ÇEŞİTLİLİK: NEREYE KADAR?
Rémi Brague*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Günümüz Çeşitlilik Modası
    Çokluğun olumlanmasını belirten diğer ifadelerle birlikte çeşitlilik kelimesi de bir slogan hâline gelmiş durumda. Çokluk gibi bir olguyu belirten kelimeler de, aynı fikri ifade eden fakat anlam olarak pozitif bir nüansa sahip çoğulculuk gibi kelimelere teslim olmuş durumdalar. Diğer taraftan günümüz dili, tek olanı betimleyen yekpare (monolithic) gibi tahkirkâr sıfatlar açısından oldukça zengin.

    Çeşitlilik süregiden birçok sloganın sonunda yer alan bir kelimeden daha fazla bir şey değil. Bu tür kelimeler 18. yüzyıl kadar erken bir dönemde oluşturulmuş olabilirler; lakin bu kelimelerin günümüzdeki kullanımları görece yenidir ve kullanımları birkaç on yıldan daha geriye gitmez. Çeşitlilik üzerine böyle olumlu bir değerlendirmenin en erken örneğinin Platon’un demokratik şehir betimlemesi olması muhtemeldir. Platon bu şehri her şeyin satılık olduğu bir dükkânla (pantopōleion) karşılaştırır; bugün buna bir çeşit süpermarket de denilebilir.2

    Bununla birlikte günümüz şehirleri, Eflatun’un ironik bir şekilde ihtirasların ve kişiliklerin rengârenk yamalı yığını diye tabir ettiği duruma gitgide daha çok benziyor. Ama bu olumlu bir özellik olmak durumunda. Çeşitlilikten kaçınılmaması gerekiyor. Kaçınılamaz ve belki de gerçekten kaçınılmamalı. Zira çeşitlilik ya da en azından çeşitliliğe giden yol bir zenginlik olmak durumunda. Çeşitliliğe olan saygı insan dışı dünyalara kadar genişliyor. Bu sebeple “biyolojik çeşitlilik”in her ne pahasına olursa olsun muhafaza edilmesi gerekiyor.

    Demokrasinin Asil Hayali
    Bizim demokrasilerimiz, Yunanistan’da ve yine Platon’dan neşet etmiş bir bakış açısını takip eder. Platon’un Protagoras diyaloğunda sofist, Atinalı insanlar topluluğunun işleyişinin bir taslağını çizer. Teknik bir mesele söz konusu olduğunda Atinalılar gerekli liyakate sahip olmayan hiç kimseyi dinlemezler. Tartışma bir siyasi tercih meselesine kaydığı zaman ise liyakatli insanlar ayrıcalıklı durumlarını kaybederler ve kendilerine diğer insanlardan daha fazla önem verilmez. Aslında konuşanlardan hiçbirisinin herhangi bir özelliğine önem verilmez. Teknik ustalık da dâhil olmak üzere doğum, yaş ve diğer birçok şey göz ardı edilir. Fikirlerin kendi değerlerinden başka hiçbir şey önemli değildir.3 Bu ideal durum hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmedi. Yine de bu tasavvur, tam olarak tatbik edilen bir demokrasinin nasıl olması gerektiği hususunda bazı çağdaş siyaset düşünürlerine bir model sunmaktadır: Demokratik alan daha önceden mevcut olan herhangi bir hiyerarşiden azade olmalıdır. O alanda herkes sadece öne sürdüğü görüş ve düşünceler temelinde dinlenmeli ve takip edilmelidir. Herhangi bir meşru üstünlük durumu, tartışmanın başlangıç noktası değil, tartışmanın sonucu olmalıdır.

    Böyle ideal bir duruma ulaşmak için önümüzde makul fikirlerden oluşmuş büyük bir zırh olması daha iyidir ve her şeyden önce de bu fikirleri savunmaya duyarlı insanların bulunması gerekir. Demokrasi çeşitliliğe hoşgörüyle yaklaşır; hatta onu çoğaltır, çünkü çeşitlilik demokrasinin çıkarlarına katkı sağlar.

