Sarığımız Beyaz, Leke Götürmez!
Kadri Akkaya

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bali Efendi’nin garip kalmış türbesinde üç İhlâs bir Fâtiha‘lık anın verdiği huzuru başka bir şekilde Paşmaklı’nın dağ yamaçlarındaki bir pınarın soğuk suyundan ağuçlarımızla içtikten sonra, vücut susamışlığımızın giderilmesiyle bir daha yaşıyoruz. Garip kalmış, çünkü bu coğrafyanın son iki asırda hem de birkaç kez “adalet” yerine “hürriyet” dağıtanlarınca savrulmasından sonra, eski külliyenin yerine Sveti Prorok İliya Kilisesi gelmiş ve türbe de arkadaki metruk bir yerde kalıvermiş. Toplu kırım ve Anadolu’ya sürülmüş milyonlarca Müslüman’dan geriye kala kala bir avuç Bâcıyân ve Evlâd-ı Fâtihân canları ve bir zamanların elli üç camili vakıf medeniyeti Sofya‘sından ise hizmete devam edebilen tek bir vakıf eser Banya Başı (Molla Efendi Kadı Seyfullah) Camisi kalmış.

    Vakıf malları deyince, şunları bilmekte fayda var: Tarih belgelerine göre Osmanlı, Bulgaristan’da; 2.356 camii ve mescit, 142 medrese, 273 mektep, 42 imâret, 174 tekke-zaviye, 116 han, 113 hamam-kaplıca-ılıca, 27 türbe, 24 köprü, 75 çeşme, 3 sebil, 26 kervansaray, kale, saray, hastahane, kütüphane, saat kulesi, bedesten ve namazgâh olmak üzere toplam 3 bin 399 adet eser inşa etmiş. Bunların ne kadarının ve ne durumda kalmış olduğunun tespiti ve ihya edilmeleri çok elzem.

    Bugün onlardan biri, Sofya Tarihi Müzesi yapılan, zamanın eski bir vakıf külliyesi. Şimdi içerisinde şehir tarihiyle ilgili eserlerin sergilenmesi yanında geçici sanat etkinlikleri de yapılıyor. Bulgaristan Başmüftülüğü’nün de ortaklığı ile Sofya’daki diğer beş din cemaatinden resim sanatçılarının ortak sergisinde başmüftü vekili ve ressam Birali Birali’nin de eserleri sergileniyor. Yağlı boya eserleriyle katkıda bulunduğu bu geçici sergiyi beraber geziyoruz. Kendisi başmüftülüğün sosyal birimi ile kültür ve medya biriminden de sorumlu bir ressam. Ayrıca Sofya Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğretim görevi de olan bir ilim ehli.

    “Hayatın sünneti hep sancılı olmak, hep sıkıntılı olmak.” diyor ve “Herkes yaptıklarının esiridir.” ayetiyle “Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır.” ayetine atfen yaptığı resimleri gösteriyor. Diğer bir çalışmasını ise şöyle yorumluyor: “Bu da ‘insanın emelinin ecelinden daha uzun olduğunu’ bildiren ayeti yorumlayan bir eserimiz. Peygamberimiz’in sahabeler anlayabilsin diye çizerek anlattığı şekli cizmeye çalıştık. Çizgiler insanı, o insanın ecel vaktini; emellerini ve onları gerçekleştirinceye kadarki çektiği zorlukları temsil ediyor. Emellerin çoğu da gerçekleşmeden ecel geliyor ve hayat bitiyor.”

    Birinci Dünya Bölüşümü öncesi Paris ile Londra’nın oluru, Berlin’in hamiliği ve Rusya’nın vesayetinde güya bağımsızlığı verilen; İkinci Dünya Bölüşümü esnasındaki ünlü Yalta Konferansı’ndan sonra ise Demir Perde’nin ülkeleriyle birlikte tamamen “ötekileştirilen” Bulgaristan; hem de 50 yıldır kapısında hâlâ bekleyen Türkiye’den önce, ani bir hızla 2007 yılında Avrupa’nın “ortak üye ülkesi” yapıldı.

