yaptığınız işin de, ilgilendiğiniz alanın da bir kalbi olsun. Sovyet şair Vladimir ne demiş; “Ne iş yaparsan yap, ama kalbi olan bir iş yap”. Konu derinleşebilir, çünkü akıl ve kalp ikilemi söze karışabilir, en iyisi bu sorunuza bu kadar cevap vermekle kifâyet edeyim. Gerçi nâçizâne akıl ve kalbi birbirinden ayırmayı doğru bulmuyorum. Ben bir mü’minin, “aklı olan bir kalb ve kalbi olan bir akıl” sahibi kişi olduğunu düşünürüm. Mümin bir insanın aklı ve kalbi ayrı ayrı bölümler değildir.
Bu arada konservatuarı bitirdikten sonra yolumu doğrulttuğumu, aniden direksiyon kırıp yol değiştirince müziğe haram diyenlere iştirâk etmek ve hatta haram demek kolaylık ve yanlışlığına düşmüş olabileceğimi de hesaba katmak gerekiyor. Yolumu ve istikametimi değiştirince, ilk olarak mahallemde bu yolda yürüyen insanlar karşıma çıktı, biraz da onlardan öğrendiğim ilk bilgiler beni böyle düşünmeye sevk etti. Ama arkadaş seviyem giderek yükseldikçe anlayışım ve bakışım da değişti.
İnsan fıtratının mûsikî, melodi ve ritme yatkınlığı söz konusu. Bu yatkınlığın kaynağı ve bu bağlamda insan ve mûsikî ilişkisi için neler söylersiniz ?
Bu yatkınlık, evvelâ insanın bu varlık âleminin önemli bir unsuru olmasıyla ilgili. Önemli bir unsuru demek, meleklerin secde ettiği “Âdem”e haksızlık olabilir, varlık âleminin kendisi için vâredildiği insan demek sanırım daha doğru olacaktır. Şeyh Gâlib’in söylediği gibi insan, zübde-i âlemdir, yani âlemin özüdür. Âlem kusursuz ve muhteşem bir âhenk ile yaratılmıştır.
Müzikten hareketle, bütün varlık âleminde en küçük bir çelişki, eksiklik ya da hataya yer vermeden ve çok ince hesaplarla bu muhteşem âhengi vâretmek, bütün kâinatın ve varlık âleminin, muazzam ilim sahibi, eşi, benzeri, ortağı bulunmayan tek bir yaratıcının varlığının yani “lâ ilâhe illallah”ın kozmik anlamda ispatıdır. Allah, Rahman Sûresi‘nde; “Güneş ve Ay bir hesab iledir” buyurarak bu ince hesap hakkında bilgi verir. Güneş ve Ay, en yakınımızda, gözümüzle görebildiğimiz varlıklar olduğu için, kâinatta vârolan bütün gezegenlerin de bir hesab ile yaratılmış olduğunu öğretir. Hiçbir varlığın kendi kendini yaratması mümkün değildir. Zaten kendisi de “yaratılmış” olan tabiatın da herhangi bir şeyi yaratması mümkün değildir. Bir an öyle olduğunu varsaysak bile, varlığın her birinin farklı formlarda yaratılmış olması, onların tasarlanarak yaratıldığını gösterir. Tabiatta ise “tasarlama”, “hesaplama” ve “âhenkli yaratma” kudreti yoktur. Başımızı gökyüzüne kaldırdığımızda görebildiğimiz bu muhteşem âhenk, adeta “lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidini zikretmektedir. Zaten âyette de beyan buyurulduğu gibi “bütün yaradılmışlar, kendi lisanları ile Allah‘ı zikretmektedirler.”. Uçsuz bucaksız varlık âleminde bütün varlığı birbirleriyle âhenkli yaratmak, ortağı olmayan ve ilmiyle her şeyi kuşatmış bir yaratıcının varlığını adeta gözümüze sokarak göstermektedir. Allah Kur‘ân-ı Kerim‘in Mülk Sûresi‘nde; “Yedi göğü tabakalar halinde yaratan O‘dur. Rahman‘ın bu uyarmasında bir âhenksizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak. Göz aradığı kusuru bulmaktan umudu keserek yorgun ve bitkin bir halde sana döner.” buyurarak varlık âlemini nasıl kusursuz bir düzen ve âhenk içinde yarattığını anlatmaktadır. Bu kusursuzluk varlık âleminde “âhenk” demektir.
Kâinattaki âhenk, “Lâ İlâhe İllallah”ın açık göstergesidir. Müzikteki âhenk, Pythagoras’ın dediği gibi kâinattaki âhengin yansımasıdır. Müziği gerçek anlamda anlayan, kâinatı ve bütün varlık âlemini anlar. Bunları anlayan da, Allah‘ı bilir. Müzik, doğru ve hakkını vererek kullanan için Allah‘tan uzaklaştırıcı değil, Allah‘a yaklaştırıcı bir vesîle olabilir.