    Çeşitliliğin İki Güçlü Destekçisi
    Çeşitliliği savunan düşünce naiftir: “Ne kadar çokluk, o kadar mutluluk.” Zira çoğulluk bir seçme şansı tanır. Ortada ne kadar çok seçenek varsa muhtemel seçenekler tayfı da o kadar geniş olacaktır. Bu fikir iki şeyi varsayar.

    Bunlardan ilki öznenin seçebiliyor olmasıdır. Bu da şunu varsayar ki, bir kişinin, aralarından seçim yapacağı bütün kimlikler ya da roller o kişinin onlara özgürce erişebileceği raddede zayıf olmalıdır. Kimlikler, içindeki ögelerin hepsinin aynı mevkide olduğu katalog misali bir şey oluşturmalıdır. Bunun temelindeki model reklamdır. Reklamın temel imgesi pazardır. Çoğulculuk, pazarın kendisini mutlak egemen efendi olarak ortaya koymasının dolaylı bir yolu olabilir; böyle olunca da çoğulculuğun tam tersini teşvik eder. Eğer pazar bilinçli bir varlık olsaydı, olabildiğince çok çeşitlilik olmasını arzu ederdi; zira böylelikle bütün unsurlar zayıflar ve onun cazibesine direnme kapasiteleri azalırdı.

    Gerekli olan ikinci şey, hepsi aynı otoriteye karşı hak iddiasında bulunan farklı kimlik unsurları arasında yargıda bulunma gücüne sahip güçlü bir oluşumun varlığıdır. Bu oluşum, unsurlardan birini sosyal etkileşimden ihraç etme gücüyle donatılmış olmalıdır. Bu oluşum Devlettir. Devlet de olabildiğince çok çeşitlilik bulunmasını ister ki, böylelikle aracı zümrelerin muhtemel direnişlerine karşılık verebilsin. Lakin devlet kendi akideleri ile çelişen şeyleri hoşgöremez. Bunun sebebi devlete mündemiç herhangi bir habislik değildir; devletin kendi varoluşunu riske edebilecek gerekli güce sahip olmaması ve bunu göze alamamasıdır.

    Yani soru, hangi çeşitliliğin hoş karşılanacağını ve hangi çeşitliliğe karşı durulacağını bilme sorusudur.

    Bu sorunun kibar bir çözümü, özelliklerin içinden –kişinin niteliklerini oluşturan, örneğin ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi– çeşitliliğin hoşgörüleceği ve hatta teşvik edileceği noktaları seçmekte yatar. Bundan dolayı eşcinsellik, yaygın olarak, çeşitliliği temsil eden modelsel bir örnek olarak kabul edilir. Bu durum biraz ironiktir; zira eşcinsel bir çift farklı değil, aksine benzer iki kişiden oluşur.

    Her halûkarda, ayrımcılıktan kaçınılacak ve hatta az ya da çok sert bir şekilde cezalandırılacaktır. Öbür taraftan, kalabalık zümreleri ilgilendiren farklılıklara şüpheyle bakılacaktır. Muhtemel cemaatleri dize getirmek için yapılabilecek her şey hoş görülecektir. Büyük parçaların yok olmaları küçük parçalardan daha zordur. Bundan dolayı devlet şeyleri olabildiğince küçük parçalara bölmeyi tercih edecektir.