    Ülke ve insanı toplumsal ve siyasal geçiş süreçleriyle boğuşuyor. Bir yanda çoğu harap olan eski “komsomol” üretim kurumları ve tamire muhtaç binalar, trafik ışıkları; diğer yanda o ışıklar kırmızı yanınca çok kalın tekerlekli safari jiplerini durdurarak zaman kaybetmek istemeyen ülkenin yeni kapitalist sürücüleri. Göçtüğü ülkelerde hiç fark edilemeyen toplumun en üsttekileriyle hemen farkedilen en alttakilerden geride kalanların çoğu da bir an önce Avrupa’nın “merkezî” ülkelerine doğru göçün hayalinde. Adeletten çok -şimdi de- şahsi hürriyeti önceleyen yeni toplumsal paradigma, yerleşim birimlerinde nüfusun epey azalmasına sebeb olmuş. Bazı köylerde yol sormak için bile kimse bulunamıyor, ıssızlaşmış.

    Müslümanlar bu coğrafyayı altı asırdır vatan bilmiş ve hâlâ biliyor. “Vatan Yahut Silistre”den, Berlin Konferansı’nda Osmanlı’ya takılan “çelmeden”, Balkan Bozgunu ve Sürgünü’nden ve en son Jivkov’un kimlikleri yok etme ve toplumu homojenleştirme zulmünden sonra ülkede geriye kala kala bir milyon beş yüz bin kadar Müslüman kalmış. Burayı vatan bilmiş, buradaki toplumsal ödevlerini kendilerince yerine getirmeye çalışıyor ve çoğu Müslüman kardeşlerine karşı da sorumluluklarının bilincinde. Bu sorumluluk ve geçmişlerine vefa borcu onları çok mütevazi altyapıdaki ortam ve maddi şartlardaki hizmetten beri etmemiş. Mesela, Bulgaristan Başmüftülüğü kurumunun oluşumunu, kuruma çıkarılan zorlukları ve üstesinden gelinmesi gereken şartları öğrenince, şu anda taşın altına salt elini değil, aynı zamanda tüm vücudunu koymuş nice diğergâm insanları tanıyınca bunu daha iyi fark ediyorsunuz. Onlardan bazılarını tanıyıp, görüşlerini almadan önce Bulgaristan’daki müftülük kurum tarihinin künhüne beraber varalım.

    Bulgaristan’daki müftülük sisteminin hukuki temelleri Berlin Antlaşması (1878) ve Tırnova Anayasası (1879) ile atılmış. Diğer temel hukuki belge ise 9 Temmuz 1880 tarihli: “Bulgaristan Prensliği’nde Hristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudilerin Dini Yönetimine Dair Muvakkat Talimatname”. 47 maddeden oluşan talimatnamenin onbeş maddesi zamanın Bulgaristan’daki Müslümanlarının dini yönetimi ile ilgili. Bu temel ile Bulgaristan Prensliği’nde müftülük teşkilatı kurulmuş; müftülüklerin bölgeleri ve görevleri tespit edilmiş. Müftülük sistemine paralel olarak eski kadı mahkemeleri şeriye mahkemelerine dönüşmüş ve yetkileri müftülere devredilmiş. 19 Nisan 1909 tarihinde İstanbul Protokolü ile aynı zamanda bir de “Müftülükler Sözleşmesi” imzalanmış. Bu sözleşmenin birinci maddesinde Sofya’da başmüftülük kurumunun kurulması ve başmüftünün de sancak müftüleri tarafından ve onların arasından seçilmesi öngörülmüş. Bu sözleşme uyarınca 8 Aralık 1910’da Hocazade Mehmed Muhiddin Efendi Bulgaristan’ın ilk başmüftüsü seçilmiş ve bu görevinde 1915 yılına kadar kalmış. Daha sonra başmüftü seçilen Süleyman Faik Efendi görevinde 8 yıl kalmış. Ondan sonraki başmüftüler “seçilmiş” değil, Bulgar hükûmetleri tarafından “atanmış”lar.

