MODERNLEŞME KARŞISINDA KLASİK TÜRK MUSİKİSİ
Neyzen Mustafa Hakan Alvan

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Sultan II. Mahmud’un tahta geçmesiyle hız kazanan Batılılaşma hareketleri birçok alan gibi klasik Türk musikisini de etkiledi. 1826’da Yeniçeri Ocağı’yla beraber mehterin kapatılıp yerine Batı müziğinin hâkim olduğu Mızıka-yı Hümâyûn’un kurulması ve başına paşalık ünvanıyla İtalyan Giuseppe Donizetti’nin getirilmesi buna en güzel örnektir.

    Bu dönemden sonra, birçok genç Batı müziği eğitimi için Avrupa’ya gönderildi. Geleneksel musikimiz ise Mızıka-yı Hümâyûn bünyesinde kurulan Fasl-ı Atîk (eski fasıl) ve Fasl-ı Cedîd (yeni faslı) heyetleriyle temsil ediliyordu. Fasl-ı Atîk Heyeti geleneksel icrayı devam ettirirken Fasl-ı Cedîd Heyeti’nde Batılı ve yerli çalgılar bir arada, bizim kadim eserlerimizin armonize edilmiş hâllerini seslendiriyordu. Saraydaki bu anlayış, zamanla toplumda da karşılığını buldu ve birçok konakta yerli çalgıların yerini piyano almıştı. İnsanımız artık piyanonun başında hem Batı müziği eserlerini, hem de kendi eserlerini icra ediyordu. Oysa Batı müziği ses sistemi için icat edilen piyanoda bizim makamların birçoğunun (uşşak, saba, hüzzam vb.) doğru icrası teknik açıdan mümkün değildir.

    Ancak Avrupa ile sanat ilişkisi içine giren sanatkârlarımız bu süreçte beklemediği bir şeyle karşılaştı. Mızıka-yı Hümâyûn’a bağlı bir orkestranın Almanya’nın çeşitli şehirlerinde verdiği konserlerde Batı müziği eserleri icra edildi. Fakat Alman halkı, Türklerin klasik Batı müziğini icra edişini “tereciye tere satmak” şeklinde algılayıp beğenmediler. Onlar daha çok Osmanlı müziğiyle alakadardı ve ısrarla klasik Türk musikisinden örnekler dinlemeyi istiyorlardı. Bu talepler üzerine icra edilen klasik Türk musikisi eserleri çok beğenildi ve tekrar tekrar istek aldı. Bu hadisenin saraya rapor edilmesi müzik politikalarının yeniden gözden geçirilmesine vesile olmuştur.

    Bundan sonra, kendi müziğimize daha çok önem verilmesine ve bunun eğitiminin devlet eliyle yapılması gerektiğine karar verildi. Bu karar doğrultusunda, geleneksel musikimizi bilen muallimler yetiştirmek maksadıyla Darül Elhan (Nağmeler Kapısı) Sultan Reşat’ın emriyle kuruldu (1916) ve başına bestekâr Yusuf Ziya Paşa getirildi. Darül Elhan’da eğitim faaliyetlerinin yanı sıra, Türk musikisi eserlerini notayla kayıt altına alma çalışmalarına başlandı. Bu şekilde notaya alınan eserler neşredildi. Ayrıca bu eserlerin taş plaklara yapılan ses kayıtları da halkın istifadesine sunuldu. Yani Osmanlı Devleti askerî ve ekonomik açıdan yok oluş devrinde bile Batı ve geleneksel müzik arasında dengeli bir müzik politikası uyguluyordu.

    XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin birçok alanda Batı devletleri karşısındaki zayıf konumu, ülkenin geleceği konusunda her kesimi endişelendiriyordu. Aydınlar bu mesele hakkında birçok teşhis ve çözüm yolları ortaya koyarken tartışmalar Türkçülük ve İslamcılık üzerinde yoğunlaşıyordu. Fransız İhtilali’nin etkisiyle dünyaya hızla yayılan milliyetçilik, ülkemizde siyasi Türkçülük olarak karşılığını bulmuştu ve bu tez üstünden her şey sorgulanmaya başlandı. Bu görüş, klasik Türk musikisinin Bizans’tan alındığı, bize ait olmadığı, bizim müziğimizin Anadolu’daki halkın ürettiği müzik olduğu ve bunun da acilen Batı müziği tekniğiyle modernize edilip o şekilde icra edilmesi gerektiği yönündeydi. Bu fikrin sözcülüğünü Ziya Gökalp ve çevresi yapıyordu.
    Klasik Türk musikisinin kendi öz müziğimiz olmadığı konusundaki iddialara karşı çıkanlar da oldu. Özellikle Rauf Yekta Bey bu fikirler karşısında birçok makale kaleme aldı; Türklerin İstanbul’un fethinden önce de çok ciddi bir müzik birikimi olduğunu delilleriyle ortaya koydu. Kanaatimizce, sadece Hz. Mevlana’nın eserlerindeki musiki makamlarının isimleri ve çalgılarımızın isimleri bile bu iddiaları cevaplamaya yeter.

    Cumhuriyet’in ilanından sonra yükselen değer yine siyasi Türkçülük oldu. Resmî ideoloji bilimde, kültürde ve sanatta Türkçülük üzerine büyük yatırımlar yaptı. Bu görüş, klasik musikimize de yansıdı ve tıpkı divan şiirinde olduğu gibi, Osmanlı müziği dışlandı. 1924’te sadece Batı müziği muallimi yetiştirmek maksadıyla Musiki Muallim Mektebi kuruldu. Bu olay artık gelecekte sadece Batı müziğinin çocuklarımıza öğretileceğinin habercisiydi. Her biri birer edebiyat ve musiki mektebi olan dergâhların kapanması bu olayları takip etti. 1924’te Darül Elhan Musiki Mektebi’nin müfredatına Batı müziği dersleri eklendi; iki yıl sonra Türk musikisi eğitimine son verildi. Aynı günlerde, yaygın eğitimdeki müzik derslerinden de Türk musikisi konuları tamamen kaldırıldı ve sadece Batı müziği dersleri, saatleri de arttırılarak devam etti.

    1928’de Mustafa Kemal Atatürk’ün meşhur Sarayburnu Konuşması; artık yeni rejimin tercihinin tamamen Batı müziğinden yana olduğunu ilan ediyordu. İlginçtir ki, Harf Devrimi’nin ilan edildiği Sarayburnu’ndaki lokalde birkaç gün sonra da bir konser tertiplenmişti. Bu konserin bir kısmı Arap asıllı bir hanım sanatçının icrası, bir kısmı Eyüp Musiki Cemiyeti’nin icra ettiği kürdilihicazkâr faslı, son kısmı ise Batı müziği icra eden bir orkestranın konseriydi. Program sonunda Atatürk geleneksel müziğimizin Türk milletinin neşeli ve hareketli yapısına uygun düşmediğini, Batı müziğinin bizi daha iyi ifade ettiğine dair görüşlerini anlattı. Bu konuşmadan sonra ülkede âdeta bir müzik depremi yaşandı. Türk musikisiyle uğraşan herkes suçluluk psikolojisiyle hareket etmeye başladı ve Türk musikisi sazlarını Batı çalgılarıyla değiştirmeye başladılar. Rum asıllı ud üstadı Yorgo Bacanoz artık piyano çalacağını, Neyzen İhsan Aziz Bey ise flüte geçtiğini basın açıklamasıyla ilan etti.

    O günlerde ilginçtir ki Sarayburnu konserinde yaptıkları müziği milletimizin yapısına uygun bulmayan Atatürk, Eyüp Musiki Cemiyeti’ni bu kez Dolmabahçe Sarayı’ndaki akşam yemeğinde fasıl yapması için davet etmişti. Buna benzer birçok olay o günlerde çok sık yaşanıyordu. Bu tezadın kendisi de farkında olan Atatürk, klasik Türk musikisinin kendisi için bir bağımlılık olduğunu; bundan şahsi olarak vazgeçemeyeceğini; fakat millet için planladığı gelecekte buna yer olmadığını değişik vesilelerle ifade ediyordu. 1930’da gazeteci Ludwig’e verdiği röportajda Ziya Gökalp’in fikirlerini tekrar ederek Osmanlı müziğinin Bizans’tan alındığını ve terk edilmesi gerektiğini söyledi. 1932’de Mısır’da şark musikisi konferansına ülkemizden bir heyet davet edildiğinde; devlet yetkililerinin “Biz artık şark musikisiyle meşgul değiliz.” cevabı her şeyi açıkça ortaya koyuyordu.

