DİLLERİN AYRIŞMASI ÜZERİNE
Daniel Heller-Roazen*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İnsanın konuşan bir varlık olduğu fikri kadim zamanlardan beri tekrarlana gelmiştir. Politika adlı kitabının meşhur pasajında “Dil sahibi olan tek [hayvan] insandır.”1 diyen Aristoteles belki de bu fikri insan anlayışının temeline koyan ilk kişiydi. Ancak bu tanımdaki “dil” ibaresi muğlak kalmıştır, zira Yunan filozofun “dil sahibi hayvan’’ ibaresinin Latince çevirisinde “rasyonel hayvan”a dönüşmesi, konuşma gibi temel bir olguyu ifade eden bir terimin nasıl da farklı yorumlanabileceğini gösteren pek çok örnekten yalnızca biridir. Eski Yunancada Aristoteles’in logos dediği şey bugün ayrı düşündüğümüz pek çok kavramı aynı anda ifade ediyordu: Sadece “söz”, “konuşma”, “söylev” değil, aynı zamanda “akıl”, aritmetik “oran” ve müzikal “ara” anlamlarına da geliyordu.2 Dolayısıyla Aristoteles’in iddiasını muhtelif biçimlere sokmak mümkündür. Aynı zamanda iddiada kullanılan dil de bizatihi önem arz eder. Filozofun sözcük seçiminin işaret ettiği üzere, tüm hayvanlardan farklı olarak yalnızca insanın sahip olduğu bu nadide yeti tek bir isimle adlandırılabilir. Ancak bu iddia bugün ne kadar aşikâr görünürse görünsün, Yunan filozof ve onun takipçilerinin kabul edebileceğinden daha şaşırtıcı bir gerçekliğe çarpar. Bu basit gerçeklik şudur: Konuşan varlıklar için bir dili konuşmak her zaman dilleri konuşmaktır.

    İngilizcede birbirinden kolaylıkla ayırılabilecek bu iki dilsel varlık için aynı kelimeyi kullanıyoruz: Bir yandan genel olarak konuşma olgusu anlamında “dil”, öte yandan örneğin Ermenice, Tamilce, Japonca, Arapça ya da Sanskritçe gibi çeşitli dillere işaret etmesi bakımından “dil”. Başka dillerde bu fark daha da belirgindir. Örneğin Roman dillerinde soyut bir terim olarak konuşma (lenguaje, linguagem, langage ya da linguaggio) ile daha özel anlamıyla, yani kelime ve kurallar bütünü olarak dil (idioma, lengua, langue, lingua) arasında sözcüksel bir ayrım yapılır. Bu iki sözcük grubunun imlediği anlamlar arasında bir bağlantı olduğu muhakkaktır, zira bu bağlantı açık ya da örtük, soyut bir tanımlama pratiğini besleyen epistemolojik bir döngüye işaret eder. Tekil dil yetimiz ancak doğası gereği çoğul olan dillerde var olabilir. Diller ise buna nazaran, “dil” dediğimiz kavramı varsaymadan aynı çatı altında toplanamıyor.3 Bundan dolayı duruma göre dil derken dilleri, diller derken dili ima edebiliyoruz. Fakat biz konuşan varlıklar için asıl kalkış noktası her zaman bu ana ayrışmadır. Her nerede, tekil anlamıyla dil varsa, orada sayısız çoklukta diller vardır; her nerede, çoğul anlamıyla diller varsa, orada her bir dilden farklı olarak konuşma yetisinin izini sürebiliriz. Bu durum övülebilir veya yerilebilir, lakin reddedilemez. “Diller” Fransız şair Mallarmè’nin gözlemlediği üzere “noksandırlar, zira çok oldukları hâlde en mükemmeli yoktur…”4

    Konuşmanın doğası üzerine olan araştırmaların tarihine bakarsak dil üzerine olan çalışmaların dillerin çokluğu meselesini ihmal ettiğini görmekten kendimizi alamayız. “Dil teorisi” nesnesini tekil bir varlık olarak kurmuştur. Bu yaklaşımın, en azından köklerini Eski Yunan ve Roma’ya dayandıran felsefe ve gramer bakımından antikiteden miras kaldığını söyleyebiliriz. Çok iyi bildikleri hâlde Yunanlılar ve Romalıların etraflarında konuşulan bir sürü dile pek de ilgi gösterdikleri söylenemez.

