TASAVVUFUN KOZMOLOJİ ANLAYIŞI: HAKİKAT VE HAYALİN MERTEBELERİ
Muhammed Bedirhan*
İster kutsal bir köken iddiasına sahip dinlerin, isterse böyle bir iddiaya sahip olmayan felsefe ve müspet bilimler gibi entelektüel geleneklerin insandan bağımsız olarak var olan dış dünyayı ya da insan tarafından üretilen sosyal ve kültürel yapılar, tarih ve siyaset gibi unsurlar hakkındaki açıklamalarını anlamak, öncelikle bu entelektüel geleneklerin âlem tasavvurunu, yani kozmolojilerini bilmekle yakından irtibatlıdır. Dolayısıyla bir konuda bir felsefi akımın, bilimin ya da dinin önerdiği teori, sistem ya da yapı, âdeta bir gövdeye bağlı organlar gibi olup temel bir kozmoloji doktrininin o konuya dair bir uzantısından ibarettir. Bu nedenle kozmoloji anlayışı kavranmaksızın tali konularda ileri sürülen görüşleri anlamak neredeyse mümkün değildir.
Bir din olarak İslam için de bu durum söz konusudur. Zira İslam da belli temel prensiplere bağlı bir dünya görüşüne sahiptir; bu çerçevede insandan bağımsız olarak var olan evren ya da insan ürünü olan tarih, sosyal yapı, siyaset anlayışları, kültür varlığı gibi unsurlara dair genel bir tasavvur sunar. Bir din olarak İslam’ın önerdiği bu genel tasavvurun yanı sıra Müslüman toplum içinde ortaya çıkan Sünni ve gayri Sünni dinî grup ve akımların ya da kelam ve felsefe gibi entelektüel geleneklerin de özgün birer âlem tasavvuru bulunmaktadır. Bu bağlamda İslam içerisinde hem bir dindarlık modeli ve dinî akım olması hem de bir ilim olması bakımından tasavvuf da bir âlem anlayışı geliştirmiştir. Zira tasavvuf genel anlamda İslam kozmoloji anlayışının ürettiği teorik arka plana bağlı kalsa da kendi epistemolojik yapısının ürünü olan özgün bir dünya görüşüne ulaşmış ve bunu çeşitli metafizik ilkelerle desteklemiştir. Biz de bu yazımız çerçevesinde tasavvufun özellikle vahdet-i vücut anlayışı çerçevesinde sistemleşmiş olan kozmoloji anlayışını ele almaya çalışacağız. Bu bakımdan öncelikle tasavvuf kozmolojisinin kaynaklarına değinecek, ardından bu kozmolojinin temel ilkelerini ve bu ilkeler bağlamında âlemin yaratılışını, âlemdeki nesnelerin sıra düzenini ve insanın âlemdeki konumunu inceleyeceğiz.
Tasavvuf Kozmolojisinin Kaynakları
Tasavvuf kozmolojisinin kaynağında tasavvufi tecrübe yer alır. Zira bu dünya görüşünün dayandığı temel ilkeler büyük ölçüde tasavvuf epistemolojisinin bir sonucudur. Bu itibarla bu kozmolojinin keşf ve müşahede yöntemine uygun olarak kurgulandığı söylenebilir. Sufi, İslam inancının ana esası olan tevhide ulaşmak maksadıyla şeriatta varit olan riyazet, mücahede, halvet, zikir virdler gibi araçlar vasıtasıyla nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye ederek bir bilinç durumuna ulaşır. Bu durum, sufinin idrakinde âlemin tamamının silindiği ve yalnızca Allah’ın tek, gerçek varlık olarak kaldığı fena adı verilen bir tecrübeye yol açar. İşte tasavvufun âlem tasavvuru bu fena tecrübesi temeli üzerine inşa edilmiştir.
Bununla birlikte tasavvuf kozmolojisine tek başına fena tecrübesi kaynaklık etmez. Sufiler enstrümantalist bir yaklaşımla kozmolojik tasavvurlarını fena tecrübesinin yanı sıra, ilkelerin kanıtlanması ve terminoloji bakımından bir taraftan ayet ve hadislerden çıkarılan kavramlara dayandırırlarken öte yandan kelam ve felsefenin yaratılış ve sudûr teorilerinden de beslenirler. Bu bağlamda sufiler âlem tasavvurlarının ana ilkesi olan fena tecrübesi çerçevesinde ayetler, hadisler, ilm-i kelam gibi İslami ve felsefe ve gnostisizm gibi gayri İslami kaynaklardan elde ettikleri yardımcı malzemeyle özgün bir kozmoloji tasavvuru inşa ederler.