    Başmüftü olarak “atanan” Hüseyin Hüsnü Efendi 1928 yılından 1936’ya kadar, Abdullah Sıdkı Efendi 1936’dan 1945’e kadar görevde kalmış. 1945’den 1989’a kadar ülkenin kaderini tayin eden sosyalist rejim döneminde yerel müftülükler azaltılarak sadece göstermelik 5 müftülük bırakılmış. Bu sözde müftülükler de merkezî komite tarafından “tayin edilen” Süleyman Ömer Efendi Sabri Demirov ve İsmail Sarhocov gibi “başmüftüler”ce yönetilmiş.

    Todor Jivkov ve merkezî komitesi ekibinin Müslümanları etnik esasa göre Türk, Pomak ve Çingene olarak ayırmasının ardından ülkedeki bütün dinî okullar kapanmış; cenaze, sünnet, bayram kutlamaları gibi temel dinî âdetler de yasaklamış. Sosyalist döneminin son başmüftüsü 1988  ile 1991 yılları arasında bu görevde “tutulan” Nedim Gencev. İçişleri bakanlığı kontenjanı ile Sofya Üniversitesi Hukuk Fakültesinin açıköğretim bölümünden mezunluğu dışında hiçbir icazeti olmayan sözde bir müftü.

    Ülkedeki rejimin dönüşümü süresindeki 1992 yılında Müslümanların ilk demokratik konferansı Kırcaali Bölge Müftüsü Fikri Salih’i başmüftü seçmiş. Nedim Gencev bu yenilgiyi kabul etmemiş ve ülke çapında, tabanı olmayan paralel bir müftülük sistemi kurmuş. Bu ikiliğin önlenmesi için 6 Mart 1995’te yapılan Bulgaristan Müslümanları Olağanüstü Konferansı’nda Fikri Salih bir kez daha başmüftü seçilmiş, ancak bu seçim zamanın hükûmeti tarafından tanınmamış. Fikri Salih başmüftülük binasından zorla çıkarılmış ve hükûmetce tanınmayan ancak Müslümanların desteklediği başmüftü olarak 1997 yılına kadar görevinde kalmış ve “şeçilmiş başmüftü”nün meşruluğu meselesini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürerek zamanın hükûmetini Müslümanların dinî işlerine müdahalesinden dolayı mahkum ettirmiş.

    1997’de birleştirici bir olağanüstü konferansın yapılması için taraflarca karşılıklı anlaşma sağlanmış ve seçim sonucunda başmüftü olarak Mustafa Haci, Yüksek İslam Şura Başkanı (YİŞ) olarak da Hüseyin Karamolla seçilmiş. Onlar görev sürelerini 2000 yılında başarıyla tamamladıktan sonra ilk defa Bulgaristan Müslümanları Olağan Konferansı 28 Ekim 2000 günü yapılmış ve başmüftü olarak Selim Mehmed, YİŞ başkanı olarak Mustafa Haci seçilmiş. Bu yönetimin başarıları arasında İslam din dersinin devlet okullarında isteğe bağlı okutulması, Kur’ân-ı Kerîm’in Bulgarca tercümesi, Müslüman diyanetini ilgilendiren konularda Türkiye Diyanet Vakfı ile ve Mezhepler Müdürlüğü arasında bir antlaşmanın imzalanması sayılabilir.

    12 Şubat 2011’de bir kez daha Bulgaristan Müslümanları Olağanüstü Ulusal Konferansı düzenlenmiş ve Müslümanların iradesiyle Dr. Mustafa Haci yeniden Başmüftü, Şabanali Ahmed ise YİŞ başkanı seçilmiş. Konferans kararı Sofya Şehir Mahkemesince tescil edilmiş ve böylece başmüftülük yurt içinde ve yurt dışındaki Bulgaristan Müslümanlarının tek meşru temsilcisi olmuş.

    Bugün Bulgaristan Cumhuriyeti Müslümanlar Diyaneti Başmüftülüğü artık bağımsız bir dinî teşkilat ve aynı dini ve dinî gelenekleri paylaşan; etnik kimliği ne olursa olsun tüm Bulgaristan Müslümanlarını birleştiren tüzel bir kurum. Faaliyeterini bu tüzel kişiliğiyle Bulgaristan Anayasası ve Bulgaristan Cumhuriyeti kanunları çerçevresinde ve dinler yasası uyarınca yürütmekte.