Bu söylediklerim, işin birinci kısmını anlatmaktadır. Sorunuzda ifade etiğiniz mûsikî, melodi ve ritm âhenk demektir ve bir âhenk ortaya koyar. Nefha-i ilâhî ile can bulmuş insan, bütün varlığı âhenk ile yaratan Allah’ın “varlığı âhenkli yaratma”sı sebebi ile, âhenkli bir iç âleme sahibtir. İnsan, eski feylezofların tâbiri ile, “mikro kosmos”, yani “küçük âlem”dir ve “büyük âlemin (makro kosmos)” âhengi ile aynı özellikleri taşır. Mûsikî bir âhenk ilmidir. Kâinat âhenktir.
Buna bir de sûfîlerin getirdiği güzel bir izah vardır ki bu beni çok etkilemiştir. Sûfîler Elest bezmi ile ilişkilendirerek şöyle bir izah getirmiştir. “Elestu bi-Rabbikum?” şeklindeki ilâhî hitâbı keyfiyetsiz ve şekilsiz olarak dinlendikten sonra, o ilâhî hitabı işitmenin zevki kalplerde yer tuttuğundan, Hazret-i Âdem’in yaratılmasından ve zürriyetinin dünyaya gelmesinden sonra, bu gizli sırlar, zuhur eden halden dolayı bir nağme veya güzel bir kelime işittikçe, o eski ahitteki zevkli dinlemenin sebebiyle kalp uçacak hale gelir. Bunlar sevgi ve aşkları ezelden beri Allah için ve Allah ile olan, irfan sahipleridir. (…) Bundan dolayı mûsikîde saklı olan gizli sırları idrak eder ve hazlarını alırlar. Şüphesiz ki “Elest” hitâbını işitmiş olma sırrı, bütün canlıların tabiatında mevcuttur. Onun için her cins kendi tabiatına uygun bir şekilde semâ eder, semâ’dan kendi himmeti nispetinde hisse alır.”.
Bütün bunları birlikte düşündüğümüz zaman, zannederim mûsikînin insan için ne mâ’nâya geldiği daha iyi anlaşılacaktır.
“Müzik eğitimlerin en üstünüdür.” der Sokrates. Müzik bize ne öğretir?
İnsanın öğrenmek istediğini öğretir. Mûsikî nihayetinde insanın Allah’ı güzel zikretmek hususunda kullanacağı bir nimettir. İnsanın bu ni’meti hüsn-i isti’mâl eylemesi yani güzel kullanması gerekir. Mûsikî güzel ve hakkı verilerek kullanıldığı zaman kapılarını açar ve insana faydalı bir hüviyet kazanır. Bu faydalardan bir tanesi de insanın eğitilmesinde kullanılmasıdır. Sokrates’in bu ifadesi, aslında müzik eğitimi görmüş insanla ilgilidir. Müzik eğitimi görmüş bir insanın daha rafine hale geldiğine dair bir izahat vardır. Sokrates’in bu sözünü talebesi Eflatun aktarmaktadır. Sokrates neden eğitimlerin ya da eğitim biçimlerinin en üstünü olduğunu şöyle açıklamaktadır: “Müzik, eğitimlerin en üstünüdür.” der Sokrates, Eflatun’un Devlet’inde, Eflatun’un aktarmasıyla… “Çünkü ritm ve makam, ruhun içine işler, onu en güçlü biçimde kavrar, insan iyi eğitim görmüşse, o ritm ve makamdaki güzellik, ruhu da güzelleştirir. Ama iyi eğitim görmemişse, tersi olur. Öte yandan, doğanın ya da insanın elinden çıkma eserlerdeki aksaklık ve çirkinlikleri, gereği gibi müzik eğitimi görmüş bir insan hemen sezer, haklı olarak tiksinir onlardan. Bu insan güzel şeyleri över ve sever, ruhunu onlarla besler, böylece kendisi de iyi ve güzel olur. Çirkin şeyleri ise haklı olarak yerer, daha çocukken, aklını kullanma çağı başlamadan onlardan tiksinir. Sonra akıl çıkıp gelince de, bu eğitimi görmüş bir insan, akılla olan akrabalığını kavrayarak, aklı sevgiyle karşılar.”
Sokrates’in bu izahından anlıyoruz ki, müzik eğitimi ve insan gelişimini tamamlayan bir disiplin. Önce müziğin ve makamın güzel olması gerekir. Çünkü güzel makam, ruhu da güzelleştirmektedir. Güzel müzik, insanın ruhunu inceltir. Zannederim insanın ruhunu inceltmesi ve güzelleştirmesi, müziğin bir insana verebileceği, kazandırabileceği ve öğretebileceği en güzel şey olmalıdır.
Modern insanın mûsikîyle olan bağı ne durumdadır? Doğru mûsikî için şehir insanına neler önerirsiniz?
Doğru mûsikîden çok doğru insan önemlidir. Modern insanın müzik ile bağı, müziğin ticarîleşmesi ve anlamını giderek kaybetmesi üzerine kurulu bir bağ. Modern insan, müziği sadece dünyevî değerleri için kullanarak müzik gibi bir nimetin kendine kazandıracaklarından mahrum kalmaktadır. Modern insan müziği, meselâ Sokrates’in bahsettiği gibi iyi bir eğitim vasıtası olarak kullanmamaktadır. Müzik modern insan için, modern zamanların “değersiz” değerlerini yansıtan bir araç durumuna indirgenmiş bir metadır sadece. Modern insan, Yaratıcısından uzaklaşmıştır, uzaklaştıkça yalnızlaşmış ve yozlaşmıştır. Müzik de maalesef yalnızlaşan ve yozlaşan insanı ifade etmektedir.
