İLHAMİ ATALAY İLE KALPTEN KABİL OLANA YOLCULUK
Abdürrahim Ayar
İlhami Atalay 17 Ekim 1948’de Artvin’in Arhavi kazasında dünyaya geldi. 1972’de İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdi. Aynı yıl Almanya’da ihtisas bursu kazandı. 1973-1978 yılları arasında Berlin Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ve Tatbiki Sanatlar Akademisi’nde resim ve duvar halıcılığı alanlarında ihtisas yaptı. 1975’te Fransa’da, 1976’da İsviçre ve İspanya’da, 1977’de İngiltere’de resim, tekstil objesi ve duvar halısı alanlarında araştırma ve incelemelerde bulundu. 1978’de yurda döndü. Zorunlu hizmet nedeniyle çeşitli devlet görevlerinde bulundu. 1981’de Isparta Sümerbank Halıcılık Müessesesi’nde desinatör olarak çalışırken sakalı olduğu için memuriyetine son verildi. 1981-1983 yıllarında Isparta’da serbest halı desinatörü olarak çalıştı. 1983’te İstanbul’a döndü ve yeniden resim çalışmalarına başladı. 1984’te Sultanahmet semtinde İlhami Atalay Sanat Galerisi’ni açtı ve talebe yetiştirdi. Dinamizm Grubu’nu kurdu. Eserleri dünyanın birçok ülkesindeki çeşitli koleksiyonlarda yer almaktadır.
Eskiler “maderzat” diye bir tabir kullanırlardı. Anadan doğma anlamında… Sizin resim sanatıyla olan alakanız bu tabiri hatırlattı bana.
Resme çocukluğumun çok erken yaşlarından itibaren başladım. Sanatkâr, doğuştan sanatkâr olarak doğar. Yani Allah’tan kabiliyetli olarak doğar. Sanatkâr olmak için Allah vergisi kabiliyet şart. Ondan sonra aşk gelir. Yani kabiliyetle beraber bir aşk varsa sanatkâr olursunuz. Aşkınız varsa aşkınızı ilan etmeniz gerekir. Ki ondan sonra başınıza gelecek belalara, sıkıntılara katlanasınız. Yani aşık olanın başına musibetler gelecek demektir. Onları göğüslemek gerekiyor. O çileleri çekmek lazım. Allah vergisi kabiliyet, eğitim, üretim, aşk ve heyecanı yüksek düzeyde tutmak…
Sizin sanat damarınızı besleyen neydi?
Allah size bir kabiliyet verdiyse o kabiliyet mutlaka kendini bir şekilde gösterecektir. Köpek havlamadan duramaz, ördek hemen yüzer, kuluçkadan çıkan civciv eşelenmeye başlar. Kedinin fareyi yakalama istidadı doğuştandır. Kedi fare yakalamayı sonradan öğrenmiyor. Demek ki kabiliyetin bir gücü var. Bu gücün önüne baraj yapsanız sel olur, üzerinden akar, gider. Kabiliyetin önünü kesmemek lazım; ona yol göstermek lazım. Tabii Allah vergisi dedik. Allah kişiye kudret vermezse bir şey yapma gücünü kişi nereden bulsun ki? Allah görme kudretini vermezse neyle göreceksin? Allah bu parmakları vermezse neyle yapacaksın?
Bu istidadınızı ilk kez keşfetmeniz nasıl oldu?