    Atatürk’ün günlük hayatına baktığımızda musikimizi çok iyi bilen, geniş bir repertuvar bilgisi olan ve bu musikiyi neredeyse her akşam dinleyen bir Atatürk ile karşılaşırız. Bunun için de cumhurbaşkanlığına bağlı Riyaset-i Cumhur Fasıl Heyeti’ni kurdurdu ve o heyette dönemin en önemli musikişinaslarını topladı. Bu heyet, o günlerde Türk musikisini resmî olarak icra eden tek kurumdu.

    1927’de kurulan Devlet Radyosu’nda azda olsa devam eden klasik Türk musikisi yayınları 1934’te yasaklandı. İki yıl süren bu yasaklı dönemde kendi ülkesinde, kendi müziğini dinleyemeyen Türk halkı Arap radyolarını dinlemeye başlamıştı. Bu olay hayra vesile oldu ve devlet geri adım atarak 1936’da radyodaki Türk musikisi yasağını kaldırdı. Artık kısıtlı da olsa Batı müziğinin yanında klasik Türk musikisi yayınına müsaade edilecekti. Ancak bu sefer de eserlerde Osmanlı’ya öykündürdüğü düşünülen kısımlara müdahaleler başladı. Güftelerde padişahları öven ifadeler çıkartılıyor, konuyla ilgili en ufak çağrışımlara bile müsaade edilmiyordu. Bu dönemde, mesela sultanî-yegâh makamının adı millî-yegâh olarak değiştirildi. Bu günlerde klasik Türk musikisinin büyük savunucularından Rauf Yekta Bey, 1935’de Türk musikisinin başına gelen bu olaylardan duyduğu üzüntüyle vefat etti. Rauf Yekta’nın defni sırasında Cemal Reşit Rey; R. Ferit Kam ve Mesud Cemil’e, “Rauf Bey musiki şehidi oldu.” demişti.

    Ne trajik ki, yukarıda bahsedilen kararların uygulanması büyük ölçüde klasik Türk musikisinin büyük üstadı Tanbûrî Cemil Bey’in oğlu Mesut Cemil Tel eliyle yapılıyordu. Mesut Cemil Bey, şarkıların arasında âdet olan gazel okuma geleneğini kaldırttı. Bu uygulama, maalesef zamanla Türk musikisi ses icracılarının gazel okuyamama problemini doğurdu. Ayrıca bu uygulama şiirimizin ve musikimizin birlikteliğine büyük bir darbe vurdu. Çünkü şarkılar arasında okunan gazeller, divan şiirinin halka ulaşmasında önemli bir işlev görüyordu. Türk müziğinin yasaklı yıllarını anlatan Sinan Çetin’in “Mutlu Ol, Bu Bir Emirdir.” adlı kısa filminde sazla Beethoven çalınarak bu yasaklı dönem ironik şekilde eleştirilmiştir.

    Eskiden klasik musiki ile halk musikisi arasında bariz bir ayrım yapılmazdı. Çünkü bunların makam, ritim ve sözel yapısı birbirine fevkalade yakındır. Bu iki tarz müziğimizin çalgıları da çoğu zaman beraber icra edilir. En eski klasik bir eserle başlayan bir müzik dinletisi hareketli bir Anadolu türküsüyle bitebilir. Hâl böyleyken, milliyetçilik ideolojisinin ürettiği “Halk müziği Türk’e aittir, Osmanlı müziği ise Bizans’a aittir.” fikri esas alınarak halk musikimizin klasik musikimizden tamamen ayırmasına karar verildi. Macar müzikolog Bela Bartok çağrıldı (1936) ve Adnan Saygun’la birlikte Anadolu’daki türkülerin notaya alınması sağlandı.

    Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte müfredatı değiştirilerek tamamen Batı müziği eğitimi veren Darül Elhan önce İstanbul Valiliği’nde, sonra İstanbul Belediye Başkanlığı’nda İstanbul Belediye Konsevatuvarı olarak hizmet etti. Bu kurumda 1943’te kısıtlı da olsa Türk musikisi eğitimine tekrar dönülmesi önemli bir gelişme oldu. Bu kurumdan birçok Türk musikisi sanatçısı yetişmiştir; Bekir Sıdkı Sezgin, Ahmet Özhan bunlardan bazılarıdır. 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle ezanın Arapça okunması yasağı da kalktı. 1925’ten beri icra edilmeyen Mevlevi ayinleri gösteri adıyla icra edilmeye başlandı. 1935’te kapatılan Askerî Müze Mehter Takımı da 1952’de tekrar faaliyete geçti. Fakat yaygın eğitim müfredatında Türk musikisi eğitimi hâlâ yasaktı.

    12 Mart 1971 muhtırası sonrası, hükûmet kabinesinde ilk defa yer alan Kültür Bakanlığı’na Talat S. Halman getirildi. Halman’ın emriyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası salonunda Itrî konseri yapılacaktı. Devletin imkânlarıyla yurt dışında okutulan keman sanatçısı Suna Kan ve çevresi, Itrî konserinin Atatürk devrimlerine karşı yapılmış kurnazca bir hareket olduğunu ve gerici Osmanlı müziğini tekrar canlandıracağı iddiasıyla bunu Başbakan Nihat Erim’e bir mektupla şikâyet ettiler. Burada traji-komik olan Suna Kan gibi sanatçıların yobazlıkla suçladığı Osmanlı musikişinasları, ne gariptir ki kendi dönemlerindeki hamsofuların daima eleştirisine maruz kalmıştır. Mektubu ciddiye alan başbakan konserin iptalini istedi. Kültür Bakanı kararından dönmeyeceğini söyleyince Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Nihat Erim Kültür Bakanlığı’nı lağvetti.1

    1970’li yıllarda Batı müziği eğitimi veren üniversitelerin verdiği diploma resmî olarak kabul görürken, bir tek Türk musikisi eğitimi veren İstanbul Belediyesi Konsevatuarı diplomasının resmî bir değeri yoktu. Nihayet 13 Ekim 1975’te İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde kurulan Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı, yarım asır süren bu yanlış ve anlamsız bir uygulamanın sonunu getirdi. Bu tarihten sonra birçok devlet ve özel üniversitede Türk musikisi bölümleri açıldı. Yine 1975’te Kültür Bakanlığı’na bağlı Klasik Türk Musikisi Korosu kuruldu ve bunu diğerleri takip etti.

    1980’li yıllarda Cinuçen Tanrıkorur’un gayretleriyle MEB müzik müfredatına kısıtlı da olsa Türk musikisi konusu dâhil edilmişti, fakat 28 Şubat 1997’de ülkemizde başlayan siyasi çalkantılar, bu uygulamayı olumsuz etkiledi. Önce MEB müfredatındaki Türk musikisi dersleri, yine neredeyse yok denilecek seviyeye getirildi. Türk musikisi konsevatuvarları mezunlarının MEB’de öğretmenlik yapması engellendi.

    Günümüzde bu engellerin birçoğunun kalktığını görmek sevindiricidir. Artık halkımız Batı müziği ve kendi müziğimiz arasında tercih yapmaya zorlanmıyor, eğitim sistemimizde her ikisi de eşit olarak öğretiliyor. 1826’dan günümüze kadar özetlemeye çalıştığımız, musikimizin Batılılaşma serüveni çok derin sosyolojik tartışmaları içinde barındırmaktadır.2 Maalesef devletin müzik eğitiminde yaşadığı gelgitler yeni nesilleri olumsuz etkilemiştir. Artık klasik Batı müziğini de, klasik Türk musikisini de dinlemeyen; iyi müzikle kötüyü birbirinden ayıramayan bir neslin sağlıklı yetişmesi büyük  gayretlere  bağlıdır.
    1 Yılmaz Karakoyunlu, “Itrî Konseri”, Haber Türk Gazetesi, 13 Haziran 2012.
    2 Geniş bilgi için bkz. Ayas, Musiki İnkılabının Sosyolojisi.