Doğru müzik için, doğru insana ihtiyaç var. Çünkü müziği yapan insandır. Şehir insanı veya köy insanı arasında pek fark kalmadığını düşünüyorum. Şehirli, kasabalı, köylü… hepsinin yaşama biçimini standart hale getiren etmenler var ve herkes bu standartlara uygun yaşadığı için yaşama biçimleri de giderek birbirine benziyor. Şehir insanı ifadeniz aslında ilginç geldi bana. Şehir insanı, ama asla şehirli değil… yani o şehrin yerlisi değil, kökleri o şehirde değil, sonradan gelip şehre yerleşmiş biri. Neyse, sizin deyiminizle şehir insanına tavsiye edilecek ilk şey, -eğer tavsiyelere kulak verirlerse tabii, çünkü şehir insanı tavsiyelere kulak vermiyor, kurallara uymuyor, başkalarına karşı saygılı değil- önce alışkanlıklarını değiştirmesi ve moda tâbirle “fabrika ayarları”na dönmesidir. Eğer şehir insanı tabii haline döner, kendini bilmeye başlar, Yaratıcısını hatırlar ve kendine çeki düzen verirse, kullandığı her şey yaratıcısına yönelerek kendini düzelten insanın elinde, kendi iç dünyasına uygun yeni bir anlam kazanacaktır. Yani önemli olan insandır. Yaratıcısını bilen, O’nun emir ve yasaklarına uygun yaşayan insanın aklı ve yüreği uyumludur, sağlamdır. Böyle bir insanın elinde müzik de dahil her şey yeni bir anlam ve işlev kazanacaktır.
Batı ve doğu müziğinden ve farklarından bahsedilebilir mi? Evet ise, nedir fark?
Müzik, insanın dünya görüşlerine, inanç değerlerine, kültürlerine, yaşama biçimine göre şekillenir. Öncelikle her ülkenin müziği, o ülkenin kültürel değerlerine göre farklılık arzeder ve biz dinleyiciler müziklerin hangi ülkeye, hangi topluma ait olduğunu tanıyabilir, ayırdedebiliriz. Bugün, batılıların 19. yüzyılda yaptığı doğu-batı tanımına uygun bir batı müziği-doğu müziği ayrımı var. Genel anlamda Batı müziği olarak adlandırılan müziğin kökleri, milâttan sonra dördüncü yüzyılda İncil’in tahrif edilmesiyle oluşturulan yeni dine, Hıristiyanlığa ve bu yeni dinin kurucularının “yarattığı” yeni tanrı inancına kadar uzanmaktadır. Bu müzik, Katolik hıristiyanlığın müziğidir ve muharref İncil’i ve Katolik hıristiyanlığın inanç değerlerini ifade etmektedir. Tarihsel akış içinde elbette müzik de değişime uğramış, gelişmiş ve bu şekilde yakın zamanlara kadar varlığını sürdürmüştür. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra, önceleri protest bir ifade olarak yükselen rock müzik ve daha sonra pop müzik, klasik müziğin armoni dokusu ile bezenmiştir diyebiliriz. Yani yükselen rock veya pop müzik ile batı klasik müziği arasında genetik bir uyum bulunmaktadır.
Buna karşılık, elbette doğunun da tıpkı batının olduğu gibi inanç değerleriyle, kültürleriyle, yaşama biçimiyle şekillenmiş bir müziği var. Dînî inançlar, kadim doğu müziklerinde oldukça etkili. Öncelikle ses cevheri ve bu ses cevherinin kullanılışıyla ortaya çıkan ses aralıkları batıdan çok farklı. Elbette son yüzyılda batının doğu üzerinde kurduğu kültürel baskı, doğu müziklerinde ciddi mânâda değişime sebeb olmuştur.
İki cenahın müziklerini ben yatay (horizontal) ve dikey (vertical) olarak farklılaştırıyorum. Bunu modal ve tonal olarak isimlendirmek de mümkün ancak ben mod kelimesinin makam tanımını tam olarak karşılamadığını düşündüğüm için modal yerine makamsal ifadesini daha doğru buluyorum. Doğunun müzikleri genel olarak makamsal, yatay hareket eden müziklerdir. Osmanlı/Türk müziği böyle bir müziktir ve ifade gücü daha yüksektir. Batı müziği vertical yani dikey hareket eden tonal ve tampere sisteme indirgenmiş bir müziktir. Armoni kurallarıyla müzik yapılmasını sağlayan bu hareket, içinde pekçok yasak hareketi de barındırır, ses cevheri indirgenmiştir ve ifade gücü doğu müziklerine, özellikle Osmanlı/Türk müziğine göre daha düşüktür. Yasak hareketler ve kurallar elbette bestecinin hoşuna gitmeyen sınırlayıcı bir durumdur. Ancak kurallara direnen bazı bestecilerin sınırları zorlaması neticesinde batı müziğinde gerçekten çok güzel eserler ortaya çıkmıştır.