Küçük yaşlarımdan itibaren, henüz 5-6 yaşlarımdan itibaren “Ben ressam olacağım.” diyordum. Hiçbir ressamın, sanatkârın, müzenin vs. olmadığı bir ortamda… Sanat yok, sanatkâr yok ortalıkta. O ortamda hep bunu söyledim. Ama ailem bunu hiçbir zaman ciddiye almıyordu. Babam kızıyordu bana ve yaptığım resimleri yakıyor, yok ediyordu. “Ne olacak bu çocuğun hâli?” diye anneme soruyor; “Mühendis olacaksın, mimar olacaksın!” diyordu. Kabiliyetimi ortaya koyma ısrarım ileri yaşlarımda da devam etti. Ortaokul ve lisede yaptığım resimler elden ele dolaşıyor; öğretmenler odasının duvarlarına asılıyordu. Çevremdekiler resimlerimi birbirilerine hediye ediyor; evlerine asıyorlardı. Ortaokul sıralarında sınıf arkadaşlarım portre resimlerini çizdiriyorlardı bana. Resim ödevlerini bana yaptırıyorlardı. Resim dosyalarımı benden izinsiz, gizlice alıp kendi adlarına öğretmenlere takdim edenler oluyordu. Henüz o yaşlarımda ev ortamımızı sanat galerisine çevirmiştim. Lisedeki hocam, benim ileride büyük bir sanatkâr olacağımı ifade ederek beni Sanat ve Sanatçılar Dergisi’ne abone yapmıştı. Tuval bulmak ne mümkün! Şeker çuvallarına bezir yağını çekip onlardan tablolar yaptım. Sonradan o tabloları almaya utanmıştım. Daha sonraki yıllarımda akademiyi bitirince onların kıymetini anladım. Düşünün ki, o tablolar benim klasik eserlerimdi. Adamlar bu tablolarımı almışlar çerçeve parasına kıyamamış kendilerince belli yerlerini kesip, kırpmışlar öyle çerçevelemişler. Cam ve çerçeveden tasarruf etmek için resimlerin belli yerlerini kesip tablo yapmışlar.
Sanatınızı icra edişiniz, eserleriniz, yakaladığınız kompozisyonlar isminizle müsemma oluşunuzun açık tescili gibi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bir yakınım kaza geçirmiş ve vefat etmişti. Cerrahpaşa Hastanesi morgundaydı. Oraya gitmiştim. Otopsi bölümünde, kafatasından çıkarılmış bir insan beyni gördüm. “Allah” dedim. “Bu ne muazzam, ne müthiş bir obje!” Doktorlara, “Bunun tablosunu yapmam lazım.” dedim. “Yap tabii ama burada fazla bekletemeyiz.” dediler. Fotoğrafını çektim ve daha sonra bir kompozisyon oluşturdum. İnsanlar büyük düşünsün, derin düşünsün, geniş düşünsün, iyi düşünsün diye 1,65 boyunda büyük bir beyin tablosu yaptım. İnsanların beyin deyip geçtiği şeyin kocaman tablosunu yapmıştım. İnsanların gözüne sokar gibi de üst kısmına Osmanlıca, “Bu aklın yaptığına şaşmak akıl değildir, akıllar yaratan aklı bilmeyen akıl, akıl değildir.” yazdım. Böyle yazdım ki hakikat anlaşılsın. Büyük düşündürmekti niyetim. Ama ne oldu? Genç kızlar, sevgililerine “sende olmayan şey” notuyla bunun minyatürünü hediye ettiler. Evet, malumdur ki, ilhamın ne zaman geleceği belli olmaz. Herhangi bir yerde, bir şeyle karşılaşırsın, hemen o anda o tablo senin kalbinde bitiverir. Tablonun tuvale düşmesi içinse uygun bir ortam ve biraz hazırlık kâfidir.
İlhamla beraber tablonun kalbinizde yer etmesini, tamamlanmasını biraz daha açar mısınız?
İlham kalbe doğar. Beş duyu organına, dimağın beş duyusu da eklenir ve kalp 10 kuvvete hükmeder. Ve tablo kalpte şekillenir; kalpte tamamlanmış olur.
Dışarıdan bakan bizler için eksik kalmış vehmi uyandıran bir tablo aslında…
Aslında tablo hep eksiktir zaten… İnsanoğlu eksiktir. İnsanoğlunun mükemmel bir şey yapması mümkün değildir. İnsanoğlu eksik olduğu için yaptığı şey de eksik olacaktır. Tablo tuvalde bitmez yani… Kalpteki tasavvur, yapılmış olandan her zaman daha mükemmeldir. Hem zaten kimyasal bir madde ile ifade edilebilmiş kadardır tuvaldeki…
Hamsi gözlerinden ilham almış ve bundan bir seri resim yapmışsınız…
Hamsileri temizledikten sonra kafaları yan yana dizilmiş vaziyetteydi. Gözleri beşgen bir şekilde göründü bana. Ve sadece bu imgeyi senelerce çalıştım. 1971’den 2011 yılına kadar sürdü hamsi gözlerini yorumlamam. Ve bu yorumlamalarımdan bambaşka bir tarz, geometrik bir stil çıktı ortaya. Gören bazı turistler, “Bunlar Sultanahmet camisinin kapısına benziyor.” dediler. O motiflerle Selçuklu ahşap oymaları arasında bağlantı kuranlar oldu. Kendi kendime “Haa, demek ben gerçek İslam sanatını icra ediyormuşum.” dedim. Selçuklu ahşap oymaları, kündekari, sedef kakmacılıktaki beşgenlerin simetrik açılımı vardır. Bende gelişen yorum ise asimetrik dengede, sonsuza kadar serbest bir tarzdı. Yeni yollar böyle keşfedilir. Ben yolların tükendiğine inanmıyorum. İlham veren Allah’ın bize böyle yeni yollar açacağına inanıyorum.