    Ya Bazı İnsanlar Çeşitliliğe Karşıysa?
    Çeşitliliğin sorunu, o çeşitliliğin farklı unsurlarının birbirleriyle en azından uyumlu olmak durumunda olmasıdır. Peki, eğer bu farklı unsurlardan bir tanesi kendisini diğer unsurları dışlayıcı bir şekilde konumlandırıyorsa, o zaman ne olacak? Bu durum özellikle ilâhî [divine] bir kaynaktan neşet etmiş bir kimliğe sahip olduğunu iddia eden unsurlar için böyledir; zira bu durumda diğer kimlikler zorunlu olarak haddizatlarında tanrısal olmayan kimlikler olacaklardır. Modern siyaset felsefesinin temellendiği kabule göre, konserdeki hiçbir ses ayrıcalıklı olarak ilâhî bir iktidar iddia edemez. Bu kabul, Batılı demokrasilerin, Amerikan “ayrılık duvarı”ndan4 Fransız laiklik’ine kadar farklı araçlar tasarlamalarına yol açmıştır.
    Tanımları gereği dinler, dışsal olan ve inananların özünde kamusal alana üstün olan bir nirengi noktasına sahiptirler. Fakat bu temel kaideden farklı çıkarımlarda bulunurlar. Şimdi müsaadenizle, İbrahim’in mirasında hak iddia eden üç dine bir göz atalım.

    Yahudilik, Talmudi zamanlardan beri dinî emirler ile sivil yasalar arasında bir ayrım yapmıştır; ve ülkenin sivil yasalarının o ülkede ikamet eden Yahudiler için bağlayıcı olduğu kabul edilmiştir (dina de-malkhuta dina) [ülkenin yasası yasadır].5

    Aziz Petrus şöyle der: “Tanrı’ya itaat etmek insanlara itaat etmekten evladır.” (Fiiller 5:29) Fakat Hristiyanlık’ta Tanrı’ya itaat etmek hiçbir zaman, Tanrı’nın inananların üzerine belirli kurallar yükleyerek doğrudan müdahale etmesi anlamına gelmemiştir.

    İslam’da, yukarıda Aziz Petrus’tan aktardığımız cümleye çok benzeyen bir hadis vardır: “Allah’a itaatsizliği içeren bir şeye itaat edilmez.” (lā tā’ata fi ma’siyati Allah) ya da: “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez.” (lā tā’ata li-man ’asā Allah)6 Sıkıntı şuradadır ki, bazı İslami davranış kuralları titiz bir biçimde Kur’an’dan ve hadislerden istidlal edilmek durumundayken, bazı emirler açık bir şekilde Müslümanların Allah tarafından gönderildiğine inandıkları Kur’an’da geçmektedir.

    Batı Kültürünün Yapısal Çeşitliliği
    Çeşitlilik sorunu günümüz Batı kültürünün bir özelliğidir. Geçmişte ya da günümüzdeki diğer kültürler de farklı unsurları içermişlerdir ve içermektedirler. Yine de Batı kültürü özel bir durum oluşturmaktadır; zira çeşitlilik en başından beri bu kültürün kurucu bir unsuru olmuştur. Hatta çeşitlilik Batı kültürünün Batı kültürü olmasını mümkün kılmıştır. Bu yüzden, olumlu sonuçlar elde edebilmek için farklılığın nasıl ele alınacağı noktasında bize bir yol modeli sunabilir.
    Batı kültürü, haddizatında, bir kültürün farklılığı nasıl ele alabileceği noktasında belirli bir örnektir zaten. Batı kültürü bunu öncelikle farklılığı kendi içinde benim “dâhil etme” adını verdiğim süreçle kabul ederek yaptı.7 “Normal” bir kültür yabancı unsurları sindirerek [digestion] kendisine benzetir; böylelikle bu yabancı unsurlar kendi asli kimliklerini kaybederek içine dâhil oldukları kültürün bir parçası ve bölümü hâline gelirler. Her kültür kendisine dışarıdan bir etki uygulayan herhangi bir şeye karşı bu yöntemi uygular ve Batı kültürü de bu kuralın bir istisnası değildir. Yine de bir şey bu kültürü tekil kılar; bu da Batı kültüründe başkalık meselesini ele almanın başka bir yolunun mevcut olmasıdır ki, ben bunu “dâhil etme” diye adlandırıyorum. Sindirim kültürel şeylere, sadece doğal dünyaya ait olan ve dahi hayatı mümkün kılan bir süreç atfeder; o da metabolizmadır. Öbür yandan dâhil etme gayet suni (artificial) bir süreçtir. Kültürü bir nevi kendi karesine yükseltir. Kültür artık doğal fenomenleri taklit etmez, aksine belli bir raddede kendi kendisini işler.