    Bu faaliyetleri Başmüftü Dr. Mustafa Aliş Haci şöyle özetliyor: “Başmüftülüğün temel hedeflerinden biri başkentte İslam Kültürü ve Eğitimi Merkezi’nin kurulması vasıtasıyla Müslüman topluluğun eğitim seviyesinin yükseltilmesi ve en küçük bir ihtiyaç hâlinde bile, ülkenin her bir noktasında gerekli din hizmetlerinin verilmesi. Mevcut vakıf mallarının artırılmasından ve denetiminden elde edilen kaynakların sunulması ve yenilerinin meydana getirilmesi. Müslüman topluluğun kendine özgü kimliğinin ve dinsel, kültürel ve sosyal değerlerinin korunması için çabalar sarfedilmesi.”

    Başmüftü aslen Pazarcık’a bağlı Velingrad’dan. Kendisinin Hac dönüşüne denk gelen hicri 1438  yılbaşında, hem de Sofya Yüksek İslam Enstitüsü’nün yeni eğitim ve öğretim yılı açılış programı öncesi müftülükteki hasbihal anında söyledikleri: “Bu sene genel olarak hacı sayısı azdı. Bulgaristan’dan da hamdolsun 400 kadar hacımız vardı. Bu bina müftülüğe ait. 2007 yılında tamir ettik. Şu anda bize yetmiyor. Eskiden Sofya’da 83 cami varmış. Zaman içerisinde camiler yıkılmış, yok olmuş. Şu anda ibadete açık tek bir camimiz var: Banya Başı da denen, Molla Kadı Seyfullah Camii. Sofya’daki, tahmini 80 binin üzerindeki Müslüman nüfus göz önüne alınınca durum belli.

    Bulgaristan’da yaklaşık 1,5 milyon Müslüman nüfus var. Toplam 1500 cami ve mescidimiz var. Üç tane imam-hatip lisemiz var. Sofya’da bir tane lisans eğitimi veren yüksek İslam enstitümüz var. Zaman zaman yurt dışına yüksek lisans için öğrenci gönderiyoruz. Genellikle ve çoğunlukla da Türkiye’ye. İmam-hatip lisesi mezunlarından imam ve hatip ya da vaiz olmak isteyenler için ayrıca kurslar da düzenliyoruz.

    Çok sıkıntılarımız var. Bunlardan en başta geleni: Vakıf mallarımız. Onların çoğunu tarihî süreç içinde geçen rejimlerin sorumluları yok etmişler. Bir kısmına da Bulgaristan devleti el koymuş. İkinci bir sıkıntımız: Maddi imkânsızlıklar. Bu durum elde olan vakıf eserlerin tamirini ya da müftülüğe bağlı personelin istenen sayıda ve makul miktarda ücretle çalıştırılmasına arzu edilen şekilde fırsat vermiyor. Kimi imamların maaşlarını ödeyemiyoruz. Çoğu ya az bir ücretle ya da fahri olarak görev yapmış oluyor.

    Vakıf mallarının iadesi için 2002 yılında kabul edilen bir kanun var. On yıl içinde vakıf mallarının iadesi için mahkemelere başvurma hakkı veriyor. Biz de zamanında başvuru yaptık. Maalesef Bulgarlar olumlu bakmadı. Dolayısıyle çeşitli yerlerde tepki gösterildi ve protesto yapıldı. Mesela Filibe’deki protestolar esnasında tarihi Muradiye Camii’ne saldırdılar oldu, hatta yakmaya çalıştılar. Bunlara rağmen hak taleplerimizden vaz geçmiyoruz. Osmanlı Devleti’nden ayrıldıktan sonra bize karşı Bulgaristan’da siyaset maalesef değişmemiş. Çeşitli rejimler, çeşitli siyasi partiler değişmiş ama asimilasyon politikası değişen dozlarda hep devam etmiş ve devam ediyor.

