İBNÜLEMİN MAHMUD KEMÂL’E GÖRE VAZİFE AHLÂKIMIZ
Semih Ceyhan*
İbnülemin Mahmud Kemâl (İnal) (1871-1957), toplumsal hayatta çok hızlı ve büyük değişimlerin yaşandığı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş devrinde yaşamış önemli mütefekkir-yazarlarımızın başında gelir. Son devir Osmanlı devlet adamları, şâirleri, musikişinâsları ve hattatları üzerine kaleme aldığı biyografileri ve tarih bilgisiyle tanınan İbnülemin, Osmanlı kültür hayatını bütün boyutlarıyla tanıtmayı kendine bir misyon ve dava olarak seçmiş, özellikle dergi ve gazete yazılarında İslam dininin bir medeniyet, insanlık ve ahlâk sistemi olduğu üzerinde durmuştur. Yazarlık yönüyle birlikte bir İstanbul efendisi, münnevveri ve Nakşibendî müntesibi olan İbnülemin’in zengin kütüphanesi, nefis levhalar ve antika eşyalarla müzeyyen konağı eskiden beri ilim, edebiyat ve sanat erbabının musiki ve sohbet geceleri yaptığı, Süleyman Nazif tarafından “Dâru’l-kemâl” (kemâl yurdu) şeklinde nitelenen İstanbul’un sayılı ilim ve irfan ocağıklarından birine dönüşmüştür. Son devir Halvetî-Uşşâkî meşâyihinden Hüseyin Vassâf Efendi’nin yazdığı Kemâlü’l-kemâl adlı eser bir biyografi müellifi olan İbnülemin Mahmud Kemâl’in biyografisine dair en samimi satırların yer aldığı bir kaynaktır (Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin Mahmud Kemal: Kemalü’l-Kemal, Hüseyin Vassâf, haz. Fatih M. Şeker, İsmail Kara, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2009).
İlerleyen satırlarda İbnülemin merhumun ana temasını “vazife ahlâkı” şeklinde belirlediğimiz ve kısmen günümüz Türkçesine aktardığımız üç yazısını okuyacaksınız. 1909 yılında Beyânu’l-hak dergisinde kaleme aldığı bu makalelerde insanın sorumlu bir varlık olduğunu, vazife şuuru içinde yaşaması gerektiğini, insanlık vazifesinin ferdi bencil değil diğergâm olmaya ittiğini, insanlara yardımda bulunmak için şahsi zevk ve menfaatlerden fedakârlık yapması gerektiğini söyler. İbnülemin’e göre İslâm dini marifet ve ahlâkî erdemler üzerine inşâ edildiğinden bilgi ve hakikate itibar edilmekle dine de riâyet edilmiş olur. Dolayısıyla insanlık ilim ve faziletle kâim olduğundan dindarlık da bilgi ve ahlâkla dâim olur. İbnülemin bir müslümanın en büyük vazifesini dinin yüce hakikatlerini insanlık âlemine bildirmek şeklinde tespit eder. Bildirmek için önce bilmek lâzımdır. Buna göre insanın yaratılıştaki aslî amacı hakikat bilgisi peşinde koşmaktır.
Beyânu’l-hak dergisinin 15-38 sayıları arasında çeşitli başlıklarda telif ettiği muhtelif yazılarda İbnülemin’in savunduğu ana fikir, medeniyet ve ahlâkî erdemlerin maâriften doğmuş olduğudur. Bilgiyi, aydınlanmayı ve çalışmayı emreden İslâmiyet, insanı hakikat bilgisini öğrenme ve bu bilgiyi elde etmeye gayret etme vazifesiyle memur kılmakla, hem ferdin hem toplumun refah, mutluluk ve terakki şartlarını sağlama yolunu da açık tutmuştur. İbnülemin’e göre müslüman ülkeler İslâm’ın bu disiplinine sadık kaldıkları zaman medeniyette ileri gitmişler, onu ihmal ettiklerinde geri kalmışlardır. İslam dünyasının geri kalması dinin kendisinden değil, onun hakikate iltizâm etmeyi emreden ilkelerinden müslümanların uzak kalmasından kaynaklanır.
Şiâr-ı İslâmiyye’nin ihyâsı için çok çalışmanın ferdin maddî ve mânevî tekâmülünden evlâ olduğunu, ancak toplumun ihyâsının da ferdin ihyâsına ve nefsânî garazlardan tezkiye edilmesine bağlı bulunduğunu vurgulayan İbnülemin’in yazıları, günümüz dünyasının içinden geçtiği zorlu süreci doğuran hıyânet, menfaatperestlik, cehâlet, maddiyyâtçılık ve ikiyüzlülük illetlerine nasihat kabilinden bir reçete sunar vaziyettedir.
