KADİRİ MUTLAK’IN İDRAKİNDE MANEVİ TECRÜBENİN ROLÜ
Ahmet Murat

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Batı İslam dünyasının yıldız isimlerinden biri olan Ahmed Zerruk hazretleri, “Cevap soruya göre değil, sorana göre verilir.” der. Bu ifade tek başına, özellikle sufilerin eğitim metotlarını göstermeye yeter. Bu aynı zamanda, insanın varlığı ve varoluşu anlama çabasında geçerli olan “tek bir açıklama” bulunduğu yerine, birbiriyle çelişmeyen “açıklamalar” bulunduğunu kabul etme anlamı da taşır. Sufiler varlığa ve varoluşa dair bütüncül anlayışımızın hâlimize ve makamımıza göre değiştiğini ve evrildiğini kabul ederler. Bu sebeple, bu hâllerin ve makamların işaret ettikleri seviyelere göre konuşmayı tercih ederler. Bu durum bir açıdan paradoksal ifadeleri doğururken, öte yandan aynı sufinin farklı mertebelerdeki salikleri ve talipleri muhatap alabildiği bir dil esnekliğine erişmesini sağlar.

    Bu durumu anlatabilmek için “idrak mertebeleri” terimini kullanabiliriz. Bizler idrakleri farklı olan kimselerizdir. İdrakimiz bir yanıyla eğitim ve kültür sayesinde gelişir ve giderek sabitlik kazanır. Ama beri yandan manevi tecrübelerin izdüşümleri olan hâller ve makamların izini süren bir manevi eğitime, yani seyrü süluke tabi olduğumuzda, bizim sabit fikirlerimizin ve algılarımızın parçalandığını, varlık ve varoluş hakkında bazı bütüncül duyuşlara ulaştığımızı görürüz. Bu duyuşlar bizim yol güzergahlarımıza merbut olarak değişir, başkalaşır.
    Ahmed Zerruk hazretlerinin bağlı olduğu silsilenin başlarında yer alan önemli isimlerden biri olan İbn Ataullah el-İskenderi hâllere bağlı olarak değişen idrakimiz hususunda çarpıcı bir örnek verir. Bir salik fark hâlini yaşıyorsa ve buna bağlı olarak Allah Teâlâ’yı fail-i mutlak olarak tam manasıyla idrak ediyor değilse, cem hâlini yaşayan ve âlemdeki iş ve oluşta Allah Teâlâ’yı faili-i mutlak olarak gören bir salikten farklılık gösterir. Mesela fark hâlini yaşayan bir salik, cebinden düşen bir miktar parayı tekrar almak zorundadır. Çünkü o içinde bulunduğu mertebenin gereği olarak, o düşen parayı terk etmesi hâlinde israf işlemiş olacaktır. Onun o parayı almaması hatadır. Buna mukabil, cem hâlini yaşayan ve Zat-ı Uluhiyet’in şuurunun içine dalmış, âlemdeki her iş ve oluşta Allah Teâlâ’yı fail-i mutlak olarak bilen, belki daha doğru ifadeyle gören bir kimsenin ise aynı olay karşısındaki tepkisi farklı olacaktır. O, cebinden o paranın fail-i mutlak tarafından düşürüldüğünü, bu sebeple o paranın artık kendisine ait olmaktan çıktığını, çıkarıldığını, bunun bir sebeple yapılmış olduğunu düşüneceği için o parayı geri almayacaktır. Dahası onun o parayı geri alması hata olacaktır. (Ama zaten bu duyuşa akli bir çözümleme neticesinde değil, yaşadığı tecrübenin icbarıyla eriştiği için o parayı almayacaktır.)