Yunus Emre hazretlerinin bir şiiri de ilham kaynağınız olmuş. Hangi şiirdi bu ve bu ilhamın hikâyesini lütfeder misiniz?
Liseden yeni mezun olduğumda akademiyi kazanmış olmama rağmen babamın rızası olmamıştı. Ben de duruma kızmış ve memlekete dönmemek için İzmit’te yedek öğretmenliğe başlamıştım. -Babamın itirazı da şu şekilde gelişmişti. Babam okula gitmiş ve okulun atölyelerini dolaşırken çıplak modelden çalışma yapılan bir atölyeye girmiş. Tabii babam böyle okul mu olur, burası nasıl eğitim yuvası diye öfkeden çılgına dönmüştü. Bu hadiseden sonra akademiye kaydolmama gönlü razı olmadı.- Öğretmenlik yaptığım yerde elime Yunus Emre’nin bir divan kitabı geçti. Orada rastladığım bir şiirde Yunus Emre insan vücuduna dair bir tasvirde bulunuyordu:
İş bu vücud şehrine
Her dem giresim gelir
İçindeki sultanın
Yüzün göresim gelir
Kapısında var yüz bin çeri
Aşk kılıcın kuşanıp
Cümle kırasım gelir…
Hırs ordusundan bahsediyor, mide ordusundan bahsediyor, şehvet ordusundan… Şiiri okurken vücut âdeta bir savaş meydanına döndü zihnimde. Tablo canlandı zihnimde ama ortam yok, malzeme yok, onu gerçekleştirmek için şartlar yok. Henüz resim karalamaları yapan lise mezunu bir çocuğum. Aradan seneler geçti. 1973 sonbaharında Berlin Devlet Güzel Sanatlar Akademisi bir imtihan açmıştı. Ben de o imtihana katılıyorum. İmtihanda 2,25 metre uzunluğunda, 1 metre genişliğinde bir ölçü verildi bize. İmtihan olarak bu tablonun içini bir kompozisyonla doldurmamız istendi. Dar ve uzun bir ölçü… Çevremdeki öğrenciler tablonun sadece belli bir kısmını çalışıp teslim etme başladılar. 2 saat süremiz var. Ben bir saat boyunca hiçbir şey yapamamıştım, sadece düşünüyordum. Gözetmen hoca Türk olmama göndermeler yaparak bir şeyler söyleniyor yanımdan geçerken. “Siz Türkler hep böyle düşünür kalırsınız.” vs. diyor. Bir an resim yapacağımız kâğıdı yere serdim ve can çekişen bir insan pozisyonunda kâğıdın üzerine uzandım. Oradaki bir öğrenciden de vücut sınırlarımı kâğıda çizmesini rica ettim. Aklıma, yıllar önce okuduğum Yunus Emre’nin o şiiri gelmişti. Şiiri okurken zihnimde canlanan vücuttaki savaş sahnesini o vakit kâğıda dökmeye başladım. Hoca ve talebeler başıma toplanmış beni izliyorlardı. İnsan vücudunda bir savaş tablosu çıktı ortaya. Ertesi gün, değerlendirme sonrası, yaptığım tabloyu akademinin girişindeki asma kattan aşağıya sarkıtılmış olarak gördüm. Diğer öğrencilere ilham olması amacıyla 1-1,5 ay orada sergilendi tablom.
Batı’daki resim sanatı anlayışından sizin ayrıldığınız noktalar?