Tasavvuf kozmolojisinin kuruluşuna katkı sağlayan İslami unsurlar, bu tasavvurun pek çok yönünde karşımıza çıkar. Söz gelimi bu tasavvurun en önemli ilkelerinden olan âlemin hayal olması, “Rabbin’in vechi dışındaki her şey helak olucudur.” (Kasas suresi, 28:88) ayeti ile “İnsanlar uyumakta olan kimselerdir. Öldükleri vakit uyanırlar.” hadisine dayandırılır. Âlemin ontolojik bir gerçeklik taşımadığı ise, “Allah vardı ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu.” hadisinin şimdi de Allah’ın yine önceden bulunduğu hâl üzere olduğunu ifade eder biçimde, “Allah vardır ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktur.” şeklinde yorumlanması ile açıklanır. Allah’ın kuşatıcılığını ifade eden ayetler ve hadisler ise Allah’ın eşyanın hakikatlerinin hakikati olmasını destekleyen şeri kanıtlar olarak ileri sürülmüşlerdir. Tasavvuf kozmolojisinin akozmizme dayalı bir tasavvur olması nedeniyle âlemin nasıl yaratıldığı sorunu ise, “Ben gizli bir hazine idim…” şeklinde başlayan kutsi hadis çerçevesinde izah edilmiştir. Bu hadis aynı zamanda tasavvufun ilâhî isimler teorisine uygun olarak açıklanan yaratılış anlayışını özetlediği gibi, tasavvufa göre âlemin yaratılışının gaye ve sebebini de içerir. Ayrıca akozmizmin temel esası olan âlemdeki sürekli değişkenlik de Kur’ani bir kavram olan yeniden yaratılış/halk-ı cedîd kavramıyla ilişkilendirilir.
Tasavvuf kozmolojisinde yaratılışın sıra düzeni de İslami kaynaklardaki verilere uygun olarak inşa edilmiştir. Nitekim sufiler Allah’ın mahlukatı var etmeden önce bulunduğu durumu hadislerde geçen “amâ” kavramı ile özdeşleştirmişler. İlk yaratılanın Hz. Peygamber’in nuru veya ruhu olması ile ilgili rivayetlerden hareketle Hz. Peygamber’i âlemin babası olarak konumlandırmışlar ve ilk yaratılan şeyle –söz gelimi ilâhî kalem ve akılla– ilgili diğer rivayetleri de Hz. Peygamber ile doğrudan ilişkilendirmişlerdir.
Tasavvuf kozmolojisinin ana esaslarından kabul edilebilecek olan insan merkezli âlem tasavvuru/antroposentrizm ise yine İslami kaynaklara dayandırılır. Bu konuda sufiler özellikle Âdem’in yeryüzünde halife kılınması, Allah’ın sureti üzere yaratılması, isimlerin tamamının kendisine tâlim edilmiş olması gibi şeri kaynaklı ifadelerden yola çıkarlar ve bunlardan âlemin varoluş gayesinin insan veya daha doğru bir ifade ile insan-ı kâmil olduğu sonucunu çıkarırılar. İnsan-ı kâmilin en üstün örneği olan Hz. Peygamber’i ise âlemin varlığının yegâne sebebi olarak yorumlarlar. Bu açıdan “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” kutsi hadisi sufiler açısından bir serlevha hüviyeti taşır.
Tasavvufi âlem tasavvurunun uhreviyyat ve necatla ilgili kısmındaki unsurlar da büyük ölçüde şeri ve İslami kaynaklardan alınmıştır. Bu bağlamda nefsin ulvi bir âlemden geldiği veya dünya âlemine düştüğü, tekrar kaynağına dönmeyi arzu ettiği ve bu nedenle kaynağa dönüşü için gerekli olan şeyleri araştırması gerektiği anlayışı bütünüyle şeri bir idraki yansıtmaktadır. Nitekim nefsin ulvi tabiatı, insanın var olmadan önceki durumunda Allah’ın rubûbiyetini ikrar ettiği elest bezmiyle özdeşleştirilir. Bu âleme düşüşü, Kur’an’daki, en güzel kıvamda yaratıldıktan sonra aşağıların aşağısına indirilme ifadesiyle açıklanır. Yine eski saf hâline dönmesi ise aynı şekilde şeri kaynaklarda yer alan tezkiye ve tasfiye kavramlarıyla ifade edilir.