    Bu farklılığın sebebi, bizim idrakimizin mertebelere, seviyelere uygun olarak çeşitleniyor olmasıdır. Fark hâlini yaşayan biri için âlemde failler bulunur. Nihai olarak fail-i mutlak tek olsa da diğer faillerin fiillere ortak oldukları fikri, bir tek fail-i mutlak fikrinden daha baskındır. Cem hâlini tecrübe eden bir kimse içinse âlemde tek fail-i mutlak bulunmaktadır. Fail gibi görünen diğerleri silikleşir, onların güç ve iradeleri de silikleşir ve bu silikleşme içinde giderek önemini ve etkisini yitirir. İlkinde fail-i mutlak daha görünmez ve dolayısıyla gâib iken, ikincisinde aslında diğer failler gâib durumdadır. İlkinde şehadet âlemi belirgin ve etkinken, ikincisinde gayb âlemi belirgin ve etkindir. Hem Zerruk ve hem de İskenderi hazretlerinin silsilesinden olan ve yirminci yüzyılın en önemli sufi simalarından biri olan Ahmed el-Alavi hazretlerinin, “Gayb şehadettir ve şehadet de gayb.” ifadesi bu mertebeye işaret eder. Cem hâlindeyken gayb şehadet hâline gelecektir. Daha önce görünmez ve silik olan, belki bir fikir, bir soyut prensip olarak bulunan gayb âlemi belirginleşecektir. Buna mukabil, fark hâlindeyken ise gayb âlemi ve onun ilkeleri tekrar gayb hâline gelecek, görünen âlemin ilkeleri ve işleyişi başat duruma dönüşecektir. Bu ise bahsettiğimiz türden bir idrak katmanlaşmasını ifade etmektedir.

    Bir başka deyişle, iç değişince dış da değişir. Deruni tecrübenin başkalaşması, tecrübe sahibinin varlığı ve varoluşu idrakinde farklılığa yol açacaktır. Aynı denizin karşısında bir aşık ile bir balıkçının tepkisi farklıdır. Aşığın deruni tecrübesi onu denizde kendi tecrübesine tekabül eden bir muhatap bulmaya yöneltir. Denizin dalgaları, en sginliği, önünde öylece uzanışı onun deruni tecrübelerinden bazılarını karşılar. Kendi tecrübesinin tabiatını idrak etmesi yolunda deniz ona yardımcı olacaktır. Buna mukabil bir balıkçı için deniz evvelemirde ekmek teknesidir. Denizin hareketleri ve havası onu suyun altındaki balıklarla ilgisi nispetinde ilgilendirecektir. Deniz aşığın önündeki gibi bir soyutlamaya maruz kalarak onun önüne çıkmış değildir. Öylece, büyük ve içinde kazanç imkânları barındıran bir büyük su olarak oradadır. Bu iki deruni tecrübe farkı sebebiyle, aynı su birikintisi birbirine tamamen zıt iki ayrı şekilde algılanmakta, duyulmaktadır.

    Allah Teâlâ’nın kadir-i mutlak olması, onun uluhiyetinin, tanrısallığının doğal bir sonucudur. Bir müminin bu temel ilkeyi kabul etmesi beklenir. Bu ilkeyi, bir deruni tecrübeye irca ederek benimsemesi değil, sadece bir prensip olarak, akli bir çözümlemenin sonucu olarak kabul etmesi onun İslam dairesi içine girmesi için yeterlidir. İslam içindeki yolculuğu esnasında bu ve benzeri prensiplerin içselleştirilmesi gerekecektir. Bu, meşhur Cibril Hadisi’nin ifade ettiği durumdur. Bir kadir-i mutlak fikrinden bir kadir-i mutlak tecrübesine doğru ilerledikçe İslam’dan imana, imandan ihsana doğru geçmiş olacaktır. Kelam açısından, faillerin ve kudretlerin çokluğu akli düzeyde çözümlenmesi gereken bir sorunsal olabilir. Ama sufiler için bu, manevi tecrübeyle ilgili bir sorunsaldır. Aşılması manevi hâllerin değişimine bağlıdır.

    Âlemde tek bir irade, tek bir kudret ve tek bir fiil sahibinin bulunduğu duyuşuna ulaşmak sufiler için bir idealdir. Bu duyuşa ve tecrübeye erişinceye kadar, diğer bütün nispetler ve bağıntılar onlar için şaibelidir. Ama bu ideale erişmek akli bir çözümleme neticesinde değil, manevi bir tecrübe neticesinde gerçekleşecektir. Bu tespitin doğal sonucu şudur: Bir kimse Allah Teâlâ’nın kadir-i mutlak ve fali-i mutlak olmasının doğal ve mantıki sonuçlarını üstlenmeyi, ancak onun mutlak fail ve kadir olduğunu manen tecrübe ettiğinde gerçekleştirebilir. Aksi taktirde sadece bu tecrübeyi yaşamış olanların taklitçisi olacaktır.