Suç, Delilik ve Sorumluluk
Andrew Scull*
Avukatlar suç isnatlarına karşı savunmalarında deliliğe başvurarak nadiren başarılı olabiliyorlar: Yargılandığı suçu işlemiş olsa bile, davalının akli yetersizlik sebebiyle o suçtan sorumlu tutulamayacağı savunmasından bahsediyorum. Her ne kadar nadir görülse de suçluluk isnatlarına karşı akıl hastalığını savunma olarak kullanmak, bu durumun pratikteki önemiyle çok orantısız bir heyecanla karşılanıyor genelde. Amerikan başkanlarına suikast düzenleyenleri ya da düzenlemeye çalışanları içeren sansasyonel davalarda durum özellikle böyle: Başkan Reagan’ı öldürmeye çalışmakla suçlanan John Hinckley’nin davasına okurların birçoğu aşinadır. Tarihi daha iyi bilenler, 1881 yılında Başkan Garfield’a suikast düzenlemekten idam edilen Charles Guiteau davasını hatırlayacaklardır. Bu türden davalara eşlik eden umumi tartışma ve ihtilaflara, bu sorular üzerine sağlık ve hukuk meslek grupları arasında bazen patlak veren kavgaları da ekleyebiliriz. Davalarla ilgili uzmanlığın kendilerine ait olduğunu iddia eden bu iki grup arasındaki çatışmalar geçtiğimiz iki yüzyıldan beri dönem dönem patlak veriyor. Deliliğin bir suçu affettirip affettirmeyeceği sorusu nadiren sorulsa da meselenin sembolik önemi yadsınamaz. Böyle bir savunma yapabilmek için öngörülebilir kurallar ve kriterler oluşturma çabaları da meseleyi nihayete erdirme noktasında sürekli olarak başarısızlığa uğramıştır.
Aslında ceza hukukunu açıkça ihlal eden (çoğunlukla şiddet veya cinayet içeren) fiillerden dolayı bazı davalıları sorumlu tutmanın mantıksız olduğu fikrinin uzun bir tarihi vardır. Bu uzun tarih akıl hastalıklarının teşhisi ve tedavisi noktasında kendilerini uzman ilan eden, iyi kötü organize olmuş bir grup doktorun ortaya çıkışından çok daha gerilere gider. Bu tarih ta Antik Yunan’a ve Roma’ya kadar uzanır. Romalılar örneğin, kendi eylemlerini kontrol edemeyecek kadar deli olanları cezalandırmanın hiçbir anlamı olmadığını açıkça kabul etmişlerdi. Yüzyıllar sonrasında İngiliz umumi hukuk mahkemeleri de benzer şekilde az sayıda davalıyı yaptıklarının sonuçlarından azat etmişti. Sanıkları affeden bu tür kararlar, sanığın akli durumuyla ilgili olarak bir “uzman” görüşünü temel almadılar. Bu kararlar daha ziyade bir kültürün aklı başında bütün üyelerinin, bu tür çok ileri derecedeki zihnî yetersizlikleri fark etmekte hiçbir sıkıntı yaşamayacağı inancına dayanıyordu. Tarihçiler genellikle “vahşi hayvan testi”nden bahsetmişlerdir: Suçu işlemiş sanıklar “eğer ki suçu bir çocuktan, bir canavardan veya vahşi bir hayvandan daha iyi kavrayabilecek durumda değillerse” o suçtan dolayı mahkûm edilemezler. Hâl böyle olunca, bu sebepten dolayı affedilmeler hem sayıca az hem de nadiren olmuştur.
