HRİSTİYAN TANRI ANLAYIŞI
Samuel M. Powell*
Hristiyan Tanrı anlayışı iki temel dogmaya dayanır. Bunlardan ilki; Tanrı’nın bir olduğu, diğeri ise; Mesih İsa’nın bir insan doğasında Tanrı ile birleşmiş olduğudur.
Tanrı’nın mutlak birliğine yönelik ilk dogma Hristiyanlığa, sahip olduğu Yahudi mirasından ve Hristiyanlığın Yahudi kutsal kitaplarındaki kaynağından gelir. Bundan sıklıkla tektanrıcılık diye söz edilir ve bu, tüm İbrani dinlerde ortak olan, temel bir inançtır. Bu dogma yılmaz bir gayretle Tanrı’nın bir olduğunu ve İbrahim’in Tanrısından gayrı bir Tanrı’nın var olmadığını savunur. Hem kutsal kitaplarında hem de inançlarının içeriğinde görüldüğü üzere, Hristiyanlar Tanrı’nın mutlaklığını ve birliğini kabul ederler. Üçleme (Teslis) düşüncesinde bu temel inanca karşıt bir şey yoktur. Tersine Hristiyan kiliseleri Tanrı’nın mutlaklığı ve birliğine halel getirebilecek görüşleri suçlu bulmuş, mahkûm etmiştir.
İkinci dogma, yani Tanrı’nın İsa Mesih’te bir insan doğasına büründüğüne yönelik inanç ise Hristiyanlığa özgüdür, bu dogma Hristiyanlığın alametifarikasıdır. Böyle bir inanç öğesi olmadan Hristiyanlık kendisi olamazdı. Anılan dogma Hristiyanlığın asıl temeli olduğundan ve kimilerince tektanrı inancına aykırıymış gibi yorumlandığından, hakkında ilk dogma üzerine olandan çok daha fazla tartışılmıştır.
İsa Mesih’in insan doğasında Tanrı ile birleşmiş olduğu inancı, Hristiyan kurtarılma (selamet) inancıyla yakından bağlantılıdır. Hristiyanlara göre insanlar günahın doğurduğu etkilerin cezasını çekmektedirler. Bu etkiler insan doğasını öylesine tahrip etmiştir ki, bizler ahlaki ve ruhsal çürüme içinde yaşamlarımızı sürdürürüz. Böylece sonuç olarak kendimizi korumaktan acizizdir. Dolayısıyla Tanrı’nın yardımına ve bir kurtarıcıya ihtiyaç duyarız. Peki kurtarıcının bizi kurtarması için tam olarak ne yapmalıyız?
Tanrı’nın yalnızca bizi bağışlaması, tanrısal gazabın merhametin içinde erimesi bize yeterli değildir. Elbette Hristiyanlar, insanın Tanrı’nın emirlerine karşı geldiği, günah işlediği, dolayısıyla bağışlanmaya ihtiyacı olduğu, bu günahın bilincinde olarak pişmanlık göstermek, tövbe etmek zorunda olduğu şeklindeki inançta Yahudi ve Müslümanlarla mutabıktır. Bunun yanında Hristiyanlar özümüzün de bozulmuş olduğunu ve düzeltilmesi gerektiğini iddia ederler. Sonuç olarak Tanrı’ya yalnızca bizi bağışlaması bakımından değil, aynı zamanda özümüzü iyileştirmesi ve bizi dönüştürmesi için de muhtacız.
Hristiyanlar Tanrı’nın insanlığı korumak için dünyaya indiğine inanırlar. Tanrı o sonsuz aşkınlığının içinde kalamazdı, mutlaka insanların dünyasına inmesi gerekirdi. Ama Tanrı bu dünyaya nasıl iner? Tanrı’nın bu görünüşü, eski zamanlarda tanrıların aramızda insan biçiminde görüldüğüne yönelik inançlarda olduğu gibi basit bir tezahür meselesi değildir. Hristiyan düşüncesine göre, Tanrı sonsuz aşkınlığından dışarı çıktı, dünyaya indi ve Tanrı’nın doğası insan doğasıyla birleşti. Bir başka deyişle, Tanrı insanlığı korumak için bizimle düpedüz özdeşleşti, bu birleşme öyle bir raddeye vardı ki, Tanrı bizden biri oldu. Açıklanamaz bir şekilde Tanrı insan doğasını kuşandı ve bizim yaşamlarımız Tanrı’nın kendi yaşamına dâhil oldu. Acı ve çilemiz Tanrı’nın acısı ve çilesi oldu. İnsan doğasıyla bu birleşme yoluyla, yani hastalıklı bünyeyle yaşamın sonsuz kaynağının bu birleşmesi ile Tanrı bizi günahın bozukluklarından korur. İnsan varlığını kuşanmasıyla Tanrı bizi iyileştirme sürecini başlatır.