    Batı kültüründe dikkat çekici ve şaşırtıcı olan şey taban tabana zıt ve hatta birbirleriyle kavgalı olan güçlerin sentezini gerçekten de gerçekleştiriyor olmasıdır. Bu gerilimin meşhur bir imgesi Atina ve Kudüs ifadesinde kendisini gösterir.

    Sentez ve Gerilim Olarak Roma
    Aynı derecede büyük bir sembolik ağırlık bahşolunan üçüncü bir şehir olan Roma burada ön plana çıkar. Fakat bütün Akdeniz bölgesini teslim almayı başarmış bu kentin tarihsel gerçekliği olarak değil de belli bir kültürel siyasetin sembolü olarak öne çıkar.8 Kimi zaman Roma’nın diğer iki şehrin temsil ettiği iki unsurun sentezini sağlayan ya da en azından bu sentezi hızlandıran birleştirici güç olduğu düşünülür. Bu düşüncede bir doğruluk payı vardır, fakat daha derine inmemiz gerekir.

    Öncelikle unutulmamalıdır ki, bu sentez huzurlu ve uyumlu bir biçimde gerçekleşmedi. Tam aksine, tarihsel bir güç olarak Roma, Yunanları ilk önce savaş alanında yenmek; yaklaşık üç yüz yıl sonra da Yahudi halkının isyanını bastırmak zorunda kaldı. Lakin ilginç bir şekilde hem Yunanlar hem de Yahudiler eski fatihlerini daha başka, daha derin bir düzlemde mağlup ettiler. Horatius’un bir cümlesi neredeyse bir atasözü hâline gelmiştir: “Yunan, mağlup, mağlup etti kaba fatihlerini.” Seneca da benzer bir cümleyi Yahudilerle ilgili söyler; fakat vurgu çok da olumlu değildir: “Mağluplar kendi yasalarını verdiler galiplere.”9

    Daha da ötesinde, sentezin kendisi de hiçbir zaman huzurlu bir terkip değildi. Hiçbir zaman “Atina”yı ve “Kudüs”ü aynı ses ile konuşturmaya güç yetiremedi. İnsan ortada sentez diye bir şeyin var olup olmadığını bile sorgulayabilir. Roma tam tersine, onların aralarındaki gerilimi açık tuttu ve böylelikle iki kutbu da kendi hakikiliklerini radikal bir şekilde tasdik etmeye zorladı. Böylece doruğa ulaşan çatışma da basit bir uzlaşmadan çok daha verimli olduğunu kanıtladı.

    Hristiyanlık bir din hâline geldi, nokta. Yunan ya da Roma dini, bir din artı bir şehirdi. Yahudilik bir din artı tarihiyle birlikte bir halktır. İslam bir din artı bir hukuk sistemidir. Hristiyanlık sadece bir din olma iddiasını taşıyan tek dindir. İnsanların diğer işlerine ve ilgilerine, en azından prensipte karışmaz.

    Hristiyan İlâhî Yasa Kavramı10
    Hristiyanlığın kendi hedefine taalluk etmediğini düşündüğü için girmediği alanlarda yasa en önemli şey olmayı hak eder. On dokuzuncu yüzyılda Fransız tarihçi Fustel de Coulanges, Hristiyanlığın, “yasanın bir din olarak kendisine bağımlıymış gibi davranmayan tek din” olduğunu söylemiştir.11 Aksine Hristiyanlık, Dekalog’da [on emir (ç.n.)] insanlığın hayatta kalma kiti olan geleneksel ahlak ile yetinmiştir.