Müziklerinin yatay ve dikey hareketi ve ses cevherleri, bana göre doğu ve batının müzik konusundaki temel farklılığını yansıtmaktadır. Çünkü duygu ve düşüncelerin yeterince ve tam olarak ifade edilmesine imkân sağlayan şey, ses zenginliğinde (ve tabii olarak bu zenginliğin kullanılabilmesinde) ve hareketin yatay ve dikey olmasındadır.
Son olarak şunu ifade etmek istiyorum müsaade ederseniz. Özellikle ondokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın başlarında Rusya’da Leningrad Ekolü ile Moskova Ekolü arasında bir tartışma çıkmıştır. Tartışma, batı müziğinin tampere sisteminin insanın duygu ve düşüncelerini ifade etmekte yetersiz kaldığını ileri sürerek mikro tonların yani bizdeki koma seslerin kullanılmasını teklif eden Leningrad Ekolü’nün bu teklifi üzerine başlamış ve tampere sistem savunucularının baskıları sonucu Leningrad Ekolü’nün susturulması ile sonuçlanmıştır. Hatta batıcı tampere sistem savunucuları “siz şimdi bu mikro tonları kullanmayı teklif ederek Osmanlı’ya benzemeyi mi teklif ediyorsunuz?” gibi eleştirilerle bu teklife itiraz etmişlerdir. Buna rağmen ilerleyen dönemlerde bir tampere sistem içinde, çeyrek aralıkları, hatta altıda bir, sekizde bir aralıkları kullanan Alois Haba gibi Çek besteciler de çıkmıştır.
Müziğin dinî – lâdînî şeklinde kategorize edilmesi konusunda neler söylemek istersiniz?
Müzik dünyevî bir sanattır evet ama insanın dînî inançlarını ifade etmekte kullanılabilir nitekim kullanılmıştır da. Ben genel olarak dînî-lâdînî yani dindışı şeklinde bir ayrıma itiraz ediyorum. Eski zamanlarda dînî ve lâdînî diye bir ayırım yoktu. Dînî ve lâdînî ayırımı, İslâm kültür ve medeniyeti içinde varolan ve bu kültür-medeniyetin yaptığı bir ayırım değildir. Hayatın en ince ayrıntısını dahi konu edinen ve bu ayrıntılara kadar nüfuz etmiş, Müslümanlara yol gösteren bir din, hayatın içinde ve insanların sorumlu tutulduğu her şeyde dînî olan ve olmayan gibi bir ayırım yapmamıştır. Dînî olan veya olmayan ayrımı, İncil’in tahrifatından sonra başlayan, Batı’ya ait bir ayırımdır ve Aydınlanma’dan sonra daha da genişleyerek Aydınlanma’yı kendi değişimlerine örnek alan bütün toplumlarda bu ayırım tezahür etmiştir. Mûsikîde “Dînî ve Lâdînî“ ayrımı da ülkemizde cumhuriyetten sonra yapılmış bir ayırımdır. Bu ayırım, bir anda mûsikî sahasında neyin meşrû neyin gayrimeşrû olduğunu da sanki göstermektedir. Dînî olan meşrû, lâdînî olan gayrimeşrû ve tabii olarak haram! Halbuki dînî mûsikî kategorisine girmediği halde yeryüzünde meşru sayılabilecek hatta „İslâmî“ vasıfları hâiz sayısız müzik bulunmaktadır.
«Lâdînî“ olan her şey ya da bu alan, bizleri dînin getirdiği sorumluluklardan gizliyor ya da sorumluluklarımızı azaltıyor diye düşünüyor olabiliriz. Sanki „Lâdînî“ olanlardan sorumlu tutulmayacağız ve lâdînî olan şeyleri yaptığımızda dinin dışına çıktığımız için olsa gerek, kayıt melekleri bu durumu görmezden gelecek ve defterlerimizi, kayıt cihazlarını kapatıp adeta dinlenmeye çekilecekler, „dînî“ olan şeyleri yapmaya başladığımızda kayıt yeniden başlayacak zannediyoruz. Bu düşünme biçimi, galiba „modern“ bir yanılsamadır ve bize Batı’nın kendi içinde muharref din ile yaşadığı çatışmanın sonunda varılan „din-insan“, „din-toplum“ ilişkilerinin bir sonucudur ve bizim „din“ kavramını ve „din-insan“/ „din-toplum“ ilişkisini Avrupa’nın bu konudaki yanlış tecrübelerinden istifade ederek yeniden tanımlamaya başladığımız dönemlerin ürettiği anlayışın ürünüdür. Çünkü Batı’da insan hayatı Aydınlanma’dan sonra parçalı bir hayat halini almıştır, insanın bir hayatı vardır, bunu normal bir biçimde yaşamaktadır, ama din, „aydınlanmış modern insan“ için zorda kalındığında, kendisiyle hesaplaşma durumuna düştüğünde altına sığınacağı bir revak ya da bir tür oksijen çadırıdır, hatta bu sıkıntıları kendi içinizde veya başka çözümler bularak hallettiğinizde dînî çözümlere ve bir „Tanrı“ya gerek bile yoktur. Öncelikle „Dînî-Lâdînî“ ayırımının gerekliliği üzerine yeniden düşünmeli, bu düşünce eksersizlerini de mümkün olduğunca Kur’an merkezli yapmalıyız. Çünkü İslâmiyet’e ve onun mükemmel kitabı Kur’ân-ı Kerîm”e göre insan hayatı parçalı bir hayat değildir, insan yaptığı bütün amellerden ve konuşmalardan sorumludur, genel olarak insan ama özelde Müslüman için «Dînî ve Lâdînî“ ayırımı sözkonusu değildir.
