NÜBÜVVETİ ANLAMAK: ŞAH DAMARINDAN YAKIN OLANA “ARACI” İLE GİTMEK NİÇİN? MUKAYESE ZEMİNİ: VARLIK BİLGİMİZ-VARLIKBİLİMİ VEYA TANRI BİLGİMİZ-İLAHİYAT
Ekrem Demirli
Klasik metafizik şöyle bir çelişki üzerine kuruluydu: Herkesin inkâr edemeyeceği kadar kesin ve açık bir şey olan varlık bilgisi üzerinden inşa edilen metafizik sadece özel kabiliyetli bazı insanlar tarafından anlaşılabilir veya yapılabilir. Her birey kesin bilginin ilkesi olacak varlık bilgisine sahip ise inşa edilen bilimin anlaşılması niçin zordu? Herkesin bedahetle bildiği ilkeden seçkinci bir bilim inşa etmek, metafiziği eleştirilere karşı güç duruma düşüren bir yöndü. Kimi ikna eder, kimi etmez meselesi bir yana, bunun iki açıklaması vardı: Birincisi insan için düşünmek verili bir şey değil, öğrenilen ve büyük emekle gerçekleşebilen bir şeydi. Üstelik bu emek içinde insanın ahlaken yetkinleşmesi önemli bir merhaleydi. İnsan ahlaken yetkinleşerek düşünmeyi daha iyi öğrenir veya düşündükçe ahlaken yetkinleşirdi. Bu bir süreç meselesiydi: Kim zihnî ve ahlaki yetkinleşmenin gerektirdiği gayreti sarf edebilirse, metafizik yapabilme ayrıcalığı o kişiye bahşedilmiş demektir. İbn Rüşd’ün Aristoteles’e yakıştığını söylediği, “Allah kime hikmet vermişse, ona çok hayır verilmiştir.” ifadesi bu inayeti hatırlatır. Bu durumda doğuştan varlık bilgisine sahip olmamız bize metafizik yapma imkânının kapısını aralar, fakat bizi metafizikçi yapmaz. Buradan hareketle insan varlık hakkında bir saadet yolu inşa edebilir; kim edebilirse onun adı metafizikçidir! İnsanların bir kısmı metafizik ilminin vaat ettiği kesin bilgi ve ona uygun yaşamaya bizzat kendileri ulaşırken, bazı insanlar filozofu takip ederek bilgiye ulaşır. Fakat vakıa şudur ki, çoğu insan hiçbir zaman ulaşamaz; hatta böyle bir bilgeliğin düşmanı hâline gelerek hakikatin karşısına dikilir.
Söz konusu insanların metafizikle erişilen hakikate düşman olmalarını izah edebilecek tespit ise metafiziğin çelişkisini savunurken dikkate alacağımız ikinci husustur: Âdet ve alışkanlıkların insan üzerindeki baskısı! Filozoflar bu konuda çok karamsardır. Âdet ve alışkanlıklarımızın zihnimizi belirlemesiyle insan yaşadığı anın dışına çıkmak istemez, hatta onun kötü bir şey olabileceğini bile idrak edemez. Bir mağarada yaşayarak eşyanın gölgeleriyle yetinmenin konforu dışarıya çıkarak hakikatle yüzleşme cesaretini tüketir. İşte varlıkların gölgeleriyle yetinmeyi sağlayan konfor ile gerçekliğe ulaşmak için gösterilen cesaret arasındaki fark metafiziği ortaya çıkartır.
Din ve Hakikat Bilgisi: Kabiliyet Farkını Reddederek İnsanları Hakikatin Peşine Düşürmek!