Öte yandan 18. ve 19. yüzyıllarda işler çok daha karmaşık bir hâl almaya başladı. Zira bazı tabipler delilik hakkında uzman olduklarını ve dolayısıyla da bir kişinin deli olup olmadığını test etmeye ve deliliğin sorumluluk üzerindeki etkileriyle ilgili söz söylemeye, özellikle ehil olduklarını iddia etmeye başladılar. Kendilerine olan güvenleri gittikçe artan bu tıp dalının ortaya çıkışı tabii ki uzun ve karmaşık bir geçmişe sahiptir ve evvel emirde daha ziyade deliliği tanımlamak, idare etmek ve tedavi etmekle ilgilenmiştir. İlk başlarda deli-doktoru olarak bilinen, daha sonraları akliyeci (alienist) terimini tercih eden ve ancak yavaş yavaş psikiyatrist ismini kabul eden bu uzman olmak isteyenler grubunun mahkeme salonuna girişi ise gayet yavaş olmuştur. Bir davalının deliliği hususunda görüşüne bir uzman olarak başvurulan ilk kişi Londra’daki Bedlam Hastanesi’nin doktoru John Monro olmuştur. Dava ziyadesiyle mühim bir davaydı; 1760 yılında Earl Ferrers, hizmetkârını öldürdüğü gerekçesiyle Lordlar Kamarası’nda yargılanmıştı. Monro, Ferrers’in muhtemelen deli olduğunu söyledi, fakat lordlar aksini düşündüler ve Ferrers’in Tyburn’de asılmasına karar verdiler.
Bu olaydan tam 40 yıl sonra bir İngiliz avukat olan Thomas Erskine’in şansı daha yaver gitti. Savunduğu kişi emekli bir ordu üyesi olan James Hadfield’dı ve Drury Lane Tiyatrosu’nda Kral III. George’a suikast girişiminde bulunmuştu. Kurşun ıskalamıştı, fakat Hadfield vatan hainliğinden yargılandı. Ordudayken başından ağır bir şekilde yaralanmıştı ve ülkesine hizmet ederken beynine aldığı bu yaranın fiziksel kanıtı iki cerrah ve bir doktorun şahitlikleriyle desteklendi. Bunlar hâkimin kendisini delilik sebebiyle suçsuz bulması için yeterli oldu. O zamana dek bir kişi hakkında delilik sebebiyle suçsuzluk kararı verilmişse o kişi salıveriliyordu. Neredeyse kral katili olan bir kimsenin salıverilmesine göz yummak istemeyen parlemento hızlıca Deliler Cezai Yasası’nı meclisten geçirdi. Bu yasayla, bundan sonra böyle sanıkların kralın arzusu süresince gözlem altında tutulmasına karar verildi. Hadfield Bedlam Hastanesi’ne gönderildi ve 1841’deki ölümüne kadar orada kaldı.
Hadfield’ın ölümünden iki yıl sonra Daniel M’Naghten, İngiltere başbakanı Sir Robert Peel zannettiği kişiyi öldürmekten tutuklandı. (Talihsiz kurban ise aslında başbakanın sekreteri Edward Drummond idi.) M’Naghten’in zavallı adamı vurduğu kesindi. Savunma yine delilikti ve bu davanın sonucu hangi akıl hastalıklarının delilik sebebiyle suçsuz bulunmak için geçerli sebep olarak kabul edileceğinin belirlenmesine yönelik ilk resmî girişime şahit oldu. M’Naghten Kuralları olarak bilinen bu kurallar ya da bunun çeşitlemeleri, o zamandan beri hukuki yargılamalardaki en yaygın standart test hâline geldi. Lordlar Kamarası en önemli meselenin şöyle bir çerçeveye oturtulabileceğini ileri sürdü: Yargıçlara her davada, bütün sanıkların, aksi kanıtlanana kadar, aklı başında ve işledikleri suçlardan sorumlu tutulabilecek kadar akli melekeye sahip olduklarının varsayılacağı söylenmelidir. Delilik temelli bir savunma oluşturabilmek için, suçlanan tarafın, suçun işlendiği anda işlediği eylemin doğasını ve niteliğini bilmeyecek kadar ve eğer bunu biliyorsa da yanlış bir şey yaptığını anlayamayacak kadar kendisini akıldan yoksun bırakan bir zihinsel durumdan mustarip olduğu kanıtlanmalıdır.