İNSANLIK VAZİFESİ
(“Vazîfe-i İnsâniyye”, Beyânu’l-hak, cild II, sayı 38, s. 864-865. Tarih: 30 Receb 1327 / 17 Ağustos 1909)
Âhiret tarlası olan şu ilim yurdu olan âlemde her fert bir vazife ile sorumludur. Vazifesini yerine getirmede gayret gösterenler sevaba nâil olacağı gibi, tembellik edenler musibete düçâr olur. İnsanlık yardımlaşma ve dayanışma esasına istinâd ettiğinden ötürü vazifenin yerine getirilmesinde kişinin kendi nefsiyle beraber hemcinsi olan diğer insanları da nazar-ı dikkate alması lâzım gelir. Vaadedilen mutluluğa nâil olmak insanların yararına edilecek hizmet oranındadır. Âlemde nefsinden başkasını düşünmeyenler, kendisinden başka nefes alıp veren başka bir varlığı tasavvur etmeyenlerdir ki bu türden bencil ve egoistlerin, insanlık ile hayvanlık arasını temyiz eden akıl ve fikirden mahrum olduklarına hükmetmek tabiidir. Halbuki hayvanların bile birbirine yardım etmekte oldukları ibretle görülmekte iken, eşref-i mahlûkât olan insan yardımlaşma ve dayanışmadan elini çekerse, her türlü menfaat kaynaklarını başkasına ulaştırmada set çekerse, kendisini hayvanlık mertebesinin altına düşürmüş olur. İnsaf bir güzel haslettir ki hangi fert onunla nitelenirse insanlığa mahsus olan bir şerefi elde eder. Çünkü insanlık vazifesini hakkıyla ifa edebilmek için en büyük sâik insaf duygusudur. İnsaf duygusundan yoksun insan, insanlık kâinatına bedenlenmiş bir musibettir. İnsanların bu musibet yüzünden uğradıkları zarar, yeryüzü ve gökyüzü âfetlerinden hiçbiriyle mukayese edilemeyecek derecede tehlikelidir. Kişinin kendini başkalarına kıyas etmesi (kıyâs-ı nefs) fazilet ve insanlıkta yegâne kıyastır. Emel ve amellerini bu kıyasa tatbik etmeyenler, fazilet ve insanlık dairesinin hâricinde kalarak insanlık âlemini musibetlere maruz bırakırlar. İnsaf sahipleri her emel ve amelde tabii olarak kendilerine lâyık görmedikleri kötülükleri başkalarına da lâyık göremeyeceklerinden, insanlık âlemi musibet ve bela karanlıklarından mahfuz olacaktır. Kişinin kendini başkalarına kıyas etmesi bir erdemdir ki bu erdemden mahrum olanlar, kendilerine reva görmedikleri çirkin ve kötü şeyleri başkalarına daha lâyık farzedeceklerinden, her mutluluğu kendi çirkin ve kınanmış nefslerine tahsis etme derecesinde bencilce hareket ederler ve Allah’ın kullarını sefâlete mahkum ederler. Böylece “Doğrusu insan çok zâlim ve çok câhildir.” (Ahzâb, 72) âyetinde işaret buyurulduğu üzere bu bencil ve egoist insan övünerek kendisinin zâlim ve câhil olduğunu ilan eder. Dünya bir letâfet ve irfan sahasıdır. Dünyaya kesâfet, cismânîlik ve ahmaklığı miras bırakanlar insanlardır. İnsanlar insaf etseler, dünya nimetlerini sadece kendilerine hasretmek gibi faydasız bir sevdaya kapılarak bedenlerinin bir uzvu hükmünde olan hemcinslerini sıkıntıya sokmak ve onlara azap vermek yoluna düşmez, gadre uğrattıkları insanların âhlarından yükselen dumanlardan arz ve semânın simsiyah olmasını görmek istemezler. Her şeye kādir olan Allah’ın feyzedip güzelliklerle süslediği şu toprak üzerine yükselmiş cennet misâli dünya arzını cehenneme çevirmeye yeltenmezler. Aksine insaf ehli olan kişi, diğer insanların saâdetine hizmetle şu güzel dünyanın güzelliğine başka bir güzellik bahşeder. İnsaflı kişi şu fânî hayatın bu kadar ıztırap ve sıkıntıya, bu kadar hırs ve tamahkârlığa değmeyecek bir yer olduğunu takdir ederek, şahsi zevklerini umumun zevklerine tercih eder. İnsanlığın tayin ettiği vazifeyi âlicenaplıkla ve fedâkârlıkla ifa edenler, insanları kendilerine haşir sabahına kadar medyûn-i şükrân eylerler. Bu fedâkâr insanların vefat veya şehâdetlerinde, insanların ağızlarından çıkan medh ü sitâyiş sadaları rahmet kandili gibi kabir toprağının üzerinden pırıltılar saçacak, lâhût âleminden taşan nurlar kabrini aydınlatacaktır. Her fert bilir ki hayat sınırlı ve fânîdir. Vazife ise mühimdir. Vazifenin ehemmiyeti hayatın sınırlı oluşuyla karşılaştırılırsa, sayılı nefeslerin hayır için sarfedilmesiyle vazifeyi ifa etmekten başka bir çare olmadığı âşikâr ve belli olur.