Peki din burada nerede duruyor ve nasıl bir tavır benimsiyor? İnsanlar için din hiç kuşkusuz bir hakikat arayışıdır ve hatta şöyle diyebiliriz: Din bir hakikat bilgisidir. Meseleye hangi yönünden bakarsak bakalım bize bir mebde ve mead (baş ve son) yorumu sunar. Bu meyanda, her insanın en temel sorununun mebde ve mead merakı olduğunu verili olarak kabul eder. İnsan hangi sıkıntı ile mustarip olursa olsun, dine göre onun esas derdi mebde ve mead bilgisidir: “Dikkat edin, sadece Allah’ı zikretmekle kalpler mutmain olur.” bu anlama gelir. Cennetteki hayattan yeryüzüne ve oradaki hayattan tekrar cennete nasıl dönülebileceğine dair bütün insanların müşterek sorunundan söz ederek herkesi bir hikâye ekseninde toplar. Arada kabiliyet, yönelim ve istidat farkları ortadan kalkmıştır: İnsan olmak cihetiyle insan mebde ve mead bilgisini arayan yegâne varlıktır. Belki dinin insana en cazip gelen tarafı burasıdır: Metafizik ilminin kibirli seçkinciliğine karşı hikmetin herkesçe paylaşılabileceğini ve ona ulaşılabileceğini söylemek! Dinde “hikmet” veya “hakikat sevgisi”nin anlamı budur. Bunun cevabı öncelikle Tanrı’nın bizzat kendisidir. Bu durumda dinin sözünü ettiği hakikati idrak etmeden önce insanın “gölge” hâli yaşadığını düşünmek gerekir. O zaman dine göre insanlar hangi mağarada yaşar? Bu mağaradan çıkmak nasıl mümkün olacaktır? Onlardan önce çıkan biri varsa, mağaradan çıkan ile öteki insanların ilişkisi nasıl olacaktır? Öyle görünüyor ki ortada din ile metafiziğin insan ve hakikat ilişkisiyle ilgili sözlerinde şekilsel de olsa benzerlik vardır. Dinin hitabına bakınca insanlar arasında fark gözetmeden bütün insanları düşünmeye, akıllarını kullanmaya, ahlaklı olmaya ve mevcut durumlarını eleştirmeye sevk ettiğini görürüz. Dine göre insan hakikatin gölgesiyle yaşamak yerine kendisine ulaşmak için aklını kullanmalıdır. Bu meyanda hakikatin “gölgesi” bazen put, bazen batıl ve yanlış inanç, bazen süfli bir ahlaki hayat veya dünyevilik olabilir. Veya dünyadaki “acil” arzular insanın hakikate susamışlığını unutturan veya ona geçici bir haz veren “mağara” hayatının pratikleridir. İnsanın gerçek sorunlarını pratik ve geçici çözümlere sığınarak ertelediği, onlarla yüzleşmek yerine “kulak ardı” ettiği, hakikate kör ve sağır yaşadığı mağaradan çıkma cesareti göstererek geçici hazların sunduğu konforu bırakabilmesi dindar olabilmenin şartıdır. Zahitlik denilen şey, insanın içinde yaşadığı geçici konforun reddedilmesiyle yola çıkmak cesaretidir. Yola çıkmak mağarayı ve onun sunduğu her türlü hazzı terk edebilmek demektir.
Din bazı kabullerden hareket eder: Birincisi her insan mağaradan çıkmalıdır ve üstelik bu bir ütopya değildir: Herkes mağaradan çıkabilecek yeteneğe sahiptir. Bu nedenle insan yükümlü varlıktır. Teklif belirli bir ölçüde mağaradan çıkmakla insanı mesul tutmaktır. Her insan putları reddedecek, batıl ve yanlış Tanrı telakkisini elinin tersiyle itecek, geçici hazlara sırtını dönecek ve hakiki olana yönelecektir. Buraya kadar sorun yoktur. Fakat sorun şuradadır: Kim içinde bulunduğu durumu fark ederek mağaradan dışarı çıkabilecektir? Üstelik sadece bu kadar da değil: Hakikatin herkese yakın olduğu dinin vazgeçilmez ilkesidir. Bu yakınlık iki aşamada ele alınabilir: Birincisi hakikatin mutlak anlamda Allah ile özdeşleştiği noktadır. Allah her insana şahdamarından yakındır. Şahdamarından yakın iken insan nasıl O’ndan habersiz kalabilir ve bir mağarada yaşayabilir? İkinci mesele ise bu hakikat bilgisine göre yaşamaktır. Buna dinin öğretilerine göre yaşamak diyebiliriz. İnsan mağarada iken bu bilgiden uzak kalır; mağaranın dışına çıkması gerekecektir. Fakat bu bilgi de insana yabancı değildir: Dinde iyi anlamına gelen “maruf” her insanın aşina olduğu demektir. Burada ortaya çıkan paradoks şudur: Herkese şah damarından daha yakın olan hakikat (Allah) ile herkesin aşina olduğu hakikati takip etmek (şeriat) için yolumuz ne kadar uzaktır? Her insan hakikate hemen ve kendiliğinden ulaşabilmelidir. Bu özel bir kabiliyet gerekmediği gibi, bir filozofu takip etmek veya onun öğretisine göre yaşayarak hakikat ile arasında yeni bir mağara inşa etmeye gerek de olmamalıdır.