Bu birleşmeyle Tanrı’da bir eksikliğin veya dönüşümün meydana gelmediğini belirtmek gerekir. Çünkü birleşmeyle Tanrı insan olmadı, insan hâline gelmedi ki tanrısallığında herhangi bir eksilme olsun. Tam tersine Tanrı insan doğasıyla birleştiğinde de Tanrı olarak kalır. Durum çelişkili görünebilir, aslında çelişkilidir de. Hristiyan inancı bu çelişkiye dayanır; Tanrı olmadığı bir şey oldu, hatta öyle ki ölümü tattı ama tanrısallığını yitirmedi. Tanrı ölümü bile deneyimleyecek kadar insanlığı kuşanır. Ama bu ölüm Tanrı’nın ölümü değildir. Aksine Tanrı ölümün ölmesidir. Tanrı’nın ölümle karşılaşması yalnızca ölümün ölümü anlamına gelir. Tıpkı Tanrı’nın günahla karşılaşmasının günahın ölümü, sonu anlamına gelmesi gibi. Tanrı, Tanrı olmayanla, hatta Tanrı’ya karşıt olanla karşılaşabilir ama bu durumda da tanrısallığı sona ermez. İşte bu nitelik, Tanrı’nın tam da neden Tanrı olduğunu, onun kendine özgü özelliğini gösterir. Düşük dereceli bir varlık çilenin, çürümenin ve ölümün karşısında duramaz. O bunlarla karşılaştığında kaçıp giderdi. Yaratılmışlar kendilerine karşıt olan şeylerle birleştiğinde mutlaka biçim değiştirir, dönüşürler ve bu karşılaşmadan sonra, artık karşılaşmadan önceki şey değildirler. En önemlisi de şudur ki, acı ve ölümle karşılaştığımızda benliğimizde hiçbir değişikliğin olmaması olanaksızdır. Ama Tanrı, tam da Tanrı olduğu için insanla, yani bu günahkâr ve özü bozuk yaratıkla birleşebilir, günahın ve bozukluğun etkilerini yaşayıp bunlar üzerinde hâkimiyet kurabilir. Böylece Tanrı insandaki bozukluğu çekip alır ve bizi dönüştürür. Bizi kendisini sevecek ve ona itaat edecek bir yapıya büründürür. Tanrı’nın azameti işte bu çelişkili önermede aydınlanır; Tanrı, tanrısallıktan zerre pay almamış biriyle birleşse bile Tanrı olarak kalmayı sürdürecek yüceliktedir.
Eğer Tanrı insanlığı korumak için gerçekten dünyaya indiyse ve dolayısıyla gerçekten tanrısallığını yitirmeden insan doğasıyla birleştiyse, o zaman Tanrı’nın yalın ve bölünemez olmaması gerekmez mi? Tam bu noktada Hristiyanlar arasındaki Tanrı’nın birliğine yönelik farklı anlayışlar önemli hâle gelir.
O zaman diri olan, yaşayan Tanrı, tam olarak bir birlik hâlinde, içsel olarak tek tipli ve kendi içinde bölünmemiş olamaz. Yani Tanrı yaşayan, diri bir varlıktır demek, Tanrı’nın diriliğini, yaşamının bir hareket ve ilerleyiş olduğunu onaylamaktır. Bu da yine Tanrı’nın yaşamının yalın bir birlik olmadığını, yaşamsal öğelerinden dolayı çokluk olduğunu kabul etmektir.
Hristiyan üçleme inancı, Tanrı’nın diri, yaşayan bir Tanrı olduğunun, yaşamının hem birlik hem çokluk niteliğinde olduğunun, Tanrı’nın dünyaya inip insan doğasına büründüğünün ifadesidir; ne var ki öğreti bu içeriğini yanılabilir, kusurlu insani kelimelerle tanımlamak durumundadır. Üçleme Tanrı’nın bir olduğunu ifade eder, böylece Hristiyanlığın devraldığı tektanrıcı miras onaylanmış olur. Ama öğreti bu diri, yaşayan Tanrı’nın üç yolda var olduğunu söyler. Bu üç tane Tanrı’nın var olduğunu söylemek değildir, zaten bu üç-tanrıcılık olurdu. Bu öğreti Hristiyanlığın ta en başından beri suçlanmasına yol açmıştır. Üçleme, Tanrı’nın sonsuz yaşamının bir hareket olduğunu ve bu hareketin üç odak noktası, durağı veya üç öğesi olduğunu söyler. Hristiyan inancında bu üçlü; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh diye adlandırılır.