Aslında bu okuma, deliliğin beraat ettiren bir şey olduğu zamanların oldukça dar bir okumasıdır. Sanığın bir akıl hastası olduğunu kanıtlamak yetmiyordu. Kurallara göre savunma, suçu işlediği sırada sanığın ne yaptığını bilmediğini ya da hastalığının bir sonucu olarak yaptığı şeyin yanlış olduğunu kavrayamadığını kanıtlamak zorundaydı. Bu duruş, insanların sorumlu sayılabilmeleri için en önemli olgunun özgür irade olduğuna dair hukuk mesleğinin beslediği inancın bir yansımasıydı. Bu duruş aynı zamanda davalıların kendi fiillerinin failleri oldukları varsayımını kural olarak tutabilmek için en küçük bir istisnayı bile kazıyıp çıkarma noktasında duydukları arzuyu yansıtıyordu.
Kısa bir süre sonra bu görüşe, yeni yerleşmekte olan akliyecilik dalı tarafından meydan okundu. Bu doktorlar akıl hastalıklarının karmaşıklığı hakkındaki artan bilgilerinin, önemli ayrımlar yapmak söz konusu olduğu zaman kendilerine ayrıcalıklı bir konum sağladığını iddia ettiler. Akliyeciler için uzmanlıkları, gerekli tespitleri yapmak için kendilerini ayrıcalıklı bir şekilde vasıflı kılıyordu. Söz konusu olan kendileri olduğunda, deliliğin çeşitlerine dair artan bilgileri fizikî bilimlerin kesinliklerine benzer bir şeyde temelleniyordu. Onlara göre delilik bedensel bir durumdu; beyindeki, diğer sinir dokularındaki ya da nöral kan dolaşımındaki yapısal ya da işlevsel fizikî abnormalitelerin bir ürünüydü. Klinik ve teşhis kabiliyetleri, onların beyanlarının eşsiz ve tartışılamaz gerçekler olarak kabul edilmesini sağlamalıydı. Sorumluluğun ahlaki yönü bilimsel nesnellikle olan karşılaşmada yitip gitmişti. Nitekim akliyeciler, sanıkların işledikleri işlerden cezai olarak sorumlu tutulmadıkları daha geniş bir durumlar kümesinin tanınması için çabaladılar. Mesela bu insanlar “ahlaki delilik” durumları diye bir şey keşfettiklerini iddia ettiler: Bu ifadeyle, sanığın akli melekelerinin gayet iyi olduğu, fakat duygu ve davranışlarının anormal olduğu durumlardan bahsediyorlardı. Veyahut sanığın bir eylemde bulunurken etkisi altında olduğu ve akıl hastalığının bir sonucu olan “karşı konulamaz dürtü”yü tanımlamışlardı.
Böylelikle tıp, hastalık söz konusu olduğunda suçtan bahsetmeyi reddederek ceza hukukunun dayanağı olan kısasın toplumsal kurallarını temelinden sarsmakla tehdit etti. Öte taraftan hukuki söylem, istek ya da niyetin bir eylemin gönüllülük esasını oluşturduğu sağduyu şemasına bağlı kaldı. Bu şemada belirli psikolojik durumların bulunduğu ya da bulunmadığı varsayımları sorumluluk değerlendirmelerinde hayati bir öneme sahipti. Dilsel düzeyde bir ara zemin bulma çabalarına rağmen gerçek o zaman için de, bu zaman için de şudur ki, rekabet hâlindeki bu iki söylem birbirleriyle kesinlikle kıyaslanamazdır. Dahası ben bu ikisi arasında bir seçim yapmanın eskiden de, şimdi de meselenin doğası gereği seçim yapan kişinin değerlendirmesine bağlı olduğunu düşünüyorum.