Nübüvvet Hakikat İle Aramızda Bir Aracılık Mıdır?
Hemen belirtelim ki, dinin öğretilerinden mantıksal olarak böyle bir netice çıkabilecekken din böyle bir düşünceye imkân vermez. Başka bir anlatımla her insan belirli bir ölçüde hakikate ulaşmakla mesul iken bunun doğrudan ve hemen olabileceğini kabul etmez. Çünkü Allah’ın bize yakın olması insanın nihai olarak yolculuğunu tezyif edecek, onun “hikmet sevgisi”ni ve hakikat arayışını boşa çıkartacak bir tembelliğin gerekçesi değildir. İnsan ile hakikat arasında yine de büyük bir mesafe vardır: Bunun birinci sebebi üzerimizdeki âdet ve alışkanlıkların baskısıdır. İkinci mesele ise aklımızın hakikate ulaşma hususundaki yetersizliğidir. Dinin bu bahiste getirdiği bilgi, metafiziğin bize söylediğinden tam aksi bir istikamette tezahür eder. Metafizikçiler bize, hakikat ötede bir yerdedir ve biz ona gidebiliriz –bir kısmımız– der. Din ise, hakikat size yakındır, fakat ona siz gidemezsiniz, onun size gelmesinden başka irtibat kurma yolu yoktur der. Hakikat, yani Allah pasif bir ilke veya nesne değildir. O mutlak hakikat ve hayatı inşa eden gerçek ilkedir. Onun insana ulaştığı veya insana kendini açtığı yol ise dini ortaya çıkartır. Bu durumda nübüvvetin dinde merkezde bulunması insan ile hakikat arasında bir aracının bulunması anlamına gelmez: Nübüvvet mutlak hakikatin fail olmasının neticesidir. Şayet nübüvvet bir insanın kişisel yetenek ve gayretiyle hakikate ulaşıp kutsal bilgiyi insana getirebilmesi anlamına gelseydi, felsefe -metafizik- ile din arasında fark kalmazdı. Her ikisi de hakikat ile aramızda bir vasıta koymuş, bizi hemcinsimiz gibi bir insana muhtaç ve mahkûm etmiş olurdu. Hâlbuki peygamber de dahil olmak üzere, hiçbir insan ilâhî davet olmadan mutlak hakikate ulaşamaz. Nübüvvetin bir imkân veya tercih değil, bir seçim ve lütuf olması bu demektir: Kimse hakikate kendisi ulaşamaz. İnsanın yeryüzündeki en büyük paradoksu budur: Şah damarından yakın olana O’nun davetinden başka yol olmaması! Binaenaleyh şu husus kesinleşmiştir: Nübüvvet hakikat ile aramızda bir vasıtadır, fakat bu vasıta peygamberin tercihi veya imkânıyla değil, ilâhî seçimin tensibi ve takdiri ile gerçekleşen bir vasıtadır. Bunu metafizik ile karşılaştırmak istersek şöyle diyeceğiz: Bir insan kendi imkânlarıyla mağaranın dışına çıkarsa ona filozof denir; bir insan ilâhî irade tarafından seçilip çıkartılırsa ve ona bir görev yüklenirse ona da nebi denilir. Aradaki temel fark filozof ve nebide hakikat bilgisinin gerçekleşme tarzındadır. Şimdi bunun üzerinde biraz daha duralım.