İSLÂM VAZİFESİ
(“Vazîfe-i İslâm”, Beyânu’l-hak, cild I, sayı 20, s. 455-457. Tarih: 23 Muharrem 1327 / 14 Şubat 1909)
İslâm dininin dünya ve âhirete şâmil olan rahmet timsâli hükümleri her türlü hakikat ve incelikleriyle âlemdeki nazarlara arz olunup, halkın fikirleri hakikat kâbesine yöneltilmedikçe, insanlık dünyası doğruluk ve kurtuluş mazharı olamayacaktır. İnsanlık, âdemoğullarının mutluluğuna hizmet etmeyi insanlara hatırlatıyor. İnsanlığın ruhu mesâbesinde olan İslâmiyet ise hayırda yardımlaşmayı müslümanlara yerine getirilmesi farz bir borç olarak hükmediyor. Gücü yettiği halde veya gücü olmamasına binâen yeterli gayreti göstermeyenlerin ödenmesi zorunlu olan bu borcu ödemeyenlerin iki dünyada da en ağır cezaya uğrayacakları muhakkaktır. İslâmiyet, kâinata rahmet olduğu için ferde teveccüh eden maddî ve mânevî mutluluktan toplumun da yararlanmasını lüzumlu görmektedir. Cemiyet fertlerinin mutluluğu kazanırken sadece kendilerini düşünmeleri ve atâlet göstermeleri cemiyeti zillete düşürücü bir beladır. Bununla birlikte ferdin kendi nefsini gözetmeye ihtimam etmesi de emredilmektedir. Veren elin alan elden üstünlüğü ile himmet ve gayretin âlî olması, İslâm’da fevkalade önemlidir. Bu herkesin malumudur. Sonsuz bilgi sahibi olan Cenâb-ı Alîm’in insanlara en büyük nimeti faydalı ilimdir. Bu ilimden nasibi olanlar büyük insanlara ihsanda bulunmazlarsa nimete şükretmemiş olurlar. İlim ve irfanın ruhu olan Efendimiz hazretleri (s.a.v.) buyuruyorlar ki: “Kim Allah’ın kendisine nasip ettiği bir ilmi ve bilgiyi gizlerse, Allah kıyamet günü o kişinini ağzını ateşten bir gem ile gemler.” Dolayısıyla bilgiyi yaymaktan uzak kalanların yahut ilmi gizlemeye çabalayanların hadiste zikredildiği üzere başlarına gelecek şeylerden ibret almaları gerekir. İlmin yayılmasından yüz çevirmek sebebiyle dünyada gün be gün başa gelen bela ve musibetler üzerinde tefekkür edilirse, bu yüzden âhirette uğranılacak hesaba gelmez azap takdir edilebilir. Zira ilâhî nimetleri Allah’ın mahlukatından uzak kılmak nimete nankörlük etmekten başka bir şey değildir. Nimete yapılan en büyük nankörlük ilim nimetine yapılan nankörlüktür. Nimete nankörlüğe cezayla mukabele edileceği ise ispattan âzâdedir. İlim mihenkine vurulunca mahza sahte para misali olan diğer dinlerin dünyanın dört bir köşesine intişarı için türlü masraflarda bulunmaları, türlü musibetlere mukâvemet etmeleri; Afrika çöllerinde, Amerika göllerinde, omuzlarında taşıdıkları zenbiller dolusu mektup ve risaleleri dağıtmaya gayret eden şahısların cansiperâne çaba sarfetmeleri müminler için gerçekten ibretlik bir durumdur. Diğer dinlere ait makul olmayan bir takım nakiller içeren misyonerlerin mektupları, aydın fikirli insanlar nezdinde tabiatıyla kabule mazhar olamayacağından, medeniyetin nurlarından aydınlanamayan kavimlere ve kabilelere kabul ettirilmek isteniyor. Misyonerler gerek mal gerek bedenen sarfettikleri fedakârlığın mukabilinde elde ettikleri meyve ehemmiyetten uzak olduğu halde, herifler hiçbir zaman davalarından vaz geçmiyor, ilerleme adımlarını her tarafa atıyorlar. Çünkü “En az fayda yine faydadır.” düsturunu her zaman ve zeminde tatbik etmekten kaçınmıyorlar. Zaten maksada ulaşmak