NÖROLOJİ AÇISINDAN SORUMLULUK
Neil Levy*
Her toplumun yazılı ya da zımni yasaları vardır; fakat her toplumda o yasalara uymayanlar da vardır. Bundan dolayı bütün toplumlar bu yasalara uymayanlarla ne yapacakları sorusuyla karşı karşıya kalırlar. Suçlu olan ve ceza almayı hak edenleri ya da gelecekteki suçları ve diğerlerinin suçlarını engellemek için cezalandırılacak olanları belirlemek üzere adalet sistemlerimiz vardır bizim. Lakin her yasaya uymayan kişi suçlu değildir ve bazı zamanlar adalete en iyi, o kişiyi salıvererek ya da cezalandırmaktansa zihinsel hastalığını tedavi ederek hizmet edilir.
Filozoflar ve hukuk teorisyenleri, (başka şeylerin yanında) cezalandırılmayı hak edenlerle cezalandırmak dışında başka şekillerde davranılması gerekenleri ayırmaya çalışan karmaşık sorumluluk teorileri geliştirmişlerdir. Bu teorilerin tarihi çok gerilere gider. Daha yakın zamanlarda bu teoriler, psikologların ve psikiyatristlerin katkılarını da kabul etmeye başladılar. Bazı durumlarda akli hastalığı bulunan bir kimsenin, yaptıklarını sorumlu sayılacak derecede kontrol edebilip edemediği net değildir ve bu soruya ancak doğru bir bilim yanıt verebilir. Ve bazı zamanlar sıradan insanlar da ancak hassas psikolojik değerlendirmeler sonucu açığa çıkarılabilecek sebeplerden dolayı sorumlu sayılmayabilirler.
Fakat bazı insanlar, nöroloji ve zihinle ilgili diğer bilimler beyinde bilginin nasıl işlendiğine dair bilgilerini geliştirdikçe bahanelerin evrensel hâle gelmesinden korkarlar. Bilim kararların nasıl alındığını açıklayacak ve böylelikle hiç kimsenin yaptıklarından sorumlu sayılabilecek raddede kontrol sahibi olmadığını gösterecektir bize. Ben bunun abartılı bir korku olduğunu düşünüyorum. Nöroloji ve psikoloji, bize insan etkinliğini anlamamızda yardımcı olabilir, fakat bu etkinliği tamamen ortadan kaldırmaz.
Nörolojinin sorumluluğu ortadan kaldıracağına dair endişelerin birçoğu Benjamin Libet’in meşhur deneyleri üzerine yoğunlaşmıştır. Libet deneye katılanlara, ellerini ne zaman isterlerse o zaman hareket ettirmelerini söylemiş ve hareket ettirme dürtüsünün ilk farkına vardıkları zaman bunu bildirmelerini istemiştir (katılımcılar bu dürtü zamanını dairesel bir ekranda hızlıca gezinen bir noktanın yerini not ederek bildirmişlerdir). Libet aynı zamanda beynin gönüllü faaliyetlerle ilgili olan bölümündeki elektriksel aktiviteyi de ölçmüştür. Libet görmüştür ki, bu elektriksel aktivite, insanların hareket ettirme dürtülerinin farkına vardıklarını bildirmelerinden önce başlamıştır. Libet bu bilgiyi, hareket ettirme dürtüsünü üreten beyin süreçlerinin hareketi üreten beyin süreçleriyle aynı olduğu şeklinde yorumlamıştır. İlkin beyin harekete başlar ve ancak bundan sonra kişi hareket ettirmeye karar verdiğini fark eder.
Bazı kimseler bu deneyde ahlaki ve hukuki sorumluluk için sıkıntı oluşturan bir şeyler görmüşlerdir. Zira onlar kararı verenin kişi olmadığını düşünmüşlerdir. Aksine beyin (ya da daha doğrusu bilinçsiz beyin süreçleri) karar alır ve ancak bundan sonra insan, hatalı bir şekilde, kendisinin karar verdiğini tecrübe eder. Libet’in ve Daniel Wegner’in bununla ilgili deneyleri bazı kimseleri sorumlu olmadığımız noktasında ikna etmiş olsa da ben bu yorumun doğru olmadığını düşünüyorum.
Bazı insanlar Libet’in deneylerinin bilimsel geçerliliğini sorgulamışlardır. Mesela Libet’in ölçtüğü beyinsel aktivitenin bir karar için yeterli olmadığı kanıtlanmıştır. Dolayısıyla da bu beyinsel aktivitenin hareket etme dürtüsünün farkına varmayı öncelemesi, kararın zaten verilmiş olduğu anlamına gelmemektedir. Bu eleştiriler doğru olabilir, fakat Libet’in deneylerinin yaptıklarımızdan sorumlu olmadığımız noktasında yeterli kanıt oluşturmadığını anlamak için konuya dair bir karar vermemiz gerekmez. Libet’in deneyinin gösterdiği tek şey, zaten yapmaya karar verdiğimiz fiillerin zamanlaması hususundaki ince detayların farkında olmadığımızdır. Lakin bu hâl, bizim sorumluluğumuza şüphe düşürebilecek bir bilinçsizlik hâli değildir.