Dînî mûsikî ayırımı veya tasnifi, belki müzikbilimcilerin yapmak zorunda kaldıkları bir tasnif olarak da kabul edilebilir ve bu açıdan bir yere kadar mâzur görülebilir, ama bu kategoriyi mutlaklaştırmanın pek doğru ve isabetli olduğuna inanmıyorum. Çünkü bu ayırım, İslâmiyet’in ruhuna da aykırı bir ayırımdır. Ayrıca dînî mûsikînin tam olarak „İslâmî mûsikî“nin karşılığı olabileceği konusunda da tereddütlerim bulunmaktadır. Çünkü İslâmî müziğin kapsamının biraz daha geniş olduğunu düşünüyorum.
Müslümanlar bugün klasik ve modern formlarda müzik üretebiliyorlar mı? Müslümanların müzikolojiye ilgi ve alakasını nasıl buluyorsunuz? Neler önerirsiniz?
Müslümanlar bugün maalesef ne klasik ne de modern formda müzik üretemiyorlar. Ürettikleri kendilerine has bir müzik olmadığı gibi, başkalarının yaptıkları müzikleri taklid veya kopya ederek müzik yapıyorlar.
Müzikolojiye ilgileri zaten yok denecek kadar az ve olmasın da zaten. Asıl önemli olan, Osmanlı gibi büyük bir medeniyet tecrübesi yaşamış olan Müslümanların, geçmişi reddetmeden o müzik kültüründen istifade ederek ve o birikimin üzerine yeni şeyler koyarak ilerlemeleridir. Öncelikli olarak ortaya yeni ve güzel şeyler koymak gerekmektedir. Müzikoloji yani müzikbilimi bunun arından gelecektir. Müzikolojiye atıfta bulunarak, kendi müzik kaynaklarına yönelmelerini kastediyorsanız, bu konuda da tembellik var maalesef. Ancak yakın zamanlarda ilahiyat fakültelerinde kadim mûsikî kaynaklarına yöneliş başladı. Galiba bu konuda ilk çalımayı, İhvân-ı Safâ’nın mûsikî risâlesini çalışıp bir yüksek lisans tezi hazırlamak ve sonra onu bir kitab halinde yayınlamak suretiyle ilk olarak ben yaptım ve bir kapı açtım.
Klasik formların yanı sıra bir dönemdir “İslamî marş”, “ezgi” gibi türler yaygın. Bunların müzikal değeri ve anlamı üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz?
“İslâmî marş”, “islâmî ezgi”, “özgün müzik” gibi başlıklar altında yapılan müziklerin hiçbiri yüksek islâm kültür ve medeniyetini yansıtan veya ifade eden cinsten müzikler değil. Bu çalışmaları, ilk başladığı yıllardan beri yakından takib ediyorum. Melodik ve teknik olarak birbirine benzeyen müzikler bunlar. Bir kere marş tarzına karşıyım, marş Fransızca bir kelimedir, “yürümek” mânâsına gelir ve bu yürüme askerî bir yürümedir ve marş, askerî karakterli bir müziktir. Halbuki İslâm, sivil ruhlu bir dindir. Osmanlı’da marşın yeri savaş meydanlarıdır ve bütün dünyada marşlar savaşlara ve askeri ortamlara yöneliktir. Mehter marşı ile askerin motivasyonu artırılırdı. Sivil Müslüman vatandaşa marş dinletmenin ve marşa şartlandırmanın, İslâmî müziği de marş ile sınırlandırmanın veya tanımlamanın ve İslâmî müzik denince bir marş algısı oluşturmanın çok yanlış, cahilce yapılmış bir iş olduğu kanaatini taşıyorum. Müziklerin “islâmî marş” olarak isimlendirilmesinin bilgisizlik ve yetersizlikle açıklanması gerektiğini düşünüyorum. Bu müzikler özgün değiller, çünkü bu tarz müzikler zamanında, “solcular yapıyor, biz neden yapmıyoruz, biz de müzikle mesaj verebiliriz.” düşüncesiyle yapıldı ve o zamanın bazı sol görüşlü müzisyenlerinin müzikleri hatta söyleme biçimleri taklid edildi. Üstelik bütün bunlar çok acemice yapıldı, besteler acemice yapıldı, enstrumanlar acemice çalındı. Bu acemiliklerin sonucu olan müziklere “İslâmi