için faydanın azlık ve çokluğuna bakmamak, daima çalışmak gerekir. Öte yandan düşmanların bile teslim ettiği İslâm dini gibi insanlığa mutluluğu tazmin eden bir dinin yüce hakikatlerini insanlık âlemine göstermek, hakikat araştırması için tüm gayretini sarfeden ilim erbabını hakikatten haberdar etmek, ehl-i İslâm için ödenmesi gereken bir borç olduğu halde bu yolda himmet edenler kayıp yahut maksada ulaştıramayacak kadar sınırlı sayıdadır. Şu husus hakikati bilen ve tanıyan ümmete gizli kapaklı bir şey değildir: Dinî hakikatler öncelikle müslümanlar arasında inkişâf etmedikçe hakikat nurlarının dışarıda yayılması imkânsızdır. Zira bildirmek için bilmek lâzımdır. Bilmeyenler nasıl bildirirler? Amelde gevşeklik gösterenler bir tarafa, dininde muhafazakâr olanların büyük çoğunluğu bile din bilgisinde bir takım cüz’î bilgilerle yetinmektedir. Pek çok kere izah edildiği üzere İslâm, insanlığın selâmet ve kurtuluşunu amaçlayan bir dindir. İslâm’dan müstefid olmak için ilmin varolması şarttır. Müslümanlar cehâlet ve bilgisizlikle pâyidâr olamazlar. İlim talebinin her erkek ve kadın müslümana farz olması da bu hikmete dayanır. İslâm’ın âlemin mürebbisi olduğunu ispat etmek için, beşikten mezara kadar ilim talep etmeye çalışmak, dini hakikatleri kemâl üzere idrak etmek ve dini emirleri hakkıyla yerine getirmek bir zorunluluktur. Yapılması gereken en önemli iş, müminlere marifet öğretmek, hakikati telkin etmek, fikir ve kalplerini aydınlatmaktır. Müminlerin işlerine ihtimam göstermek İslâm vazifesidir. Bu önemli vazifede kusur edenler müminler kafilesi arasında önemli bir mevkiyi asla edinemezler. Nitekim Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: “Müslümanların işlerine ehemmiyet göstermeyen kimse bizden değildir.” Müslümanların meselelerinin hallinde tembellik etmeye mukabil, Avrupa’dan ve Amerika’dan gelen Hıristiyan misyonerler çekirge sürüleri gibi Anadolu’nun en ücra köşelerine yayılarak tehlikeli düşüncelerini müslüman ahaliye telkin etmekte işlerine gayretle sarılıyorlar. Halbuki İslâm beldelerinin pek çoğunda, müslümanların yaşadığı köylerin ekserisinde ne mescit ne mektep ne imam ne de öğretmen var. Bazı insanlar cahil olduklarından ötürü batıl inançların peşine düşmüş, bazıları ise her şeyden mahrum kalmış. Bir esef hali devam edip gidiyor. İşte köylerde, nahiyelerde hatta kasabalarda yaşayan bir çokları -zikredildiği üzere- cehalet karanlıkları içinde derbeder ve şehirlerde ikamet edenlerin bir kısmı da büsbütün vadide gezer iken dini hakikatlerinin dışarıya intişarı nasıl mümkün olabiliyor? Binâenlaeyh her şeyden evvel müminler arasında din-i mübinin hükümlerinin muhâfazasına ve bu suretle dinin maslahatlarının ıslâhına önem göstermek öncelikli farzlardandır. Halkın ıslâhı, müslümanların işlerinin ıslâhına dayanır. Bu mühim meselenin hallinden sonra müslümanlar dinin yüce hakikatlerinin kâinata intişarını kendileri için zorunlu bir vazife olduğunu hakkıyla takdir etmeli ve vazifeyi yerine getirmede çokça çaba sarfetmelidirler. Çünkü ehl-i İslâm iyiliklerde yardımlaşmakla memurdurlar ve insanların faydasına hizmette bulunmakla ecir kazanırlar. İslâm âmmenin selâmetiyle sorumludur. Selâmet ise İslâm’dadır.