    Küstendil’de tarihî bir cami, Fatih Camii var. Tamir edilmesi lazım. Ne devlet tamir ediyor ne de bize veriyor. Aslında bize verse, tamir için elimizden geleni yaparız. İşin ilginci, devletin ‘Burada Müslüman nüfus yok.’ demesi ve oradaki Roman Müslümanları dinî kimlikleriyle kabul etmemeleri. Varsayalım ki Müslüman yok; bu binanın kültür varlığı olarak ayakta kalması lazım. Kaldı ki, Türkiye ile Bulgaristan arasında söyle bir anlaşma da var: Karşılıklı olarak Türkiye’deki Bulgar Ortadoks kiliseleri ve Bulgaristan’daki camiler tamir edilecek. Sadece beş Bulgar Ortadoks aile nüfuslu Edirne’deki tarihi iki kilise çoktan tamir oldu ama Bulgaristan’daki nice tarihî cami hâlâ tamir edilmeyi bekliyor. Yine, İstanbul’daki tarihî kiliseyi İstanbul Büyükşehir Belediyesi tamir etti. Bulgaristan’ın maddi imkânlar tabii ki çok değil ama tamir etmek isteyene de vermiyor. Şimdiki Arkeoloji Müzesi ve eskiden Mahmut Paşa Camii olan binayı vakıf eser olarak geri istiyoruz, vermiyorlar. Eski Zağra’da Hamza Bey Camii’ne dair elimizde Bulgaristan Devleti’nin verdiği tapular var. Kabul etmiyorlar. Yine, Karlıova Ali Bey’de (Karlovo) bulunan caminin de tapusu bizde var. Bulgar Mahkemesi bunları kabul etmiyor.”

    Bu hukuki hakların verilmesinde Avrupa’nın hukuk normlarının nasıl bir yardımı olabilir diye sorunca: “Avrupa’daki İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidebilmek için Avrupa’nın müstakil bir devleti olan Bulgaristan’ın iç hukuk yollarını sonuna dek tüketmiş olmanız gerek.” diyerek kısır döngüye işaretle devam ediyor: “Bazı vakıf mallarının iade edilmesini açtığımız davalar ile sağladık ama bu sayı çok az. İadesi gereken daha çok vakıf var. Bunların arasında kubbesiyle, minaresiyle hâlâ ben camiyim diyen onüç tarihi cami bulunmakta. Hukuki engellerin yanında Bulgar makamları bazı vakıf camiilerin altında ‘Eskiden burada kilise varmış.’ ya da yerlerinde eskiden ‘başka antik binalar’ olduğunu ileri sürerek, ‘Bunları kullanamazsınız.’ deyip elimizden almış. Şu anda bu cami ve binalar harabeye dönüşmüş durumda. Maalesef çoğu oturum beldelerinde de başka ibadet edecek yerimiz yok. Misal olarak Samkov ve Vraça (Vratsa) kasabalarındaki tarihî camiler. Bulgarlar bunları maalesef iadeye yanaşmıyor olsa da haklarımızı savunmaya mecburuz. Biz de Bulgaristan Cumhuriyeti vatandaşlarıyız; bu ülkeye vergi ödüyor ve diğer vatandaşlık görevlerimizi hep yerine getiriyoruz ama aynı zamanda da Türk, Pomak ya da Roman etnik kökenlerimizle beraber Müslüman olduğumuz için dinî ve kültürel haklarımızı da istiyoruz. Bu istemlerimize aşırı bir şekilde karşı çıkan Bulgar Irkçı Parti ve diğer aşırı toplum gruplarına maalesef Bulgaristan makamları son yıllarda sanki göz yumuyor gibi bir durumun oluşmasına fırsat veriyor.“