    “İyilik işle, kötülükten sakın.” (Mezmurlar 34:15, aktaran 1 Petrus 3:11, şerhi Romalılar 11:9) deyimi, içinin boşluğundan dolayı genellikle bizi gülümseten bir deyimdir. Ne çeşit bir iyiliğin peşinden gitmemiz ve ne çeşit bir kötülükten sakınmamız gerektiği bize söylenmez; böylece biz de daha belirli bir tarif istemek için özendiriliriz. Yine de bu bir özgürlük alanı açar. Deyimin boşluğu Tanrı’nın insanlara olan güveninin öbür yüzüdür. İnsan temelde Yaratıcı’nın kendisine bahşettiği yeteneklere dayanarak kendisi için en iyi olan davranışları bulabilme istidadına sahiptir. Tanrı bize iyiyi kötüden ayırabilme istidadını bahşetmiştir: “Vicdan”. Tanrı bize ne yapmamız gerektiğini söylemek zorunda değildir; O daha ziyade lütfunu bahşederek bize o işi yapmamızda yardımcı olur. Aziz Augustinus bunu mükemmel bir şekilde vecizeleştirir: “Bize emirlerini ver; ve sonra arzunu emret.” (da quod jubes et jube quod vis).12

    Bütün bunlar, daha da fazla olarak, kendisini İslam’da olduğu gibi bir yasa koyucu olarak vermeyen ya da öncelikli olarak yasa koyucu olarak vermeyen, muayyen bir ilâhîlik kavrayışını gerektirir. Son dönemde yeniden bir gerçeklik kazanan meşhur “şeriatın uygulanması” endişesi en kötüsü olmayabilir. Zira sık sık söylendiği üzere, bir insan uğraşı olarak şeriat çok katmanlıdır ve her zaman da böyle olduğundan dolayı birçok yoruma müsaittir. Bu yorumların içerisine radikal İslamcıların savunduklarından daha munis olan yorumlar da dâhildir. Bu söylenilende bir doğruluk payı vardır. Lakin her somut hukuk sisteminin, insanların her böyle bir sistem kurma çabasının arkasında temel bir ilâhî yasama (şer) fikri mevcuttur. Bu da Allah’ın, kendi kitabı ve peygamberinin örneği ve sözleri vasıtasıyla tek meşru yasa koyucu olduğuna, insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyebilecek ve onları mutlak itaate çağırabilecek tek mercinin O olduğuna inanmaktır.13

    Batı kültüründe ilâhî olan hâlâ oradadır, fakat kendisini dışsal bir yasa koyarak zuhura getirmez; vicdan üzerinden işleyerek tezahür eder. Pavlus, Musa’nın yasası hakkında bir fikri olmayan saygın paganların nasıl takdire şayan bir biçimde davrandıklarını açıklamaya çalışır. Bunu yapabilmek için Stoa felsefesinden vicdan (syneidesis) kavramını ödünç alır ve ona ahlaki bir renk verir (Romalılar 2: 14-15). Pavlus böylelikle, Tanrı’nın İsrail’e vahyettiği şeye doğrudan erişimin ihtimalini açmıştır. Böylelikle de Rousseau’nun ifadesi olan ve muhtemelen Rousseau’nun düşündüğünden daha da düz anlamıyla almamız gereken “ilâhî ses” ya da “ilâhî insiyak” fikrini sunmuştur.14 Bu nedenden ötürü, bizi ahlaklı davranmaya teşvik eden ve ahlakın isteklerine uyup uymadığımızı yargılayan nihai aşama da tabiatı gereği ilâhîdir. Yani biz Batılılar da bir çeşit teokrasi düzeninde yaşıyoruz.15

    Kültürel Bir Alan Fikri
    Bizim “kültür” derken bahsettiğimiz şey, antik dünyada bu anlamda var olmayan bir şeydir. Bizim bu isimle adlandırdığımız şey, o zamanlarda dinî unsurları da içeren bir bütünün bir parçasıydı.