Hristiyanların geleneksel olarak bu üç odağı veya üç öğeyi tanımladıkları terim kişi (person) terimidir. Bu şekilde Tanrı’nın üç kişide varlığını sürdürdüğü onaylanmış olur ama bu kelimeye kastedildiğinden daha fazla anlam yüklememeliyiz. Kelime Latince persona kelimesinden gelir. Persona birçok anlama gelir ama modern person (kişi) kelimesinin taşıdığı tüm anlamlara gönderme yapmaz. Her şeyin ötesinde üçleme, her birinin ayrı ayrı, kendine özgü aklı ve iradesi olan üç tanrısal kişiliği savunmaz. Çünkü böyle bir önerme de sonunda üç tane Tanrı’nın varlığını ifade eden bir konuma götürür. Bunun yerine üçleme, yalnızca bir Tanrı olduğunu, yalnızca bir tanrısal akıl ve bir tanrısal irade olduğunu, bu birliğin sonsuz, canlı bir harekette var olduğunu ve bu canlı hareketin bir mantığı olduğunu vaaz eder. Hareket Baba Tanrı’dan başlar, Oğul’a doğru ilerler ve son olarak Kutsal Ruh’ta durur.
Şimdi Baba ile Oğul arasındaki ilişkiyi biraz daha açalım. Aslında bu baba ve oğul terimleri bilerek seçilmiş ve metafor olarak kullanılmış terimlerdir. Hristiyan geleneği Tanrı hakkında zata yönelik (metaforik olmayan) düşünce tarzını engelleme eğilimindedir, bu yüzden de bu türden metaforlar öğretide yerini almıştır. Baba ve oğul kelimeleri bizzat Yeni Ahit’te geçer. Burada İsa Mesih, yani Tanrı’nın Oğlu ile Tanrı, yani onun babası olarak adlandırılan varlık arasındaki yakın ilişki bu kelimelerle anlatılmak istenir. Hristiyan inancında Mesih ile Tanrı arasındaki bu yakın ilişki Tanrı’yla olan, önceki, asli, ezelî ve bitimsiz ilişkinin yansımasıdır. Tanrı ile İsa Mesih arasındaki ilişki başka bir deyişle, tanrısal Baba ve Oğul arasındaki ezelî ilişkinin açığa çıkmasıdır.
Erken dönem Hristiyan yazarlar en az Tanrı-Oğul benzetmesi kadar önemli bir başka imge; Tanrı ve Tanrı sözü imgesine de dayandılar. Tanrı’nın sözü düşüncesinin Yahudi kutsal yazınında uzunca bir geçmişi vardır. Eski Ahit’in başında Tanrı’nın evreni yarattığı sözü söylemesi yer alır (Yaratılış/Tekvin 1). Aynı şekilde eski Yahudi yazınında Tanrı’nın peygamberlere vahyettiği sözler yer alır. Bu Yahudi dogmaları aynen Yeni Ahit’te, İsa’ya Tanrı’nın sözünün öğretilmesi bağlamında yer alır (Yuhanna 1:1-4). Hristiyan inancında İsa Mesih hem bizzat Tanrı’nın insan biçimini almış sözüdür hem de Tanrı’nın yüce emirlerini insanlığa aktaran Tanrı sözcüsüdür.