Biz tabiatı olduğu gibi kopya etmeye çalışmıyoruz. Kopya etmeye çalışmak Avrupa’nın kültüründe var, bizde yok. İş Allah’ın kudretine, yaratıcı kudretine, onun mükemmeliyetine imanla başlıyor. Böyle bir yanılgıya düşmek söz konusu olamaz. Tabiatla bir yarışımız olamaz. Bir portakalın rengini hiçbir kimyasal veremez. Sadece renginden bahsediyorum. Kokusu var, tadı var vs. vs. Yani kâinatta yaratılmış olan her şey bize ilham olarak, ayet olarak geliyor. Ama biz onun az bir kısmını dile getirebilmekteyiz. Bu bağlamda biz Müslüman sanatkârların başka bir bakış açısı geliştirmeleri gerekmektedir. Yani o, nesneleri olduğundan farklı görmeye çalışmalı. Müslüman sanatçı tabiatla yarışmaya soyunmamalı. Önüne elma, armut koyup aynısını kopya etmeye çalışmaması lazım. Naturmort ölü tabiat demektir. Ölü tabiatı resmetmek Avrupalılara has bir durumdur. Biz tabiatı canlı kabul ediyoruz; öldürüp sonra da resmini yapmıyoruz.
“Bizde renkler berrak, canlı ve birbirini öldürmez, boğmaz.” diyorsunuz.
Bizim halılarımız, kilimlerimiz, minyatürlerimiz sanatımızın evrensel ürünleri… Mesela bir halının göbeği lacivertse zeminin ya kırmızı olması lazım, ya beyaz olması lazım ya da deve tüyü olması lazım.
Bu teorik bir kural mı, yoksa fıtri olarak gelişen bir yaklaşım mı?
Kültürümüzde resim yasaklanmışsa da Müslümanlar kendi aralarında boya tekniklerini, armonilerini kendi anlayışlarınca geliştirmişlerdir. Bu tecrübeyle, zamanla kazanılmıştır. Bizde bir renk diğerini gölgelemez. Her renk yanındaki rengi gösterecek şekilde seçilir. Minyatürümüzde bir renk diğerine bulaşmaz. Ama Batı kültüründe abraj makbuldür. Bizde abraj diye bir kelime de yoktur. Bulanık anlamında Fransızca bir kelimedir abraj. Bizde bulanıklık yoktur, berraklık vardır. Saf renkler, ana renkler vardır. Kırmızının yanında yeşil olur mesela. Yeşilin yanında sarı olur… Birbirini gösterecek renkler seçilir. Ruhumla, içimden geldiği gibi yapıyorum resmi ve renkler böyle çıkıyor ortaya. Minyatürlerimizde renkler hep birbirini gösterir durumdadır. Renkler birbirini boğmaz, ezmez… İslam kardeşliği gibi birbirini destekleyen bir armoni… Haset yok, fitne yok… Kilimlerimizde de görürüz bu uyumu. 90 yaşındaki bir nene de bilir bunu. “Evladım, bu renk şu rengi boğar, sen şu rengi seç!” der. Bu uyumun bozulması, kaybolması hayatın diğer alanlarına da sirayet eder. Bakın, İstanbul’un silüetini bozan çarpık yapılaşmayı konuşuyoruz şimdi. İnsanların ışığını, güneşini, havasını, manzarasını kesmeye kimin ne hakkı var?
Çizdiğiniz resimlerin içindeki büyük resimden bahseder misiniz biraz?