    Dünyevi kültür gibi bir şey Pavlusçu Hristiyanlık tarafından mümkün kılınmıştır. Tabii ki bu, daha öncesinde insanların kültürü yoktu, demek değildir. Şunu söylemeye çalışıyorum: Haddizatında kültür, sadece kültür olan ve başka bir şey olmayan kültür ve özellikle de dinî boyutu bir kenara koyan kültür Yunan paideia’sının dinî unsurlarından ayrıştırılmasıyla mümkün olabilmiş bir şeydir.16

    Pavlusçu Hristiyanlık Musevi Yasa’yı hükümsüz kılar (katargein); böylelikle de bütün bir normlar alanını çıplak bırakan büyük bir cezir üretir. Tam da bu sebepten kendisini, dışarıdan ödünç almak zorunda kaldığı bir içerikle doldurmak zorunda kalır. Hristiyanlık, medeniyetler pazarında hâlihazırda mevcut bulunan şeyleri kendi içine emmek zorundaydı. Bu tam da onun yaptığı şeydir; bunu ilk önce Roma kültürü ile –bütün Roma hukuk ve idare sistemiyle– ve daha sonra Roma dünyasının hâlihazırda Yunanlıların başarılarından ödünç aldıkları ile yapmıştır.

    Yunan kültürüne benzer bir şey sadece Pavlusçu devrimden itibaren mevcut olan bir şeydir. Onun öncesinde var olan şey ise Yunan paideia’sıydı ve bu cihanşümul bir yaşam biçimiydi. Bizim “kültür” dediğimiz şeyi içeriyordu –edebiyatı ve sanatı ve hatta sporu da: Eflatun’un kelimeleriyle söyleyecek olursak birbirlerinden ayrılamaz bir biçimde jimnastik ve müzikti paideia. Fakat aynı zamanda “din” dediğimiz bir tanrılar kültünü de içeriyordu.

    Pagan kültürü bir etkisizleştirilme sürecinden geçti. Herhangi bir mutlak değere dair onun Tanrı temelinden bağımsız olarak iddiada bulunan her şey budanmak zorundaydı. Özellikle de “pagan” dinî söylemleri paranteze alınıyordu. Kutsal olma iddiasında bulunan her şey nihai vahye boyun eğmek zorundaydı.

    Bunun bir sonucu olarak Avrupalı elitler yüzyıllar boyunca “klasik” pagan yazarları tercüme etmek için eğitildiler. Latin Orta Çağı Homeros ve Vergilius’u (ya da onlar hakkında sahip oldukları azıcık kıymetli bilgiyi) tanrıları olmadan tutabilirdi. Rönesans pagan tanrıları tutmaya bile güç yetirdi; hatta onlara hayatta yeni bir yer bile verdi; fakat insan ilişkilerinde hiçbir etki iddiaları olmadan; resimde, heykelde ve müzikte sadece estetik varlıklar olarak verdi.

    Bütün Yaşam Biçimleri Aynı Derecede “Hayatı” güçlendirir mi?
    Klasik Roma ve Hristiyanlık’tan oluşan bu ikiz model bize aynı şeyi söyler: Pazar ve devletten daha yüksek bir ilke olmaksızın çeşitlilik olamaz. Bu ilkenin kendisi de yaşamın kendisinden daha az bir şey olamaz.

    Meşhur Özgürlük Üzerine kitabında John Stuart Mill “yaşama deneyleri” ifadesini bir araya getirmişti.17 Bilimsel deneyler başarısız olabilirlerdi. Peki onların gerçek hayattaki benzer emsallerinin başarısız olmasını ne engelleyebilirdi?

    Mill kışkırtıcı metnini, ironik bir şekilde, Darwin’in Türlerin Kökeni kitabıyla aynı yılda yazdı. Sosyal olgularda da bir doğal seçilim vardır. Bir yaşam biçimini seçmek bir şeydir; yaşamın kendisini seçmek ise atlayıp geçemeyeceğimiz bir ilk adımdır. Ve “yaşamı seçmek” izaha gerek duymayan bir tavır değildir. Belki de bundan dolayıdır ki, Ahit’in Tanrısı onu emretmek zorundadır (Tesniye, 30,19).