Sosyal psikoloji alanındaki başka bir çalışma konumuzla daha alakalıdır. Davranışsal çağrışım deneyleri, insanların, belki bilinçli olarak fark bile etmedikleri, çevrelerindeki önemsiz detaylara bağlı olarak farklı kararlar aldıklarını ortaya koyar. Örneğin ellerindeki içeceğin (“sıcak” hisleri çağrıştıran) sıcak ya da soğuk oluşuna bağlı olarak insanlar yanından geçtikleri bir yabancıya yardım etmeye ya da yürüyüp gitmeye karar verebiliyorlar. Artık bu çalışma da tartışmalıdır: En azından bazı davranışsal çağrışım deneyleri tekrarlanabilme koşulunu sağlayamamıştır. Fakat burada da bu deneyin sorumluluğumuza küçük bir gölge düşürdüğünü düşünmek için onun bilimsel geçerliliğine karar vermemiz gerekmez. Bu bulgudaki hiçbir şey bir kimsenin çağrışım yoluyla kendi değerlerinin tersine davranmasının mümkün olduğunu göstermez. Çağrışımlar bizi kendi ilgilerimize karşı biraz daha özenli, biraz daha dikkatli ya da biraz daha meyyal kılar; fakat bunların etkileri nihayetinde hafiftir.
Nörolojide ya da psikolojide genel olarak sorumluluğa zarar veren hiçbir yan yoktur ve zihin bilimleri bize kendi etkinliğimizi anlamamızda ve belli kişilerin yaptıkları belli işler için sorumlu olup olmadıklarını çözmemizde yardımcı olabilir, örneğin uyurgezerlik konusunda. Çok nadir durumlarda uyurgezerler ciddi derecede yanlış şeyler yapabiliyorlar. Toronto’da, eşinin anne ve babasının evine araba kullanarak giden ve ikisini de bıçaklayan Kanadalı Ken Parks’ın durumu mesela. Parks bütün süre boyunca uyuyor olduğunu iddia etti ve Kanada Yüksek Mahkemesi onu suçsuz buldu. Mahkeme, Parks uyuyor olduğu ve bundan dolayı yaptıklarının bilincinde olmadığı muhakemesiyle onun yaptıklarından sorumlu olamayacağına karar verdi.
Gayet anlaşılır bir şekilde mahkemenin kararının doğru olup olmadığını sorabiliriz. Eğer Parks uykudayken araba kullanabiliyorsa belki de bilinç karmaşık davranışlar için gerekli değildir. Araba kullanmak çok şey isteyen bir iştir, bu çok fazla kontrol gerektirir. Eğer bilinçsizken de o kadar kontrol sahibiysek o zaman neden yaptıklarımızdan sorumlu olmak için onların bilincinde olmamız gereksin?
Nöroloji bize bilincin işlevi ve sınırları hususunda çok şey öğretti. Bu alan genel olarak gizli çağrışım ve diğer benzer deneysel numunelerini kullanmaktadır. Gizli çağrışımda bir kelime ya da resim, kişinin bilincine varamayacağı kadar kısa bir süre için gösterilir. Bu deneylerin bize gösterdiği şey, bir uyaranın davranışımız üzerinde etkili olması için onun bilincinde olmamız gerekmediğidir. Bilinçsiz algılama kelime algılarımızı etkiler, beyindeki his merkezlerini harekete geçirebilir ve dolayısıyla sonraki davranışlarımızı değiştirebilir vs. Fakat bilinçli ve bilinçsiz uyaranları birbirlerinden çok farklı işliyoruz ve bunların davranışlarımız üzerindeki etkileri de farklı oluyor.
Genel olarak (uyurgezer birisinin ve kriz geçiren birisinin davranışları gibi) bilinçsiz davranışlar ve bilinçli insanların bilgiyi bilinçsiz işleyişleri üzerinde katı sınırlamalar vardır. Bilinçleri kapalı olan insanlar, araba kullanmak ya da bir enstrümanda tanıdık bir parçayı çalmak gibi sadece alışkın oldukları şeyleri yapabilirler (aynı şekilde tecrübeli şoförlerin birçoğu da dalarak araba kullanabilirler). Yeni hiçbir şey yapamazlar. Mesela sadece çok aşina oldukları yollarda araba sürebilirler (araba sürerken dalgınlık nöbeti geçiren insanlar genellikle doğrudan evlerine giderler) ve davranışları gayet katıdır.