    Toplumun azınlığı olan ırkçılardan başka hak istemlerine destek olan toplumsal grupların dayanışmasını, onlar ile beraber neler yaptıklarını sorunca: “Hak istemimize ırkçılar karşı çıkıyor. Çoğuluk ve kimi entellektüellerde de ‘Beraberdik ve beraber yaşayacağız.’ diyor. ‘Müslümanların da hakkı var, verilmeli!’ diyor. ‘Anayasa çerçevesinde ne haklar var ise verilmeli’ diyorlar. Ama bazı entellektüeller de öyle düşünmüyor. Özellikle Bulgaristan’ın nüfusunun seri bir şekilde azalması, dolayısıyla baskın Bulgar kültürün yok olması korkusu. Bu problemi ve ondan kaynaklanan  korkuyu bize fatura etmeye çalışıyorlar. Çok şükür; çoğunluk halk nezdinde bu konularda sıkıntı yok. Eskiye göre daha iyi durumdayız. Yani Komünizm Dönemi ile kıyas edince çok iyi durumdayız. O yılları yaşayan bir insan olarak bunu söyleyebilirim. Ama şunu da bilmekte fayda var: Osmanlı’dan beri devletin Müslümanlara karşı siyaseti hep asimilasyon olmuş. Bu bazen az, bazen çok hissedilse de hep böyle olmuş. Aslında bizim haklarımızın savsaklanmasına, hatta verilmemesine belli bir devlet desteği var. Elbetteki biz herkesle iyi geçinmeye çalışıyoruz. Devlet makamlarıyla da görüşmelerimiz var. Avrupa ülkeleri ya da diğer büyükelçilikler ile irtibatımız var. Aynı zamanda Türkiye ile de irtibatımız var. Şunun bilincinde olmamız lazım: Bulgaristan’da Müslümanlar asırlardan beri yaşıyor. Avrupa devleti olan Bulgaristan’ın Müslüman olan vatandaşları da, tek tek hepsi aynı zamanda Avrupalı. Bu bilinci vermek için Razgrad’daki tarihî camide Bulgar tarihçi bir yazar ile camiyi tanıtacağız. Bunlar, maalesef çölde bir ses. Özellikle Bulgar devleti bu hak istemlerini duymazdan geliyor. Sorumlu ve karar vericilere gidince çoğu evet diyor, karşı çıkmıyor ama icraata gelince, zamana yayıyor. Sürüncemede bırakıyor.”

    Sıkıntılarının biri de yetişen genç nüfusun, hatta bazen imam-hatip olarak yetişenlerin bile Avrupa’ya ya da başka ülkelere göçü meselesi. Personelin belli bir seviyede ücretlendirilmesinin zorluğu ise kurumun diğer sıkıntısı. Gelirlerin sadece hac organizesinden, vakıf mallarının gelirlerinden ve Müslümanların yardımlarından olduğunu belirtiyor. Hasene yardım kuruluşu kurban bağışlarıyle yardımcı oluyormuş. Ramazan aylarında kimi Müslüman kuruluşların ve şahısların kumanya yardımı ya da Sofya’daki tek açık cami olan Banya Başı’nda her ramazan akşamında bir hayırseverin himmetiyle iftarlar müminler arasındaki kaynaşmaya, kardeşliğe vesile oluyormuş.

    Muhtemel daha iyi hayat şartları muştusunu idealindeki hizmet için ciddiye almayarak Bulgaristan’dan göç yerine, kendisine buraların en genç müftüsü olarak ideal çizmiş, kendisini Tırnova ve yöresindeki Müslümanlara adamış bir kardeşlik örneğiyle tanışıyoruz: Süleyman Masurev. “Tırnovo Bölge Müftülüğü Kuzey Bulgaristan’ın orta kısımlarında yer almakta olan Tırnovo ve Gabrovo illerinindeki ve köylerindeki Müslümanlara iki personeli ve yirmi mütavazi imam ve hatip ile hizmet vermekte. Bölgemizde yaklaşık 35.000 Müslüman yaşamakta. Müftülüğe bağlı 43 cami ve mescit mevcut. Bu aynı zamanda encümenli 43 yerel cemaat demek. Bunların ancak yirmisinde sürekli görevlimiz var. Geri kalanında ise fahri hizmet veren gönüllüler oluyor.” diyor ve Tırnovo Kalesi’nin silüetinin de olduğu şimdiki cami ve müftülük binasının eski zamandaki hâlini gösteren yağlıboya bir resmi gösteriyor.