Biz en büyük sanatkârı Allah olarak tanımışız. Yoktan var edici, malzemesiz yaratıcı, emsalsiz, kusursuz, mükemmel yaratıcı O. Allah musavvirdir. Bir anlamda ressamdır yani. Allah’ın bir ismi de ressamdır. Şimdi bir kısım İslam uleması resme haram diyerek bu kabiliyeti yok sayıyor. “Ressamların yeri cehennemdir.” diyor verdikleri fetvalar. Hiç kimse cehenneme gitmek istemeyeceğinden İslam ümmeti içinde bu alanda sanatkâr da doğmayacaktır elbette. Defalarca vazgeçtim resim yapmaktan. Kenara çekildiğim kimi zamanlar “benim resim yapmamamın günah olacağını” ifade eden din âlimleri de oldu. Müslümanlara yapıştırılmaya çalışılan bir imaj var. Müslümanların sanatla ilgisi, alakası yoktur ve Müslümanlar sanatsız yaşama tercihinde gibi bir anlayış… Bakınız Müslümanlar şimdi de İslamafobi kavramıyla dünya gündeminde. Müslümanları kaba, vahşi, canavar olarak göstermeye çalışıyorlar. İslam düşmanlarının istediği şu ki; Müslümanlar sanatla uğraşmasın, estetikten anlamasın, kaba, ruhsuz, zevksiz bir topluluk olsunlar. Hâlbuki sanatsız bir millet, milletsiz de bir sanat yoktur. Bunlar birbirlerini tamamlayan unsurlardır. Dünya tarihinde sanatsız hiçbir millet yoktur. Tenha bir dağ başında, bir uçurum kenarında Allah bir menekşe yaratır. Ve onu harikulade bir güzellikte yaratır. Sanatkârlığın özü budur. Sanatkârlıkta hile olmaz. Bütün kâinat büyük sanatkârın mükemmel bir tablosu olarak tezahür etmektedir. Hiçbir şey yok iken Allah’ın kendisi vardı. Allah kendi nurundan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in nurunu yarattı. Ona olan muhabbetine de bu kâinatı ve ruhlar âlemini yarattı. Görüldüğü üzere, sanatın kaynağı aşktır. Aşkın sırrı da güzellikte yatıyor. İnsan da güzelliğe meftundur. Çünkü Âdem (a.s.)’ın DNA’sında altın oran vardır. Güzelliğe istidadı vardır insanın. İnsanın yaradılışında Allah’ın subuti sıfatlarının tecelliyatı var. Resimlerimdeki büyük resim budur.
Gençlik yıllarınızda gittiğiniz Almanya’da asistanlık teklifini reddederek Türkiye’ye döndünüz. Almanya’da kalmış olsaydınız yaptığınız resimlerdeki renk ve desenler, çalıştığınız temalar yine böyle mi olacaktı?
Hayır. İlham içinde bulunduğunuz dünyaya göre değişiyor. Herkes kendi coğrafyasının sanatkârıdır. Zürafa çizmek için Afrika’da yaşıyor olmak lazım. Çünkü zürafayı en iyi Afrikalı biri tanır. Avrupa’da buz hokeyi ilham kaynağım oluyorken geldiğim Isparta’da, Kütahya’da dikilen şalvarlar, Anadolu insanın yaşayış tarzı ilham kaynağım olmaya başladı. Londra’da bulunduğum yıllar Asur Kabartmaları’ndan etkilendim ve çok sayıda tarihî resim yaptım.
Resmi düşünen kişi midir ressam?
Evet, bana ilham olan duyguların ruhumda yoğrulmasıyla tabloya yansıyan hâlidir resimlerim. Sanatkâr demek duygu, heyecan, enerji yüklü insan demektir. Çizgiler insanın karakterini yansıtır. Herkesin çizgisi kendisine benzer. Parmak izi gibi farklılık gösterir insanın çizgisi de. Ben ölsem bile benim çizgilerim ruhumun canlı örnekleri olduğu için insanları etkilemeye devam edecektir. Benim resimlerimden, sanatımdan etkilenen kişi benimle yaşamış gibidir.
Zenginliğinizi en çok besleyen damar nedir? Anadolu, coğrafya, tasavvuf, gündelik hayat…
Koskoca bir kültür birikimi var tabii. Bu milletin örfünden, ananesinden, renklerinden, yaşayışından, coğrafyasından, havasından, tasavvufundan, irfanından, her şeyinden besleniyorum elbette. Öfkeyle tabloya düşen resimler var, hüzünle tabloya düşenler var…
Batılı sanatkârlardan kendinize yakın bulduklarınız var mı?