Erken dönem Hristiyan yazarları bu Tanrı sözü kavramı hakkında epeyce düşünmüşlerdi. Onlara, Tanrı’nın bu söze daima sahip olması, başka bir deyişle Tanrı’nın sözsüz olduğu bir zamanın olmaması zorunlu gibi görünüyordu. O hâlde sözün, Tanrı ile birlikte zamandan müstağni olarak var olması gerekir. Ama burada söylenenden daha fazla şeyler vardır, zira söyleyen kişi ile söylediği söz arasındaki ilişki hareketli bir ilişkidir; söz söyleyenden çıkar. Söz bir açıdan bizzat söyleyendir, zira onun zihnindekilerinin ifadesidir. Ama sözü söyleyenden ayırmak da mantıklı görünür, çünkü onlar bir ve aynı şey değildir. İşte bu düşünceler üzerine erken dönem Hristiyan yazarlar söyleme olgusu üzerinden, Baba-Oğul ilişkileri ile Tanrı-Tanrı sözü arasında bir benzerlik keşfettiler. Nasıl insan sözü, onu söyleyen insandan çıkıyorsa, tanrısal söz de zamanla ilişkili olmaksızın Tanrı’dan gelir. Yine sözü, onu söyleyenden ayırt ettiğimiz gibi, Tanrı’nın öncesiz sonrasız sözünü de Tanrı’dan ayırabiliriz. Ama bu ayırma bir bölünme ve ayrışma değildir. Çünkü Tanrı’nın ifadesi olarak Tanrı sözü, Tanrı’dan ayrı bir şey değildir. Tanrı sözü gerçekten bizzat Tanrı’dır; yalnızca başka bir yolda var olmuştur.
Erken dönem Hristiyan düşünürleri böylece Yahudi kutsal kitaplarına dayanan bu söz-söyleyen metaforunu, Tanrı’nın yaşamının, diriliğinin birlik ve çokluğun bir oluşu şeklinde olduğuna yönelik inançlarını somutlaştırmak için kullandılar. Tanrı ile Tanrı sözü ayrılamaz biçimde birleşmiştir; her ne kadar açıkça farklı olsalar da. Sonraki Hristiyan yazarları da benzer bir akıl yürütmeyi Tanrı’nın üçlü diriliğinde, yaşamında Kutsal Ruh’un yerini belirlemek için kullandılar. Bunlara göre Tanrı’nın ruhu öncesiz sonrasız olmalıydı, çünkü Tanrı tanrısal Ruh’tan ayrı olamaz. Tıpkı insan ruhunun kişiden ayrı olması gibi, zihnimizde Tanrı’yı, Tanrı’nın Ruh’undan ayırabiliriz. Ama tıpkı insan ruhunun mutlak anlamda kişi ile özdeş olması gibi, Tanrı’nın ruhu da Tanrı ile özdeştir.
Tanrı’nın birlik ve çokluk hâlindeki üçlü yaşamı, insani zamana kadar yayılır. Tanrı’dan öncesiz sonrasız olarak çıkan Tanrı sözü, içinde zamanın işlediği dünyaya iner ve İsa Mesih’in kişiliğinde insan doğasına bürünür. Mesih Tanrı sözünün “et ve tene bürünen” tecessümüdür. Tanrısal doğa İsa Mesih’te insan doğasıyla bağlantı kurar ve böylece insanın iyileştirilme, dönüştürülme süreci başlar. Üçlemenin üçüncü kişisi olan Kutsal Ruh daha sonra, insanların kalplerini ve yaşamlarını iyileştirme ve onları dönüştürme işini görmek için dünyaya iner. Sonuç olarak, Tanrı-Baba zaman dizisi açısından ilk olarak Oğlu, İsa Mesih olarak dünyaya göndermesi, daha sonra Kutsal Ruh’u vermesi, Tanrı’nın üçlü yaşamında var olan zaman-üstü ilişkilerin zaman, tarih içindeki yansımasıdır.
Özetleyecek olursak, tıpkı diğer İbrahimî dinler gibi Hristiyanlık da Tanrı’nın birliğini kabul eder. Ama aynı zamanda Tanrı’nın bu birliğinin, Tanrı’daki hareketli çokluğu dışlamadığını da öne sürer. Zaten eğer Tanrı’nın canlı, yaşayan varlık olduğu kabul edilirse bu türden çokluk zorunlu olarak ortaya çıkacaktır. Tanrı’nın zamanın işlediği dünyada, tarih içerisinde bu şekilde görünür olması, yani İsa Mesih’te tezahürü ve Kutsal Ruh’un gönderilmesi, Tanrı’nın zaman-üstü, öncesiz ve sonrasız yaşamının tezahürüdür. Tanrı’nın bu yaşamı baba olarak Tanrı’dan çıkar, Tanrı’nın oğluna/sözüne doğru ilerler ve nihayet Tanrı’nın sonsuz (kutsal) ruhunda sükûnet bulur.
* Point Loma Nazarene Üniversitesi, Felsefe ve Din Bilimleri bölümünde profesör olan Samuel M. Powell Hristiyanlık üzerine birçok kitabın ve makalenin yazarıdır.