Peygamber Bize Ne Öğretir?
Hakikat ile insan arasındaki “vasıta” bahsini anlayabilmek ciddi bir tahlili gerektirir. Her şeyden önce ilk kabuller henüz ortadan kalkmış değildir: İnsan ile mutlak hakikatin ilişkisi şah damarından daha yakındır. Herkes O’nu kalbinde duyabilir ve herkes O’nun şeriatı anlamındaki bilgisel hakikate aşinadır (maruf). Bu meyanda dikkate değer ilk husus nübüvvetin bize getirebileceği bilginin mahiyetidir. Acaba nübüvvet bize hiçbir şekilde bilmediğimiz bilgileri mi getirir? Nübüvvet mutlak hakikate nasıl ulaşabileceğimizi gösteren ilâhî bir rehberliktir. Bu meyanda dinin söyledikleri ile metafiziğin iddiaları benzeşir. Dinî düşüncenin gelişimi metafizikle hesaplaşmadan bir ivme kazanmamıştı. İmam Gazâlî’nin dinî düşünce tarihindeki önemi buradan kaynaklanır. Metafiziğin temel iddialarını çürüterek dinî düşüncenin alanını açmak Gazâlî’ye haklı bir saygınlık kazandırmıştır. Gazâlî’nin ilk çürütmek istediği şey aklın hakikate ulaşmadaki imkânlarıdır. Akıl Tanrı’yı bilmek, evrensel doğruyu ve iyiyi idrakte yeterli olamaz. Bunlar bir peygamberin gelmesiyle öğrenilebilir. Şeklen bakılınca Gazâlî’nin burada bir aracılık tesis ettiği zannedilir ki, gerçekte durum böyle değildir. Çünkü peygamber bu bilgiyi kendisi getirmedi; o bu bilgiyi kendisi de bulmadı, idrak etmedi ve ortaya koymadı. Biz peygamberin bir başarısından söz edemeyiz: İlâhî bilgi ona geldi, onu seçti, o da bilgiye ilk iman eden oldu, sonra da onu insanlara emirle ulaştırdı. Demek ki hakikate ulaşmada peygamberin kendisi bir aracı değil, nübüvvet Allah’ın seçimine atıf yaparak özneyi hakikatin kendisi saymak demektir. Bu nokta anlaşılmadan kurabileceğimiz başka hiçbir cümle doğru olamaz. Nübüvvetin bu durumunu anlayabilmek için Hz. Peygamber’in vahiy karşısındaki durumunu tetkik etmek gerekir: Hz. Peygamber bir şey bekleyerek Hira’ya gitmemişti; zihninden geçirdiği bir planı veya hedefi de yoktu. Kendisine ansızın vahiy geldi ve bundan endişe duydu. İlk vahiy tecrübesinin anlatımları bunu gösterir. Demek ki vahiy peygamberin bir işi değildir ki vasıta olmak onunla ilgili bir durum olsun. Nübüvvete iman etmek, mağaradan çıkmamızın Allah’ın iradesiyle olabileceğini kabul etmemiz demektir. Bu durumda nebi ilk mağaradan çıkan veya uyanmış kişidir. Allah bir kişiyi uyandırdı ve ötekileri uyandırsın diye onu görevlendirdi. Gerçekte peygamber kendi kendine uyanmadı! Bu durumda peygamberin isimleri arasında “nezir”, “beşir” ve “münzir” varken nitelikleri ise “nur” ve benzeri kavramlarla anlatılır. Peygamber uyuyanları uyandırmakla görevli birisidir ve o herhangi birisi olabilir: Bu sadece seçime bağlıdır. Nübüvvet bir uyarıcılık görevinden ibarettir.