müzik” denilerek adeta İslâmın müthiş mûsikî geçmişi ve birikimi yok sayılarak bir şekilde alay edildi. Hatta ben bir “İslâmî müzik” bestecisinin, Şilili solcu bir grup olan Inti İlimani’nin Türkiye’de pek bilinmeyen bir şarkısını aynen kopya ettiğini ve o melodiye Türkçe İslâmî söz yazdığını tesbit ettim. Kendisini aradım, durum izah ettim; hiç umursamaz biçimde, küstahça “Vallahi hiç farkında değilim!” diye gülünç bir cevap verdi. Bir kere bu yapılan Müslüman ahlâkına yakışan bir davranış değildir. Önce bu ve buna benzer hırsızlıkların, melodi aşırmaların ve taklidlerin ne kadar islâmi olduğuna bir bakıp cevap bulalım, sonra müziklerin ne kadar islâmi olduğunu konuşuruz. Özgün kelimesi, kendine has olmak gibi bir anlamı muhtevidir. İslâmî müzik, daha büyük boyutlu, daha geniş kapsamlı, daha evrensel bir müziktir, birkaç tane cahile, müzik eğitimi almamış bilgisize bırakılamayacak kadar önemlidir. Boynunuza gitarı asıp birkaç akor basarak müzik yapmak özgün olmak değildir. Boyunlarına gitar asıp müzik yapan müzisyenleri Johnny Cash, Bob Dylan, Woody Guthrie, Pete Seeger’dan başlayarak saymaya başlarsam bitmez. Boyun atkısını dolayıp, boynuna gitarı asıp, birkaç akor basarak müzik yapan müzisyen İslâmî özgün müzisyen olamaz. Olsa olsa, bu isimlerini saydığım müzisyenleri taklid eden bir “mukallid” olabilir. İslâmî müzik yapmak, kendinde kabiliyet olduğunu vehmeden herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bu bir edeb, kültür ve medeniyet meselesidir.
Adına “islâmî müzik”, “ezgi”, “islâmî marş”, “özgün müzik” denilen bu müziklere konulan başlıklar yanlış olduğu gibi, hiçbir müzikal değerinin ve anlamının olmadığını, üstelik yüksek İslâm kültür ve medeniyet birikimine ve bu birikimin neticesi olarak ortaya çıkmış olan başta Osmanlı mûsikîsi olmak üzere bütün müziklere hakaret olduklarını düşünüyorum. Bir kere bu müzikleri yapanların başlarını kaldırıp etraflarına bakmalarını, dünyanın bütün müziklerini (kopya ve taklid etmek için değil anlamak ve müzik ufuklarını genişletmek için) dinlemelerini, müziğe daha fazla önem vererek daha çok öğrenmelerini tavsiye ederim. Yoksa meydana çıkmak, teybe bir melodi mırıldanıp beste yaptım demek ve bu beste dediğiniz şeyi usta müzisyenlere dinletip notaya aldırdıktan sonra çalmak ve söylemek kolaydır. Dürüst olmak, çalışkan olmak, bir müslüman ahlâkı ile ahlâklanarak iş yapmak zordur. 25-30 yıl önce ortaya çıkıp müzik yapan “İslâmî” müzikçilerin bugün yaptıkları müzikleri dinledim ve maalesef bir arpa boyu mesafe katedememiş olduklarını, kendilerini geliştirmediklerini gördüm. Bu arkadaşlara, kendilerini geliştirmelerini ve daha çok çalışmalarını tavsiye ediyorum. Bu arkadaşların sadece iki günleri değil, 25-30 yıl çarpı 365 günleri eşit. Halbuki ”İki günü eşit olan ziyandadır”hadî-i şerifi bir Müslümanın şiarı olmalıdır.
Müziği hikmetin cüzlerinden biri olarak kabul ediyor olmanızı biraz açar mısınız?
Hz. Mevlânâ şöyle söylemiştir: “Hukemâ der ki: ‘Biz mûsikî nağmelerini feleklerin dönüşünden aldık”. Osmanlı şâiri Nâbî’nin şu şiiri bize bu konuda yol göstermektedir:
“Mûsikî hikmete dâir fendir
Bilene bilmeyene rûşendir
Nice esrârı var idrâk edecek
Yer gelir, sîneleri çâk edecek”.
Seyyid Vehbî de şunları söylemektedir:
“Mûsikî fenni de hikmettendir
İlm-i esbâb-ı tabiattandır.”