Tasavvufi âlem tasavvurundaki gayri İslami unsurlara geldiğimizde ise İslami unsurlarda karşımıza çıkan enstrümantalist yaklaşımın burada da sürdürüldüğünü görürüz. Sufiler âlem tasavvurlarını açıklarken dönemlerinin geçerli felsefe ve tabiat bilimlerinden faydalanmışlardır. Bu nedenle İslami Yeni Eflatunculuğun temsilcileri olan İhvân-ı Safâ, Fârâbî ve İbn Sînâ tasavvuf kozmolojisinin yapılandırılmasında kullanılan malzemeyi sunan önemli kaynaklardır. Nitekim bu anlayışın âlem tasavvurunun ana esası hüviyetindeki sudûr nazariyesi tasavvuf kozmolojisinde bazı önemli değişiklikler yapılarak feyz anlayışına çevrilir. Sudûrcu kozmolojinin bağlı bulunduğu metafizik ilkelerden olan Tanrı’nın zatının bir ve basit olması ve bu bağlamda kendisinden yalnızca tek bir şeyin sâdır olması ilkesi de tasavvuf kozmolojisinde büyük ölçüde benimsenir. Yine felekler, akıllar, nefsler, dört tabiat, dört unsur, dört hılt, müvelledât gibi Yeni Eflatuncu kozmolojide yer alan unsurlar tasavvufi âlem tasavvurunun ana ilkeleri çerçevesinde yorumlanarak kozmolojiye dâhil edilir.
Tasavvuf Kozmolojisinin Temel İlkeleri
Sufiler kozmoloji anlayışlarını kendi metafizik düşüncelerinin iki temel ilkesi çerçevesinde inşa etmişlerdir. Bunlar âlemin hayal olması ile Tanrı’nın âlemdeki şeylerin hakikatlerinin hakikati olmasıdır. Bu iki ilke arasında ise aşağıda açıklayacağımız üzere birbirini bütünleyici bir irtibat söz konusudur ve her iki ilke tasavvufî yöntemle ulaşılan keşf ve müşahedenin doğrudan sonuçlarıdırlar. Bununla beraber yukarıda zikrettiğimiz üzere bu ilkelerin açıklanmasında sufiler hem İslami hem de İslam dışı kaynaklara başvurmuşlardır. Bu nedenle tasavvuf kozmolojisinin dayandığı bu iki temel ilkenin yorumlanmasında Kur’an ya da sünnet veya bunlar muvacehesinde gelişen kelam ilminin terminolojilerinden faydalanıldığı gibi, antik çağdan intikal eden Grek, İran vb. medeniyetlerin bilimsel birikimleri gibi gayri İslami unsurlarla da desteklenmiştir.
Âlemin hayal olması ilkesi Hz. Peygamber’in “İnsanlar sürekli olarak uykudadırlar. Öldüklerinde uyanırlar.” hadisinden mülhemdir. Buna göre âlem hayaldir, zira sürekli değişkenlik içindedir. Değişkenliği dolayısıyla ona sabit bir gerçeklik atfedilemez. Onun gerçekmiş gibi algılanması yalnıza duyular ve akıl düzeyinde gerçekleşen bir tür yanılsamadan ibarettir. Zira insan çevresindeki şeyleri duyuları ile algılar ve aklı ile bunları birbirinden ayrıştırıp düzenler. Bu yüzden insan akıl ve duyular düzeyinde çevresindeki nesnelerin bir gerçekliğe sahip olduğundan kuşku duymamaktadır.
Tasavvufun âlem tasavvuruna göre ise durum bu şekilde değildir. Zira bir şeyin gerçek ya da hakikat olması onun sürekli sübutu ile doğrudan ilişkilidir. Duyular ve akıl düzeyinde idrak edilen şeyler ise uyumakta olan bir kişinin rüyasında gördüğü nesneler gibidir. Nasıl ki, rüya gören kişi rüyadayken, rüyasında gördüğü şeylerin gerçekliğinden kuşku duymamakta ise, uyanık olan kişi de bütün âlemin değişken ve süreksiz şeylerden oluştuğunu düşünmemekte ve onların gerçek olduğu kanaatine sahip olmayı sürdürmektedir.