    Günümüzde dillerin çeşitliliğini temel alan bir bilme ve araştırma alanı mevcut: Dil bilimi. Bu bilim, bir aksiyom olarak sadece dil ve dil dışı arasındaki ayırımı değil, dillerin birbirlerinden olan farklılıklarını da dikkate almaktadır. Dil bilimciler bu farklılıkları değişik yollarla, örneğin yerel dil ve lehçelerde olduğu gibi sosyolojik belirlenimleri kabul ederek ya da o dili konuşanların bilicinde temelleyerek çalışmalarına dâhil etmektedir. Ancak dil bilimi şunu kabul etmek durumundadır: Diller arasında sistematik olarak biçimsel farklar mevcuttur. Dil biliminin geleneksel anlamıyla gramerden, farklı dillerin çeşitliliğinden daha genel sorgulamalara geçmesindedir. Konuşma yetisini belirleyen soyut ve genel nitelikleri paylaşan dillerin çeşitliliğini varsayan dil bilimci, farklı diller arasında, örneğin aktarımlar ve ayrışmalar ya da benzerlikler ve benzeşmezlikler gibi, tarihsel ve genetik bağlar tespit edebilir. Hatta bu yolla dil bilimi dillerin çeşitliliğindeki gizeme tarihsel bir çözüm getirmeye çalışmıştır: Çeşitli diller aslında tek bir atadan türemiş olabilir. Hint-Avrupa filolojisi bu yaklaşımın belki de en güçlü örneğidir. 19. yüzyıl araştırmacıları birçok Avrupa ve Asya dilinin ayırıcı niteliklerini yakından inceleyerek, kaybedilmiş ortak bir atayı işaret eden bir seri çarpıcı korelasyonu ortaya çıkarmayı başarmıştır: Bir zamanlar anıldığı şekliyle “Hint-Germen” ya da İngiliz araştırmacıların deyimiyle “Proto-Hint-Avrupa” dil grubu.

    Ne var ki bu tarz bir bilimsel araştırmanın sağlamlığı ancak kendine koyduğu sınırdan gelmektedir. Gerek yöntem gerekse de içerik bakımından doğurduğu zorluklardan ötürü hiçbir ciddi karşılaştırmalı dil bilimci tüm dillerin aynı ortak atadan geldiğini iddia etmemiştir. Karşılaştırmalı dil bilim çalışmaları hem kuralları hem de unsurları bakımından genel anlamıyla tüm dillerin farklı olduğu varsayımına dayanır ve ancak bu bakımdan diller arasındaki korelasyon ve benzerlikleri inceleyebilir. Örneğin Yunanca ve Sanskritçe ya da eski İrlandaca ve Latince arasında açıklama bekleyen kayda değer ortak unsurlar bulunuyorsa bu aslında bu benzerliklerin prensipte tamamen beklenmedik olmasındandır. Zaten tam da bundan ötürü dillerin doğal çeşitliliği tek bir kaynağa geri götürülemez. Ayrıca bu benzerlikler yalnızca bazı diller için geçerlidir. Örneğin Bask, Macarca ve bazı Dravid dilleri gibi birçok Avrupa ve Hint dili hiçbir surette “Hint-Avrupa” dil grubuna indirgenemez. Dahası, kendi içinde hiçbir kayda değer genetik bağ bulunmayan dil grupları ya da “aileleri” mevcuttur. Örneğin Afro-Asya ya da “Hami-Sami” dilleri Hint-Avrupa dilleri için iddia edildiğinin aksine aynı “proto-dilden” türememiştir. Aynı şekilde Altay, Çin-Tibet ya da İrokua dilleri gibi aynı kökten geldikleri de söylenemez. Dolayısıyla dil bilim araştırmalarında dilsel çeşitlilik açıklanmasındansa varsayılması gereken temel bir olgu olarak kalmıştır.

    Ancak gerek Antikitede gerekse günümüzde hâlen gizemini korumaya devam eden husus şudur: Biz konuşan varlıklar, sadece dilleri konuşuruz ama bu çeşitliliğin nedeni hep gizem olarak kalır. Yabancı dillere belli bir gayret ve alaka göstererek kısmen aşina olabiliriz, lakin o diller bize yabancı kaldığı müddetçe tam olarak nüfuz edilemezler. Hatta bu nüfuz edilemezliğin diller arasındaki farkın en basit göstergesi olduğu söylenilebilir. Eğer aynı dil içerisinde faaliyet gösteren iki kişi zaman içerisinde birbirlerini sistematik olarak anlayamamaya başlarsa, burada artık bir değil, iki dilden söz ediyoruz denilebilir. Buna dayanarak, eskiden beri iddia edildiği üzere, insanda düşünme yetisi var olduğu andan itibaren dillerin de var olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, dil bilimsel araştırmalara dayanarak, eğer bir kişi belli bir dili yine belli bir gramatik sisteme bağlı kalarak konuşuyorsa orada dil vardır denebilir. Ama yine de çoğul anlamıyla, dillerin var olduğu gerçeği bir dilde doğru ve kurallı konuşmanın başka bir dilde işe yaramadığı gerçeğini göz önüne aldığımızda daha da belirginleşir. Diller, yine çoğul anlamıyla, konuşanları arasında her seferinde daha da çok bölünerek, nüfuz edilemez ve bağdaştırılamaz olmalarına tanıklık ederler.
    Bu bölünme ve yarılmanın en bariz örneği bir topluluğun başka bir toplulukla karşılaştığında alışageldikleri anlaşma ve iletişim biçimlerinin işe yaramazlığında gözükür. İyi bilindiği üzere, böyle durumlarda konuşma berraklığını kaybeder ve anlaşılmaz hâle gelir, dil âdeta dil olmaktan çıkar. Yabancı bir dilde anlamın cümlelerde, kelimelerde, hatta sesli harf miktarındaki küçük değişimlerde, ses tonunun alçalma ve yükselmesinde, sesli ya da sessiz bir harfe yapılan küçük bir vurguda ya da h harfinde olduğu gibi bir nefeste yattığını görmekten daha kavranamaz ne olabilir ki? Dili konuşanlar olarak bir şekilde anlamı belirleyen tüm bu unsurların konuşmanın fiziksel koşullarına indirgenemeyeceğini biliriz. Bu nedenle farklı alanlarda çalışan pek çok uzman dillerin çoğulluğu söz konusu olduğunda bildiğimiz anlamda kurallı dili bir kenara bırakmak gerektiği hususunda hemfikirdir. Dolaysıyla bu bakımdan gramerin ayrıntılarıyla anlaşılamayacak ifade biçimlerine bakmak daha doğrudur: Quintilianus’un bir keresinde “tüm insanlığın ortak dili”5 dediği jest ve mimikler ya da Rousseau’nun kullandığımız dillerden daha eski ve esaslı olduğunu düşündüğü “pantomim”6 ya da Lukianos’un dediği gibi, söze hacet duymadan söylemek istediğini söyleyen dans7 ya da hep en evrensel ifade biçimi olduğu söylenegelmiş olan müzik.