İhvân-ı Safâ adlı onuncu yüzyılda yaşamış İslâm düşünce topluluğu, bütün sanatların, hukemânın hikmeti sayesinde ortaya çıktığını savunur. Hukemâ, mûsikî de dâhil olmak üzere bütün sanatları hikmetiyle ortaya çıkarmış ve insanlar da onlardan öğrenmiştir. Mûsikî sanatının hukemâya ait olduğuna dair görüşlerini, İhvân-ı Safâ şöyle dile getirir: “Kardeşim, Allah seni ve bizi katından bir ruh ile güçlendirsin. Bil ki, bütün sanatları hukemâ hikmetiyle ortaya çıkarmıştır. Sonra insanlar onlardan öğrenmiştir. (Sonra da) birbirinden öğrenmişlerdir. Sanat, hukemânın insanlığa bir mirası olmuştur. Âlimlerden öğrenenlere, üstadlardan talebelere. Muhtelif amaçları doğrultusunda, diğer sanatlar gibi işlerinde ve tasarruflarında kullanmışlardır. Kimi ilâhî yola yönelmiş; insanlar, mâbed ve ibadethânelerde, namazlarda kıraat esnasında, dua, tazarru ve ağlama esnasında, mûsikîden faydalanmışlardır. Hz. Davud‘un mezmurlarını okurken, Hıristiyanların kilisede (duaları esnasında), veya Müslümanların mescidlerde kıraatlarını güzel nağmelerle süslerken yaptıkları gibi. Mûsikînin bu amaçlar doğrultusunda kullanılması, kalb rikkati, nefslerin hudû ve huşûları; ayrıca Allah‘ın emir ve nehiylerine boyun eğmek, günahlardan ona tevbe etmek ve Allah‘a yönelen salih insanların yaptığını yapabilmek içindir.”
Mûsikînin hikmetten bir cüz olduğunu söyleyenlerin de sadece Müslüman mütefekkirler olduğunu hatırlatmak isterim.
Mûsikînin ruha tesirleri konusunda İslam ve diğer düşünce ekollerinin görüşleri nelerdir?
Mûsikînin ruha tesiri, üzerinde eskiden beri çok yazılmış ve konuşulmuş bir konudur. Özellikle makamların ruha tesiri ve ruh halleriyle ilişkisi önemlidir. Bu konuda doğu müzikleri önemli özelliklere sahiptir. Meselâ Hind müziğindeki ragalar, ruh halleriyle ilişkilendirilir ve yüzlerce farklı raganın, insanın farklı ruh hallerine karşılık geldiği ileri sürülür. Bizim mûsikîmizde de her makamın insanın farklı ruh haline karşılık geldiği veya bu ruh halini ifade ettiği belirtilir. Antik Yunan düşünürleri de müziğin ruha tesirleri hakkında düşünceler ileri sürmüşlerdir. İslâm dünyasında El-Kindî’den sonra yükselen mûsikî ilim ve sanatı, düşünürleri etkilemiş ve bazı İslâm düşünürleri ve düşünce ekolleri, bu konuda yazılar yazmışlardır. İhvân, hukemânın mûsikî sanatını ortaya atmalarının ve onu dua ve namazlarında kullanmalarının sebeplerini açıklarken, şunları söylüyor: “Salih insanlar dua, tesbih ve kıraat esnasında mûsikî nağmelerini (lahn) kullanıyorlardı. Bunlar “el-Muhzin” diye adlandırılır. Bu nağmeler kalpleri yumuşatır, gözleri ağlatır, geçmiş günahlardan dolayı nefislere pişmanlık verir, gizlerin samimiyetini ve vicdanların ıslâhını gerçekleştirir. Bu, hukemânın mûsikî sanatını ortaya atmalarının ve mabedlerde, dua ve namaz esnasında kullanmalarının bir sebebidir. Ortaya attıkları bir başka lahn ise, “el-Muşaccia”dır. Bu lahn ordu kumandanları tarafından harplerde ve çarpışmalarda kullanılmaktadır. Nefse cesaret ve atılganlık kazandırma özelliği vardır. Yine hastanelerde uykusuz geçen vakitlerde kullanılan, hastanın hastalıklarının acısını hafifleten bir lahnda geliştirdiler. Bu lahn acıyı dindirmekte ve pek çok hastalığa şifa olabilme özelliği taşımaktadır. Hukemâ, yine musîbet, hüzün, gam ve mâtem anlarında kullanılabilecek nitelikte bir lahn geliştirdiler. Bu lahn, nefsleri taziye ediyor, musîbetlerin acılarını hafifletebiliyordu. Aynı zamanda iştiyâkı teselli edebiliyor ve hüznü de sakinleştirebiliyordu. Hukemâ, zor işler yapılırken, yorucu işler esnasında, hamalların, duvarcıların, gemicilerin ve binek sahiplerinin dinleyebileceği, bedenlerin sıkıntısını ve nefslerin yorgunluğunu giderebilecek nitelikte bir lahn geliştirdiler. Zamanımızda da yapılmakta olan velîme ve düğün yemeklerinde, lezzet ve sevinç esnasında dinlenebilecek/kullanılabilecek nitelikte lahnlar geliştirdiler.