Tasavvufi kozmoloji âlemi hayal olarak kabul etmekle sofistlerin âlem tasavvurlarına yaklaşır. Bununla beraber bu kozmolojiye göre duyu ve akıl düzeyinde gerçek olarak kabul edilen şeyler her ne kadar tam manasıyla gerçek olmasalar da sofistlerin kabul ettikleri gibi hiçbir hakikati bulunmayan şeyler de değillerdir. Aksine hayal olarak vasıflandırılan âlem kendisinde tezahür etmekte olan her fenomenal suret vasıtasıyla sabit/değişmez tek bir hakikatin varlığına işaret etmektedir. Bu yüzden âlem her ne kadar vehim, hayal veya rüya olarak kabul edilse de değersiz değildir. Zira hayal olarak kabul edilen âlemdeki nesneler tıpkı rüya tabirinde olduğu gibi birer semboldürler. Bu sembollerden hareketle hayal düzeyinden hakikat düzeyine çıkılır. Bu çıkış ise tasavvufi tecrübenin en üst kademelerinden biri diyebileceğimiz fena hâli ile, yani ölmeden önce ölme durumu ile mümkündür. İnsan fena tecrübesini yaşadığında ölmeden önce öldüğü için, öldüğü zaman uyandığında göreceği hakikati fena hâli ile ölmeden ölerek elde eder.
Duyu ve akıl ile bilinen âlemin mutlak olarak bir gerçeklik taşımadığı fena vasıtasıyla bilindiğinde aynı zamanda hayal olan bu âlemin sabit/değişmez kaynağı da bilinmiş olur. Bu kaynak ise tasavvuf kozmolojisinin dayandığı ikinci ilke olan Tanrı’nın eşyanın hakikatlerinin hakikati olması ile işaret olunan Tanrı veya tasavvufi literatürdeki karşılığı ile söyleyecek olursak Hakk’tır. Âlemin hayal olması ilkesinde sofist kozmoloji ile birleşen tasavvuf kozmolojisi bu ilke vasıtasıyla ondan ayrışır. Bu durumda duyu ve akıl düzeyinde gerçek sanılan âlem, bir hayal, rüya ya da vehim olmakla birlikte büsbütün asılsız bir şey de değildir. Aksine o, mutlak hakikat olan Hakk’ın özel bir tezahürü ve belli kalıplar içerisindeki tecellileridir. Bu bakımdan âlemdeki şeylerin hakikatlerinin hakikati olan Tanrı, bir taraftan âlemin hakikatlerini izhar eder, diğer taraftan kendisi de onların hakikatleriyle zahir olur. Böylece bir, çoğa dönüşür ve çokluk da birlikte silinir. Bu yüzden sofist âlem tasavvurunun aksine tasavvuf kozmolojisinde âlemin, kendisinin ötesinde bulunan bir hakikati vardır ve âlem bu hakikate dayalı olarak kendi başına kaim olmaksızın var olmaktadır.
Bu çerçevede tasavvuf kozmolojisi açısından kendi başına bir hakikat taşıdığı kabulü üzere âlemi ele aldığımız zaman o bir tür sanal gerçeklikle bizim idrakimizi yanıltır. Öte yandan âlemi ve ondaki çok ve çeşitli olan şeyleri kendi başlarına kaim şeyler olarak değil, aslı ve hakikati Tanrı’nın kendisi olarak ele aldığımızda ise bu durumda âlem bize Tanrı hakkında bilgi veren ve O’nun özelliklerine bizi yönlendirip götüren işaret ve semboller yığınına dönüşür. Dolayısıyla insanın bu durumda tek yapması gereken şey bu sembol ve işaretler arkasına gizlenmiş olan hakikatin şifresini çözmektir. Sufiler bu bilgiyi elde eden şahsın tarikatta en üst bilgiyi elde etmiş olduğunu savunurlar. Tasavvufun âlem tasavvurunu ele aldığımız yazımızın bu ilk bölümünde bu kozmoloji anlayışının kaynaklarını ve ilkelerini ele aldık. Sonraki yazımızda ise yaratılış, âlemin sıra düzeni ve insanın âlemdeki yeri konularını işleyeceğiz.
* Çanakkale 19 Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görev yapan yazarın, tasavvuf alanında birçok makalesi ve çevirisi bulunmaktadır.