SELÂMET HAKİKATE YAPIŞMAKTADIR
(“Selâmet İltizâm-ı Hakîkattedir”, Beyânu’l-hak, cild II, sayı 33, s. 771-773. Tarih: 23 Cemâziyelâhir 1327 / 12 Temmuz 1909)
Mizaç ve tabiatların farklı olması, âdemoğullarını çeşitli sınıflara ayırmıştır. İnsan vardır ki hayatının her devresinde güzelliklere kendisini kaptırıp kötülüklerden sakınır. Temiz fıtratı bir erdem terbiyesiyle aydınlandıkça güzellik ve iyiliklere meyli, çirkinlik ve kötülüklerden nefreti oranında artar. Mücbir sebepler bu meyil ve nefreti değiştiremez. Hangi hususta olursa olsun hakikatin hilâfına tavır ve sözlere yeltenmek bu münevver olan adamın nazarında intihardan daha vahim görünür. Çünkü Hak ve hakikat yolunda sâbit kadem olanlara göre sapkın yollara yön kırmak doğrudan doğruya hakikati tahkir etmek demektir. Hak ehli kimse ise hakikati tahkir edemez. Tahkir ederse intiharı şehitliğe tercih etmiş demektir. Dünya zevkleri rüya kabilindendir. Gaflet uykusu zâil olunca rüya sahibi kişi sarhoşun dertlenmesi misâli vâveylâ eder. Hayatın lezzetleri hayaller mesâbesindedir. Heves ve şehvetlerin tertip ettiği vehim ve hayal tezgâhları, akıl ve fikrin hafif bir darbesiyle altüst olunca hayal sahibi kendi nazarında da mahza hayal olur. İşte sarhoşluğu zevkinden daha çok olan o rüya ve hayalinin mahiyetini dini feyzin gölgesinde keşfedenler için en müşkil demlerde de hakikate yapışmak hayatı muhafaza etmekten daha önemlidir. Zira halkın huzuruna yalan ve riya ile çıkılabilirse de Hakk’ın huzuruna çıkmak için hakikatten başka rehber yoktur. Hak hakikat ister. Hakikatten yüz çevirenler farz-ı muhal dünyada kâr etseler de âhirette ebedi hüsrana mahkumdurlar. Bu bir hakikattir ki aksini iddia edenler görme nimetinden yahut şuur nimetinden mahrumdurlar. “Bak, bozguncuların sonu nasıl oldu.” (A’râf, 103; Neml, 14) Yine insan vardır ki güzellik ve iyiliklerden kaçınır, çirkinlik ve kötülüklere yönelir. Kötü amellerin tehlikeli bir girdap olduğunu hem akıl hem de dini açıdan bildiği halde o korkutucu girdapdan yüz çevirmez, iyilikler anayoluna koşmaz. Dünyadaki alçak menfaatleri uhrevi faydalara tercih eder. Rüzgâr hangi taraftan eserse fırıldak gibi o yöne döner ve oradan gelecek hazzı düşünür. “Rüzgârın önüne düşmeyen âdem yorulur.” hikmetli sözünün bu meseleye tatbik edilemeyeceğini izah etmek gereksizdir. Bir an gelir iyilikleri kabul edip kötülükleri tahkir etmede hakperestlerle aynı dili konuşur. Bir an gelir bu ilkenin tersini savunur ve boş kelâm eder. Zira hakikat meslekinde renkten renge girmek olmadığı gibi, hakikatten uzak kalan karanlık düşünce sahiplerinin müstakil ve belli bir yol bellemeleri de imkânsızdır. Nitekim şu şiirde de bu durum şöyle ifade edilmiştir: “Pek şaşırdım bir şeyhe ve onun zühdüne / İnsanlara daima korkularından bahseden şeyh / Gümüş kupadan içmeyi kendisi kerih görür / Elde ettiğinde ise içmekten geri kalmaz.” İşte bu beyitte zikredilen ikiyüzlü ve riyakâr bir şeyhin uğursuz varlığı insanlık âlemi için en dehşetli fısk u fücur içinde olan kimselerden daha zararlıdır. Hak ve hakikat düşmanı olan bu türlü zamâne hâinlerinin ve sahtekârlarının Allah’ın kapısından kovulanlar olduklarını Hakk’ın nuru olan Efendimiz (s.a.v.) şöyle beyan