Mûsikî sanatının kullanım alanı oldukça geniştir. Bu sanat bazen, deve çobanlarının yollarda ve gece karanlığında, deveyi coşturmak ve üzerindeki ağırlığı hafifletmek için şarkı söylerken kullandıkları gibi, sadece hayvanlara yönelik birtakım işlerde de kullanılmaktadır. Mesela koyun, davar ve at güdücüleri, hayvanlarına su içirebilmek için mûsikî sanatından istifade ederler. Hayvanların birbirlerine alışmalarını sağlayacak başka nağmeler de vardır. Sağmak için kullanılabilecek nitelikte başka başka nağmeler vardır. Hatta ceylan, keklik ve güvercin avcısı da, geceleyin bu hayvanları avlayabilmek için mûsikîden yararlanır. Kadınlar, çocuklarının ağlamalarını kesebilmek ve onları uyutabilmek için, uygun nağmeler kullanırlar. Bu açıklananlardan, mûsikî sanatını her milletin kullandığı ve duyu organına sahip her canlının ondan zevk aldığı anlaşılmaktadır.
Yine İhvân-ı Safâ, mûsikînin rûha tesiri konusundaki görüşlerini, Mûsikî risâlesinde şöyle izah eder: “Kardeşim, Allah seni ve bizi katında bir ruhla takviye etsin. Bil ki, her sanat iki el ile işlenir. Sanata mevzu olmuş ‘el-Heyûlâ’, tabii ecsamdır. Masnû’âti, ma’mûlâtı tamâmen cismânî şekillerdir. Ancak, mûsikî sanatı böyle değildir. Buna va’zedilmiş ‘el-Heyûlâ’, ruhânî cevherlerden ibarettir. Bu da, dinleyenlerin nefisleridir. Bu nefislere tesirleri, görüntülerdir. Bunların hepsi de rûhânîdir. Bu da mûsikî lahnlerinin sesler ve nağmeler olmasıdır. Nefislere tesirleri, sanatlarına konulmuş ‘Heyûlâ’daki sanatkarların sanatlarının tesirleri gibidir. Nefisleri güç işlere ve yorucu sanatlara doğru harekete geçiren nağmeler ve sesler, bunlardandır. Nefisleri, bedenlere zor ve yorucu gelen eylemleri başarmak için azimle takviye eder ve dinçleştirir. Öyle eylemlere ki, nefislerin ruhları ve malların biriktirilmişleri harcanır. Bu, harplerde ve savaşta yiğitlendirmek için kullanılan teşcî edici lahnlerdir. Bilhassa harpleri niteleme ve cesurları övgüde ölçülü beyitlerle tegannîde bulununca…”
Buna ilave olarak, kadim kültürlerde müziğin ruh hastalarının tedavilerinde kullanıldığı gerçeğini de hatırlatmak isterim. Öte yandan, İncil’in tahrifatından sonra yeni tasarlanan müzikle birlikte, hıristiyan dünyada ruh hastalarının müzikle tedavisi gibi bir uygulama yoktur.
Mûsıkî ile tasavvuf arasında sıkı bir bağ var. Tarîklerin çoğu tekkelerinde mûsikîye, mûsikî âletlerine yer vermiştir. Tekkelerin çoğu ileri gelenlerinin de mûsikîşinâs olduğunu görmekteyiz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bazı tasavvuf ehli ve tarikatler, birtakım ritüellerinde müziği kullanmışlardır ve bu konuda zengin bir birikime de sahiptirler. Özellikle mevlevîlik tarikati, “semâ” kelimesi ile tarif ettiği müziği Mevlevi ayinlerinde ve zikirlerinde kullanmıştır. Mevlevîliğe ve Hz.Mevlânâ’ya göre semâ ve mûsikî, âşıklarn gıdasıdır.
Hz. Mevlânâ’nın Mesnevîsine “Dinle Neyden” diye başlaması önemlidir. Bu tarikat ve mensubları Ney’i, insan-ı kâmil ile özdeşleştirmişlerdir. Mevleviliğin Ney sembolizmi bu açıdan önemlidir ve mûsikînin bu tarikat için taşıdığı önemi de ortaya koymaktadır.
Mevlevilikte mûsikî kullanımı o kadar önemlidir ki, mevlevî dergâhları yani mevlevîhaneler kültür ve medeniyetimizin çok önemli bestekârlarının yetiştiği mekânlar olmuştur. Osmanlı/Türk mûsikîsinin Hatib Zâkirî Hasan Efendi gibi, Hâfız Post gibi, Itrî gibi, Dede Efendi gibi, Zekâi Dede gibi önemli bestekârları, bazı dergâhlarda yetişmiş veya mevlevîhanede çile doldurarak “dede” olmuş bestekârlardır.
Katı fıkıh ulemasının müziğin haramlığına dair ileri sürdükleri dayanaksız görüşlere rağmen bazı tasavvuf ehlinin ve özellikle Mevleviliğin mûsikîye bu kadar öne vererek onu ritüellerinde kullanması anlamlıdır. Hatta Osmanlı/Türk mûsikîsinin ortaya çıkış gelişmesi sürecinde mevlevi mûsikîsinin önemli tesirleri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Konu o kadar önemli ve o kadar da geniş ki, başlıbaşına sadece bu konuda röportaj yapılsa yeridir. Bu konuda birçok yazı yazdım, Mevleviliğin mûsikî düşünce ve anlayışı üzerine bir doktora tezi de hazırladım. Müsaade ederseniz bu önemli ve uzun bir cevabı hakeden sorunuza böyle muhtasar bir cevap vermiş olayım.