Acaba nübüvvet bize bilmediğimiz bilgiler mi öğretir, yoksa bildiğimizi tashih mi eder? Bu meyanda meseleyi iki açıdan ele alabiliriz: İlk olarak mutlak hakikat anlamında kullandığımız Tanrı hakkındaki bilgimizi ele alalım. Biz Tanrı’yı nübüvvetten mi öğreniriz, yoksa akılla onun varlığını bilebilir miyiz? Tanrı’nın varlığı nübüvvetten öğrenilmez. Müslüman bilim adamlarının önemli bir kısmı böyle düşünür. Mutezile kelamcıları hem nazar yöntemini savunan ekol hem zaruret fikrini benimseyenler olmak üzere böyle düşünür. Ehl-i sünnet kelamcıları bazı çelişkileri barındırsa bile en azından bunu reddetmez. İbnü’l-Arabi öncülüğündeki metafizikçiler zaten Tanrı’nın varlığını bir mesele olarak kabul etmez. Onlar için Tanrı’nın varlığı bir kaziyye-i müsellemedir (kabul edilmiş hükümdür). Müslüman filozoflar Tanrı’nın varlığını aklen ispatlanabilecek bir mesele olarak gördüler. Bu yönüyle Müslümanlar arasındaki görüşleri dikkate alınca kahir ekseriyetin Tanrı’nın varlığının nübüvvetten öğrenilebilecek mesele olarak görmediklerini söylemeliyiz. Zaten Tanrı ile insanın ilişkisini vahiy bilgisiyle sınırlamak mümkün olmazdı.
İkinci soru şudur: Acaba peygamber bize ahlakı öğretmek için gelmiş olabilir mi? Doğrusu bu hususta bizzat hadislerde geçen ifadelere baktığımızda, insanların ahlaka aşina olduklarını görebiliriz. Özellikle ayetlerde sürekli insanın hakikati bildiğiyle ilgili atıflar ve imalar vardır. Vakıa insanlar kaynağını bilemediğimiz bir şekilde iyi ahlaka aşinadırlar. Bunu Müslüman düşünürler metafiziği eleştirirken de dile getirirler. Onlar ahlakın kaynağını peygamberlere bağlasa bile, neticede insanlar ahlaka aşinadırlar, bunu herkes bilir. Öyleyse peygamberin öğrettiği adalet, merhamet, cömertlik, yardım severlik vb. bütün bireysel ve toplumsal ahlak kuralları hakkında insanların bir bilgisi zaten vardır. Peki peygamber insana ne getirir? Daha doğrusu Allah peygamber ile neyi gönderir?
Allah peygamberiyle iki şeyi gönderir: Birincisi bilginin tashih edilmesini sağlar, ikincisi ise onu tamamlar. Nübüvvetin öncelikli gayesi budur. Biz bize Allah’tan davet gelmeden bilgimizi tashih edemeyiz. Bilgimizin doğru olup olmadığını test edebilme imkânımız sadece nübüvvettir. Bu nedenle nübüvvet bir terazidir. İkincisi ise Allah, peygamberi ile bilgilerimizi tamamlar ve bize eksikleri gösterir; yine Allah gösterir, ancak peygamberin üzerinden gösterir. Dinde bilginin tamamlanması da, tashih edilmesi de çok önemli merhalelerdir. Her ikisi de ancak peygamberle gönderilen bilgiyle mümkün olabilir, başka türlüsü mümkün değildir. Allah bizzat peygamberinin bilgisini tamamlamış ve tashih etmiştir. Hz. Peygamber, “Bana Rabbim edep öğretti, ne güzel de öğretti.” derken bunu beyan eder. İkincisi Hz. Peygamber, “Tamamlamak üzere gönderildim.” der. Ahlakı tamamlamak iki şekildedir: Birincisi bilinen ahlakı âdet ve alışkanlıklardan kurtararak niyet ve ihlasla Allah’a bağlamak gerekir. Bu sayede ahlak bizi Allah’a götüren yol hâline gelir. Bunu ancak Allah bir peygamberi vasıtasıyla bize öğretebilir. İkincisi ise ahlakın kapsamının genişlemesiyle tamamlanmasıdır. Bu ise ahlakı kabileci ahlak anlayışından evrensel ahlaka çıkartmak demektir ki bu da nübüvvetle bize gelen bir inayettir.