    Lakin bütün yaşam biçimleri uzun vadede hayatta kalmaya uygun değildir. O büyük sorunlara getirilen çözümler, o çözümleri uygulayan grubun hayatta kalmasına halel getirebilir ve zaman içerisinde eğer dikkat edilmezse o grubun ortadan kaybolmasına sebep olabilirler. İster filozof isterse peygamber olsun, öngörülü insanlar böyle karanlık yolları eleştirebilirler. Fakat nihayetinde eleştirmelerine gerek yoktur: Nasıl ki bir ağaç kendisini yiyip bitirerek ölümüne götüren paraziti ortaya çıkarıyorsa kötü yanıtlar da onları seçen topluluklarla birlikte kendilerini yok ederler.

    Sonuç
    Çeşitlilik mantığını nihai sonuçlarına kadar götürebilir miyiz? Yaşama katkıda bulunanla ölüme katkıda bulunanı aynı düzeye koyabilir miyiz? Çalışmalarımızda filozoflar bulunduğundan mütevellit yaşamla ölümü ayırt edebilmeliyiz ve etmek zorundayız. Ölüme karşı yaşamın yanında saf tutarak kötümserliğe karşı iyimserliğin yanında durmalıyız. Şehri tehlikeye atan şeyleri ifşa etmek kamu entelektüellerinin görevidir. Sivil vatandaşlar olarak hangi davranışın bizim için en iyisi olduğunu seçebiliriz. Fakat sorumlu liderler uygun bir politikayı bulurken çok zorlanıyorlar; hatta nadiren böyle bir politika arama fırsatları oluyor. Çünkü ilk olarak bir toplumun hayatta kalmasını gerçekten tehdit eden şeyler çok yavaş bir tempoda gelişiyor. Bu tempo, sorumlu siyasetçilerin gücü ellerinde tutmayı umabilecekleri en uzun zamandan çok daha yavaş bir tempo. İkincisi, seçilmeleri gerekiyor (en azından bizim demokratik ülkelerimizde); ve gelecek nesiller için kendi şimdiki avantajlarını feda edebilecek az seçmen oluyor. Üçüncüsü ise modern siyasi uzlaşıya göre nihai değerler üzerine yargılar içeren bütün soruların kamusal alandan ihraç edilip sadece özel alana kapatılmasıdır.

    Çeşitliliğin hükmettiği bir toplumda farklı yaşam projeleri arasında bir ayrım yapabilmek için tabiatı gereği metafizik olan daha yüksek bir vitese geçmeliyiz.18