Bu dönemi takip eden 150 yıl boyunca (kendilerini artık adlandırdıkları şekliyle) psikiyatristler konumlarını savunurlarken büyük bir sorunla karşılaştılar: Kendi aralarında bir türlü anlaşamıyorlardı. Örneğin Garfield’a suikast düzenleyen Guiteau’nun davasında savunma, sanığın şüphesiz deli olduğunu söyleyen birtakım psikiyatrik “uzmanlara” başvurdu. Savcılık ise kendi psikiyatri uzmanlarını çağırdı ve onlar da Guiteau’nun karşısındakilerle kesinlikle empati kurabildiğini söylediler. Böyle ateşli bir atmosferde jürinin kimden yana olacağını tahmin etmek zor değildi ve sanık hemen mahkûm ve idam edildi. Mahcubiyet birçok davanın ortak özelliğiydi ve psikiyatri dalı bu duyguyu derinden hissetti, fakat etkili bir karşılık bulamadı. Bazıları, kendilerine para ödeyenlerin istedikleri doğrultuda ifade veren kiralık ağızların şovlarından kaçınabilmek için uzmanların mahkeme tarafından atanan tarafsız kimseler olmasını önerdi. Fakat gerekli teşhislerin yapılabileceği, güvenilir ve yerleşmiş araçların olmaması bu tür girişimlerin hepsini köstekledi. Psikiyatristlerin suçlanan kişinin eylemleriyle ilgili betimlemeleri sağduyulu, günlük betimlemelerle genellikle çarpıcı benzerlikler gösteriyordu. Aynı zamanda hastalığın kaynağına dair herhangi bir ampirik kanıtın olmadığı durumlarda bilimsel hakikatin büyülü sözlerini ve bedensel nedenselliği öne sürmenin çok bir etkisi olmuyordu.
Öte yandan bazı yerlerde psikiyatristler, bir süreliğine de olsa, suç içeren eylemlerde akıl hastalıklarının, sorumluluğun kalkması için geçerli sayılacağı durumların daha geniş bir alanda temellenmesini başarmışlardır. Örneğin Birleşik Devletler’deki bazı yargı mercilerinde mahkemeler, bazı durumlarda, eğer sanığın yasa dışı davranışları “zihinsel bir hastalığın ya da akli bir yetersizliğin ürünüyse” sanığın o davranışlarından sorumlu tutulmamasını benimseyerek psikiyatrik tezlere daha çok uymuşlardır. Psikiyatrik tanıklıklara daha geniş bir alanın tanınmasını içeren bu tür kararların en meşhuru 1954’te Washington D.C.’deki temyiz mahkemesi tarafından ifade edilmiştir. Durham Kuralı olarak bilinen bu kural bir süre etkin kalmıştır, fakat 1972’de psikiyatrik tanıklığa çok fazla ağırlık verdiği gerekçesiyle iptal edilmiştir. Umumi hukuk mahkemeleri, sorumluluk söz konusu olduğunda kararı her zaman jüriye bırakmayı tercih etmişlerdir. Bundan sebep psikiyatristlerin, bir sanığın bir akıl hastalığı ya da yetersizliğinin bulunup bulunmadığı hususunda tanıklık yapmalarına izin verilmiştir, ki bu hususta hâlâ sıklıkla anlaşmazlığa düşmektedirler. Fakat bahsedilen bir akıl hastalığının, sanığı sorumluluktan kurtarıp kurtarmayacağı kararı profesyonellere değil, jüriye bırakılmıştır. Kurumsallaşmış bir psikiyatrinin yükselişinden önceki zamanlarda ve bu meslek grubunun itirazlarına karşı olduğu gibi, bir kimsenin sorumluluktan muaf tutulacak kadar deli olup olmadığının nihai kararının, bir kültürün aklı başında herhangi bir üyesinin verebileceği bir karar olduğu zımni olarak varsayılmaktadır.
*Kaliforniya Üniversitesi San Diego’da (UCSD) sosyoloji bölümü profesörü olan yazar dünyadaki saygın psikiyatri tarihi uzmanlarındandır. Alanında yayımlanmış çeşitli kitapları ve birçok makalesi vardır. Türkçeye “Uygarlık ve Delilik – Akıl Hastalığının Kültürel Tarihi” isimli eseri tercüme edilmiştir.