eder: “Aldatan bizden değildir.” Şu oluş ve bozuluş âleminde bukalemun gibi dakikada bin renge, hokkabaz gibi bin şekle giren kalleşler hakikat düşmanlarıdır ki gösterdikleri renk ve şekille katı kalplileri bir kat daha saptırırlar, saf kalplileri de gaflete düşürürler. Bu saptırma ve gaflete sürüklemeden maksat nedir? Menfaatperestlik değil de nedir? Dünya denilen boş yere telaş ve inlemeden başka bir şey olmayan yerin, hayat denilen sayılı nefeslerin alınıp verildiği sürecin, o kadar hırs ve tama’a tahammülü olmadığı insafla bakılırsa tereddütsüz bir şekilde itiraf edilir. Âlemin tantanasını davulun sesine benzetirler. Davulun sesi isterse ayyuka çıksın her hâlükârda davulun içi boştur. Boşa koşmak kafanın boşluğuna delâlet eder. Tantanalarla debdebelerle hakikatin izzeti elde edilemez. Debdebenin izzete nisbeti, hayalin hakikate nisbeti gibidir. Hakiki izzet, kâmil iman erbabına vadedilmiştir. Hakperest olan ümmet iki cihanda da muazzez ve mesuttur. Bin türlü boş vesileye tevessülle tedarik ettikleri muhteşem arabalara binen, süslü elbiselerle ayıplarını örten gâfiller, zelil ve hakir olan kınanmış nefslerini insanların nazarında o suretle aziz ve şerefli göstermek bâtıl emelinde bulunuyorlarsa da, hakikat eblehliği âşikâr eden davranışlarla asla örtülemez. Abes tantanalarla hayata hayat katılamaz. Beşerin ömrü sınırlıdır. Servet nefesi artıramaz. Rızık taksim edilmiştir. Zeyd’in muhabbeti, Amr’ın düşmanlığı rızkı ne artırabilir ne de eksiltebilir. Nimet Hakk’ındır. Hak nimetini istediği kullarına ihsan eder. Gerçek mutluluk kalp huzurundadır. Kalp huzuru servetle kazanılamaz. En büyük saâdet gönül zenginliğine bağlıdır. Gönül zenginliği ve Allah’ın ihsanı kanaatle hâsıl olur. Hakk’ın bu yüce feyzine ise iman erbabı nâil olur. Takdir ve taksim edilmiş rızka kanaatsizlik ederek menfaat temini için tilki postuna bürünmek, yılan gibi yerlerde sürünmek, Allah’ın kullarını saptırmaya ve gaflete düşürmeye çalışan münafıkların dünya ve ukbada zillete düçar olacaklarına hükmetmemek ya Ebu Cehil cehâletinden ya da Nemrut inadından kaynaklanır. İslâm insanlık âlemine bir nimettir. Her müslüman hissesine düşen nimetten kardeşini müstefid etmeye memurdur. İnsanların en hayırlısı olmak için insanların yararına hizmet etmekten başka çare yoktur. İnsanlara zarar vermek İslâm nazarında en büyük suçtur. Şahsi menfaatleri için insanlara zarar verenler elbette Hakk’ın gazabına uğrayacaklardır. Bilmeyenler kesinlikle bilmelidirler ki şahsi menfaat halkın menfaatine tercih olunamaz. Hangi fert hangi isim altında olursa olsun halkın menfaatini ileri sürerek şahsi menfaatini temin için fikir sarfederse -bir gün ilahi adalet zuhur eder- kendisi zararlı çıkar, halk ise fayda elde eder. Binânealeyh “Mutlu kişi başkasına nasihat edendir.” yüce sözüne dikkatle şahsi menfaatini elde etmeye, halkın menfaatini küçümsemeye ve görmezlikten gelmeye çalışan kimse, sefih kimselerin âkibetinden ibret alarak daima hakikate yapışmalı, daima halkın faydasına hizmet etmeye gayret etmelidir. Çünkü saâdet halkın yararına hizmettedir. Selâmet ise hakikate yapışmaktadır.
İbnülemin Mahmud Kemâl
∗ Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tasavvuf.