    İmam ve hatiplik eğitimine 1991’de başlayan; 1998 yılından beri ise lisans eğitimi de veren  Sofya Yüksek İslam Enstitüsü’nün  2016/2017 öğretim yılının açılışı öncesi okulun iki sağlam sütunuyla tanışıyoruz: Tefsir uzmanı  ve okutmanı Dr. Sefer Bekir Hasanov ve kelam uzmanı ve okutmanı Dr. Kadir Redzheb Muhammed. Sefer Hoca doğma büyüme Sofyalı. Mastır ve doktorasını Türkiye’de yapmış. “İnsan nasıl ki annesini babasını seçemediği gibi, vatanını da seçemiyor. Allah bizi buraya nasip etmiş. İsteseydi bizi Mekke’de, Medine’de veya Istanbul’da yaratırdı. Burada yaratmış. Buraya borçluyuz, sorumluyuz. Önce buradan sorulacağız. Bildiğimizi öğretiyoruz.” diyor. Kadir Hoca ekliyor: “Yüksek İslam Enstitüsü’nde yüz örencimiz var, bunların yaklaşık dörte biri bayan. Lisans eğitimi veriyoruz. İcazetimiz Türkiye ve çoğu ülkede artık tanınıyor.” diyor.

    Ağaç üzerine yakma nezih bir hat ile “Kardeşlik sınır tanımaz!” süslü Yüksek İslam Enstitüsü’nün rektörlük odasından çıkarak okulun eğitim öğretim yılının açılış programına katılıyoruz. Yeni öğrencilere selamlama konuşmacılarından biri de Türkiye’nin Sofya Elçiliği Din Müşaviri Dr. Ulvi Ata: “Hakkı şerden, batıldan ayıracak böyle okullara ihtiyaç” ile “İnsanları Allah ile kandırmayacak, gerçek ilmi” ve “Doğruyu, doğru kaynaktan; doğru yöntemlerle öğretecek; dinden, Kur’an’dan başka hesabı ve gizli ajandası olmayacak; yetişmiş ilim insanlarına ihtiyaç” olduğundan bahsediyor.

    Yüksek İslam Şura Başkanı Vedad Ahmed konuşmasını Bulgarca yapınca kardeşliğin lisan sınırını da tanımadığını farkediyoruz. Diğer katılanlar: Müftü vekilleri; Sofya İl Müftüsü Mustafa İzbiştali, okulun diğer okutman ve öğretmenleriyle gelen misafirler. Tabii ki, ilmin ancak ceht ile elde edileceğini bilen erkek ve bayan öğrenciler, konuşulanları can kulağıyle dinliyorlar.

    Şehbenderzade Hilmi’nin Filibe’sinden; Burgaz, Hasköy, Kırcaali, Köstendil, Pazarcık; Pernik, Plevne, Ruscuk, Silistre, Eski Zağra, Varna, Vidin ve Yambol’dan gelerek, ilerideki yıllarda yine bu yörelerin camilerde Bulgarca, Türkçe, Arapça ve Osmanlı Türkçesinde hutbe okuyacak geleceğin imamlarına ya da geleceğin vaizelerine, çok önemli bir göreve talip olduklarını ve artık bundan sonraki davranışlarına daha da çok dikkat etmelerini ve de artık “Güzel ahlak ile mümkün olduğu kadar da Efendimiz’in sünnetini örnek olarak” yaşamalarını ve üzerilerindeki  yeni sorumluluk bilincini kendini can kulağıyle dinleyen öğrencilere: “Sarığımız beyaz, leke götürmez!” diye imgeli ve atasözlü tavsiyeyle tekrar hatırlatıyor, okulun rektörü ve Bulgaristan Cumhuriyeti Diyaneti Başmüftüsü Dr. Mustafa Aliş Haci.

    Lisans eğiğitimi sonrası icazet alacak öğrencileri, daha şimdiden “Elini uzat, Ensar ol!” çağrısıyla mültecilere ve düşkünlere yardımda bulunan yerel cami ve mescitlerin mütevelli üyeleri “İnsana, halka hizmet; Hakk’a hizmet” bilinci ve sorumluluğu ile bekliyor.

    Sofya’nın yayalara özel ana caddesinde bir aşağı, bir yukarı giderek dilenen bir meczup, karşısındakilere arada bir şöyle sesleniyor: “Stambolov ‘Bizi Osmanlı’dan Ruslar kurtardı; Ruslardan kim kurtaracak?’ demişti; ben de bugün ‘Avrupalılar kurtardı ama onlardan kim kurtaracak?’ diyorum.” diyor.