    Ancak dillerin nüfuz edilemezliklerini anlamak için illa da farklı dil topluluklarının birbirleriyle olan karşılaşmalarına bakmak zorunda değiliz, zira tek bir gramatik sistem dâhilinde de dillerin şaşırtıcı gücünü görmek mümkündür. İşte burada yeni ve beklenmedik bir yarılma ve bölünmeyi gözlemleyebiliriz. Fakat söz konusu olan sadece dillerin doğasında bulunan sürekli değişim değildir. Dante’nin dediği gibi, dilde “her değişim kendi içinde değişir”8 ve dolaysıyla zaman içerisinde bir dil onu konuşanlara yabancılaşabilir. Asıl bahsettiğim yarılma, konuşma gücünün henüz hak ettiği ilgiyi görememiş başka bir boyutunda yatar. Konuşma yetimizin bize sağladığı örtük imkânlar arasında, bizzat her konuşanın sahip olduğu dilden ayrışma ve yeni bir dil kurma becerisi vardır. Sadece doğal zorunluluktan değil, aynı zamanda irade ve sanat yoluyla da bir dil kendi içinde çoğalıp çeşitlenebilir. Bir dilin gramerine hâkim olmamız, özel ya da kamusal, yeni ve saklı başka dilleri de kurabilmemizin imkânını sağlar. Bu diller nükteli veya ciddi olabileceği gibi, çocukların oyun oynarken, yetişkinlerin ise çalışırken kullandıkları bir parola da olabilir. Tek bir kelimeyi, söyleyişi, formülü ya da cümleyi baştan aşağıya dönüştürebilir. Yabancı bir dil kadar yabani görünebileceği gibi, türediği dile çok benzeyebilir. Hatta o kadar benzer ki, nitelikleri sakladığı anlam kadar ayırt edilemez. En sınıra gelindiğinde ise âdeta farazi bir nesnenin varlığına duyulan şüphe gibi bu saklı dilin varlığından da şüphelenilebilir. Bu bakımdan dil her an ve her fırsatta yeniden ve yeniden bölünür. Fakat her ne zaman ve her ne surette bir dil bölünürse bölünsün aynı şaşırtıcı olgu yeniden ortaya çıkar: Biz insanlar yalnızca dili ve dilleri konuşmuyoruz, aynı zamanda onları, tüm gizem ve çeşitlilikleri içinde, nedenli ya da nedensiz bölüyor, dağıtıyor ve çoğaltıyoruz.

    * Princeton Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümünde profesör olan Heller-Roazen birçok makale, çeviri ve kitabın yazarıdır. Son kitabı No One’s Ways: An Essay on Infinite Naming [Hiç Kimsenin Yolları: Sonsuz İsimlendirme Üzerine Bir Deneme] bu yıl içinde yayımlanacaktır.
    1 Aristotle, Politics, 1253a9
    2 Bkz. Johannes Lohmann, Musiké und Logos: Aufsätze zur griechischen Philosophie und Musiktheorie
    3 Dilbilimsel epistemolojinin bu ve benzeri temel ilkeleri için, bkz. Jean-Claude Milner, Introduction à une science du langage, esp. pp. 23-90
    4 “Crise de vers,” in Stéphane Mallarmé, Oeuvres completes, pp. 363-4
    5 Quintilian, Institutio oratoria XI, 3, 87
    6 Bkz. Rousseau, “Essai sur l’origine des langues” ch. 1
    7 Lucian, De Saltatione, 64.
    8 De Vulgari Eloquentia, I, ix, 4, in Dante Alighieri, Opere minori, p. 74