    * Yaşayan en önemli felsefe tarihçilerinden biri olan yazar, Paris I Üniversitesi’nde Ortaçağ ve Arap Felsefesi Bölümünden ve LM Üniversitesi Münih’ten emekli profesördür. Ortaçağ, İslam Felsefesi, Antik Yunan Felsefesi gibi birçok alanda çok sayıda makalesi ve kitabı vardır. Türkçeye sadece Avrupa: Roma Yolu isimli eseri, 1995 yılında tercüme edilmiştir.
    1 Günümüz dünyasında olumlu bir anlam dizgesine sahip olan çeşitlilik kelimesi, diversity kelimesinin Türkçe’deki muadili olarak kullanılmaktadır. Özel olarak ülkelerin ve toplumların etnik ve cinsel kimlik noktalarındaki teklik anlamındaki bütünlüklerin karşısına konulan olumlu anlamıyla çeşitlilik özellikle 1990’ların başlarından itibaren bu anlamıyla yaygınlaşmıştır. Daha genel olarak biyolojik çeşitlilik (biodiversity) teriminin kullanımıyla global ölçekli ekolojik hareketlerin anahtar kelimelerinden biri hâline gelmiştir. “Tek bir grubun bütün gücü elinde toplamaması” anlamındaki bir erdem olarak daha modern olan anlamı 18. yüzyılın sonunda kullanıma girmiştir. “Çeşitli ya da farklı olmak” anlamında nötr bir kelime olarak İngilizceye Fransızcadan 14. yüzyılda geçmiştir. Fransızcada “farklılık, çeşitlilik, tekillik, gariplik” ve ikincil olarak “ahlaksızlık, sapkınlık” gibi anlamlara gelmektedir. Latince diversus (farklı yönlere gitmek) kökünden türetilen yine Latince olan diversitatem kelimesi “muhalefet, anlaşmazlık, uyuşmazlık” anlamlarına gelmektedir ve diğer dillere bu Latince kelimelerden geçmiştir.
    Diversity kelimesini metin içerisinde çok büyük bir oranda çeşitlilik olarak karşıladım, fakat bazı yerlerde farklılık olarak çevirdim. Okur metni okurken kelimenin uzandığı bu anlam dizgelerini göz önünde bulundurmalıdır. [ç.n.]
    2 Plato, Republic, VIII, 557d8. Türkçe çevirisi için bkz. Platon, Devlet, çev. Hüseyin Demirhan, İş Bankası Yayınları
    3 Plato, Protagoras, 319bd. Türkçesi için bkz. Platon, Protagoras, çev. Nurettin Şazi Kösemihal, Sosyal Yayınları
    4 1802 yılında Amerikan başkanlarından Thomas Jefferson’ın Danbury Vaftiz Birliği’ne yazdığı mektupta geçen ifade. Kendisine niçin oruç ve şükran günlerini kendisinden önceki başkanların yaptığı gibi ilan etmediği sorulduğu için yazdığı mektupta Jefferson “kilise ve devleti birbirinden ayıran bir duvar”dan bahseder. [ç.n.]
    5 Bkz. Talmudic Encyclopedia. A Digest of Halachic Literature and Jewish Law from the Tannaitic Period to the Present Time Alphabetically Arranged [Hebrew], Jerusalem, t. VII, 1968, col. 295-308 (S. Shilo)
    6 Bkz. Arent Jan Wensinck et al, Concordance et indices de la tradition musulmane, Leyden, Brill, vol. 4, 1962, col. 43a
    7 Bkz. kitabım Inclusion and Digestion. Two Models of Cultural Appropriation, in The Legend of the Middle Ages. Philosophical Explorations of Medieval Christianity, Judaism, and Islam (Chicago: University of Chicago Press, 2009), 145-158.
    8 Bkz. kitabım Eccentric Culture. A Theory of Western Civilization, tr. Samuel H. Lester (South Bend: Saint Augustine’s Press, 2000)
    9 Horace, Epistles, II, i, 156-157; Augustine, City of God, VI, 11
    10 Bkz. kitabım The Law of God. The Philosophical History of an Idea, tr. L. Cochrane (Chicago: University of Chicago Press, 2007)
    11 Numa Denis Fustel de Coulanges, La Cité antique. Etude sur le culte, le droit, les institutions de la Grèce et de Rome [1864)], V, 3  (Paris: Flammarion, 1984), 453
    12 Augustine, Confessions, X, xxix, 40. Türkçesi için bkz. St. Augustinus, İtiraflar, çev. Çiğdem Dürüşken, Alfa Yayınları
    13 Bkz. Wilfred Cantwell Smith, “The Concept of Shari’a among some Mutakallimun”, in, Arabic and Islamic Studies in Honor of H. A. R. Gibb, ed. G. Makdisi (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1965), 581-602
    14 Jean-Jacques Rousseau, Emile, IV, in Œuvres complètes, vol. 4, ed. B. Gagnebin et M. Raymond  (Paris: Gallimard, 1969), 600. Türkçesi için bkz. Jean-Jacques Rousseau, Emile, çev. Yaşar Avunç, İş Bankası Yayınları
    15 Bkz. makalem “Are Non Theocratic Regimes Possible?”, in The Intercollegiate Review, 41-1, 2005, 3-12
    16 Paideia, kısaca söyleyecek olursak Antik Yunan’da şehir için ideal bir vatandaşın eğitimi sürecidir. (ç.n.)
    17 John Stuart Mill, On Liberty [1859], chapter 3; ed. A. D. Lindsay (London: Dent, 1968) 115. Türkçesi için bkz. John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine, çev. Tuğçe Kanbur, Litera Yayınları
    18 Bkz. kitabım Les Ancres dans le ciel (Paris: Seuil, 2011)