Bilinç üzerine yapılan nörolojik çalışmalar bu sınırların aydınlatılmasını sağladı. İnsanlar bilginin bilincinde oldukları zaman bu bilginin beyindeki işlenişi, bilincinde olmadıkları zamana kıyasla çok daha kapsamlı bir biçimde olur ve beynin çok daha fazla bölgesine yayılır. Bilgi beynin çok daha fazla bölgesi için kullanılabilir durumda olur. Dolayısıyla beynin bu bölgeleri tarafından gerçekleştirilen dizgeler için de durum böyledir. Daha da fazlası şudur ki, eğer kişi bilginin bilincindeyse bu çeşitli bölgeler birbirleriyle uyumlu çalışırlar. Bu durum da bizi biz yapan beyin mekanizmalarının çok daha büyük bir bölümünün bilgiden haberdar olmasını sağlar. Akabinde bu hâl, her kişinin değer ve inançlarının geniş bir bölümünün o kişinin davranışları üzerinde etki etmesine sebep olur; fakat bu sadece (ve sadece) insanlar bilginin bilincinde oldukları zaman geçerlidir.
Ken Parks kayınvalidesini, görünüşte onunla çok iyi geçiniyor olmasına rağmen, bıçaklayarak öldürdü. Bunu yaparken kendi değerlerinin aksi yönde davrandı. Fakat kendi değerlerinin tersine davrandığını gösteren bütün bilgiler (kayınvalidesinin çığlıkları, kan vs.) kendi değerleri ile bütünleşemediler. Ken Parks tabii ki bir şekilde bilgi tarafından yönlendirilen, fakat ne yaptığını ve yaptığını niçin yapmaması gerektiğinin sebeplerini kavrayamadan, otomatik olarak hareket etti. Bir arabayı gayet iyi bir şekilde kullanabilirdi; zira araba kullanmak için gereken (sadece direksiyonu çevirmek ve pedallara basmak için değil, aynı zamanda diğer arabalardan kaçınmak ve trafik ışıklarına uymak için gerekli olan) otomatik şablonlara sahipti. Fakat bıçaklamanın otomatik şablonlarına sahip değildi. Bıçaklamanın temel özellikleri kontrolü dışında olan şeylerdi.
Benzer şekilde bilinçli insanlar bilgiyi bilinçsiz olarak işledikleri zaman da o bilgiye karşı tepkileri katıdır. O bilgiyi bildikleri diğer her şeyle bütünleştiremezler; bundan dolayı tepkileri alışkanlıklarını yansıtır ve hiç esnek değildir. Bazı durumlarda bu durum, kısmen bilinçsiz bilgi kaynaklı olarak, yaptıkları işlerdeki sorumluluklarını azaltabilir. Psikologların örtük önyargı dedikleri şey için çok sayıda kanıt vardır. Örneğin ırkçılığa gayet bilinçli ve içten bir şekilde karşı olan birçok insanın diğer ırklara karşı yine de böyle önyargıları bulunur. Bu önyargılar davranışlarımızı etkiler: Böyle örtük önyargıları olan bir insan mesela, bir iş için iki aday arasında seçim yapmak durumunda kaldığında beyaz bir insanı tercih edebilir. Bunu beyazların o iş için siyahlardan daha iyi olduğunu düşündüğünden değil, fakat kendi örtük önyargısı onu (yanlış bir şekilde) beyaz kişinin o iş için daha ehil olduğunu düşünmesine sebep olduğu için yapar. Eğer bu şekilde karar vermeleri bilinçsizce olmuşsa, ırkçı bir tercih yaptıklarından dolayı sorumlu olmayabilirler; zira kendi eşitlikçi değerlerini aldıkları karara yansıtmayı başaramamışlardır.
Nöroloji çok hızlı bir şekilde gelişiyor ama ortada keşfedeceğimiz daha çok şey var. Çoğu durum için, sorumlulukla ilgili kavramlarımızı gözden geçirip geçirmeyeceğimizi anlayabilmemiz için gerekli olan beyindeki bilgi işleme sürecini iyi bilmiyoruz. Bağımlılık konusu örneğin, görece gizemli kalmayı sürdürüyor: Bağımlıların, davranışları üzerinde gayet yüksek derecede kontrol sahibi olduklarını biliyoruz ama bu kontrolün derecesi bilinmezliğini koruyor. Benzer sıkıntılar kleptomani (çalma hastalığı) ve Tourette sendromu için de geçerli. Yine de nörolojinin son yirmi yıldaki hızlı ilerleyişi bizi umutlandırıyor. Nöroloji geliştikçe biz de kendimize dair daha iyi bir kavrayışa kavuşacağız. Nöroloji bize kendi etkinliğimizi anlamada yardımcı olmaktadır, fakat bu etkinliği ortadan kaldırmayacaktır: Hassas bir şekilde yönetilen ve çarpıcı fiilleri yapabilen, fakat bazı zamanlarda can sıkıcı derecede sınırlı olan canlılar olarak kalacağız.
*Oxford Üniversitesi nöro-etik merkezinde araştırmacı olan profesör aynı zamanda Melbourne Üniversitesi nöro-etik merkezinin başkanıdır.