Son asra baktığımızda Batılı ressamlardan soyut çalışanların İslam düşüncesine yaklaştıklarını görürüz. Yani skolastik Hristiyan düşüncesinden, tapınılmak amaçlı put resimlerden vazgeçtiler. Empresyonistler önce tabiata yöneldi, abstrak empresyonistler biliçaltına yöneldi. Derken, Müslümanların yapması gereken soyut resimleri onlar yapmaya başladı. Niye Müslümanların yapması gereken diyorum? Çünkü İslam inancının ürünlerinin de soyut olması gerekir. Soyut inancın tablosunun da soyut olması gerekir. Avrupalı da hakikati bulmak için bir mücadele veriyor aslında. Avrupa’da yaşayan insanlarımız kendi aralarındaki çekişmelerle vakit kaybetmemeli. Onlar da asıl mücadeleyi hakikati bulma yolunda göstermelidirler. Bu gerçeği orada bir süre yaşayıp Türkiye’ye dönünce daha iyi anladım. Enerjimizi oralarda günlük çekişmelerle harcadığımızı fark ettim.
Bir ekol olma, bir akım oluşturma noktasında dinamizm kavramını seslendirdiniz…
Gerek felsefi gerek düşünce açısından yeni bir heyecan ve hareketi amaçlıyordum. Bunun manifestosunu da hazırladım. Manifestoda akademik eğitimin çarpıklıklarına, yanlışlıklarına dikkat çekiyordum. Tabii bu durum birilerini rahatsız etti ve manifestoyu dile getireceğim sergim kapandı. Birlik olup yeni şeyler yapmak, yeni şeyler söylemek lazım. Farklılığımız olsun. Biz farklıyız ve sanatımızda bu farklılığı ortaya koyabilelim. Kavramsal sanat belli inanç ve ideolojilerin tekelinde devam ediyor. Sanat adına şişirilmiş, abartılmış bir sürü tantana…
Doğu’da resim sanatının gelişimini nasıl buluyorsunuz?
Minyatür ya da geleneksel resim kendi içinde bir aşama kat edemiyor maalesef, tıkanmış durumda. Geleneksel resim yeniliğe müsaade etmiyor. Bizim yenilikçi olmamız lazım. Sanatın kendisini yenilemesi lazım. Sanatkârın yeniliğe açık olması lazım. Şu an Hüsrev ile Şirin’in minyatürünü yapma zamanı değil. Şu an bizim minyatürcüler 16. yüzyıldaki padişahın aslan avı sahnesini kopyalıyor. Zaman ve çağ değişmiş; aslanı rüyanda bile gördüğün yok. O çağda yaşamıyoruz ki! Sanatkâr zamanının, çağının ürününü vermek zorunda. Minyatürün renklerinden, figürlerinden yararlanarak 10-15 sene süren modern bir seri yaptım. Bu çalışmalarda sonsuzluğu ele aldım, hareketliliği ele aldım. Yani minyatürü yorumlayarak bir açılım yaptım. Sanatta kısır döngü olmamalı. Sümerbank çalışanı olarak Isparta’ya sürüldüğüm zamanda da yaşadım bunu. Halı, kilim desenleri çalışıyordum. Yeni motifler oluşturabilmek için ormandan, kırlardan çeşitli bitkileri, çiçekleri toplayıp iş yerime getiriyordum. Çeşitli otlar; hanımeli, aslanağzı, zambak… Kurumun yöneticisi masamdaki bu numuneleri toplayıp çöpe atardı. Bir gün bu durumu oradaki yöneticiye sordum. Yönetici bana, “Deve dikeninden halı modeli yapmaya kalkmışsın, insan hiç dikene basar mı?” dedi. Çam kozalağından halıya göbek motifi yapmışım. Kozalağa hiç basılır mıymış? Yenilik istemediklerini, eskiyi devam ettirmek istediklerini ifade etti. Hasılı ne yapıyorum şimdi ben? Bir atölyem yok. Çiftliğimdeyim, diktiğim meyve ağaçlarıyla ilgileniyorum, beslediğim tavukları tilkilere karşı korumaya çalışıyorum, bahçedeki köstebeklerle uğraşıyorum.
Son olarak, gönlünüze soruyorum: Günah mı resim yapmak?
Ben sanatımı ibadet yapar gibi icra ediyorum. Bir çiçeği resmederken Allah’ı anıyorum. Çiçekteki her bir noktayı işlemek bir zikre dönüşüyor bende. Bir ağacın, çiçeklerini açarkenki zikrini görüyorum, duyuyorum ben. Sanatımı icra ederken Allah’ı daha yakından müşahede ediyorum. O’nun kudretine yakından tanıklık ediyorum. Bu hâl fıkıh normlarıyla izah edilir bir durum değildir.