Cerîde-i Sûfiyye’den TASAVVUF İLMİ
Semih Ceyhan*

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Sabah Ülkesi’nin 51. sayısında “Şeyh Reşîd-i Bağdâdî” künyeli, hakkında kesin bilgilere ulaşamadığımız bir zatın Cerîde-i Sûfiyye dergisinde yayınladığı “Vahdet-i Vücûd” başlıklı yazısına yer vermiştik. Şimdi ise aynı müellifin “İlm-i Tasavvuf I-II” başlıklı iki yazısını mümkün olduğunca günümüz Türkçesine aktarılmış olarak aşağıdaki sütunlarda okuyacaksınız. Bundan tam yüz yıl önce, 1917 yılında kaleme alınan ve derginin peş peşe iki sayısında neşredilen yazılar, tasavvuf ilminin temel hususiyetlerini, tevhit doktrinine dair temel kavramlarını veciz ama bir o kadar da vurgulu bir şekilde dile getirmektedir. Yazara göre, her şeyden öte tasavvuf bir hâl ilmidir ve mürşit nefesi olmaksızın tasavvufi inceliklerin kemaliyle anlaşılması imkânsızdır. Bununla birlikte tasavvuf yoluna meyyal olanlara ve sevenlere varlık ve seyru sülûk mertebelerini, sufi terminolojiyi aktarmak faydadan asla hâlî değildir.

    İLM-İ TASAVVUF
    I. Malumudur ki, her bir sanat ve ilmin kendine mahsus ilkeleri ve kavramları vardır. Bunlar bilinmedikçe ilmin kaynağına ve kökenine ulaşmak mümkün değildir. Mesela bir kimse sarf ve nahiv ilimlerini bilmezse Arap dili ve edebiyatına layıkıyla vakıf olamaz. Aynı şekilde bir kimse tasavvuf ilminin ilkelerini ve terimlerini bilirse okuduğu tasavvuf metinlerini bir dereceye kadar anlayabilir. Ancak bu kimse sadece terimleri bilmekle tasavvuf ilminde yetkinleşemez. Zira tasavvuf ilmi diğer ilimler gibi değildir. Bu ilmin derinliğine, kaynağına ve kökenine ulaşabilmek için tasavvuf terimlerine vakıf olmanın yanı sıra sufi zevk, tecrübe ve müşahede de gereklidir. Tasavvuf kişiden bunu talep eder. Bir kimsenin zevk ve mükâşefesi olmazsa, sufilerin kitaplarını bin yıl okusa ve mütalaa etse, manevi açıdan hiçbir fayda elde edemez.

    Zira “Bizim uğrumuzda cihat edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz.” (Ankebût suresi, 29:69) ayeti uyarınca tasavvuf ilminin hakikatlerini idrak etmek için ilmin sebeplerine yapışmak gerekir. Tasavvuf ilminin sebepleri ise üç şarta dayanır: 1. Hizmet; 2. Doğru inanç; 3. Mürşid nefesi. Bu üç şartın tümü bir arada bulunduktan sonra, manevi olgunluğa tam olarak ulaşabilmek için şu üç sebebe yapışmak gerekir: 1. İslami ilimleri tahsil etmek; 2. Evlâd-ı Resûl’den olmak; 3. Zekâ gücüne sahip olmak. Bu üç sebepten birincisi ve ikincisi kişide yoksa, yalnızca üçüncüsü, yani zekâ gücü ve hâl düzgünlüğü varsa kişinin tasavvuf yolunda, yani tarikatta terakki etmesi ve ilerlemesi yine de mümkündür. Nitekim tasavvuf tarihinde bu duruma çokça rastlanır. Şu da var ki, “Erkek, kadının iki katı kadar pay alır.” (Nisâ suresi, 4:11) ayetindeki işaret gereği, böyle bir zata kadın misali bir hisse düşer. Diğer bir tabirle derviş “kâmil” olmakla birlikte “ekmel”, yani başkalarını kemale erdiren kimse olamaz. Bu kaide, usul gereği seyru sülûkta caridir. Bunun aksine, “Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bir lütuftur.” (Mâide suresi, 5:54) ayetinin manasınca, ilim tahsil etmemiş bazı ümmi kimseler de vardır ki, hem kâmil hem de başkalarını kemale erdiren ekmel ve mükemmil sufiler zümresinden olmuşlardır. Hatta içlerinden kutupluk mertebesine ulaşanlar, zahirî ve bâtıni ilimlerde pek çok kitap kaleme alanlar da çıkmıştır. Bu türden ümmi mürşitler, halkın pek teveccüh ettiği Molla Abdurrahman-ı Câmî’nin (ö. 898/1492) Nefehâtü’l-üns adlı eserinin çeşitli yerlerinde söz konusu edilmiştir. Mesela Nefehât’ta, Ahmed-i Nâmekî el-Câmî’ye (k.s.) (ö. 536/1141) 300 bin kişinin intisap ettiği, kendisinin ümmi olduğu hâlde sayısız kitaplar yazdığı, bu kitaplara hiçbir âlim ve hikmet ehlinin itiraz etmediği yazılıdır.1 Ebu’l-vefâ İbn Akîl el-Kerderî (ö. 513/1119) bir diğer örnektir. Âlimlerden bazıları onu zorlayarak vaazda bulunmasını ondan talep ederler. İbn Akîl rüyasında fahr-i kâinat Efendimiz (s.a.v.)’in nefeslerine mazhar olur. Bunun üzerine Kur’an tefsirine ve ilim tahkikine yönelip ümmi bir zat iken asrının en büyük Hanbeli âlimlerinden biri hâline gelir.

    Hasılı yukarıda zikredilen üç şart (hizmet, doğru inanç, mürşit nefesi) ile üç sebebin (İslami ilimler tahsili, seyyid olmak, zekâ gücü) sermayesi “Allah’ın huzurunda takva sahibi olun ki Allah da size her şeyi hakkıyla öğretsin.” (Bakara suresi, 2:282) ayeti gereğince son derece takvalı olmak, şüphe ve haramlardan uzak durmaktır.

    Mürşit nefesine mazhar olmayan kimse yukarıda sayılan bütün şart ve sebepleri kendisinde bir araya getirse de bunların tesirini müşahede edemez. Zira zikredilen şartların en ziyade tesirlisi mürşidin nefesidir. Mürşit nefesi kamçı gibidir. Bir uyuşuk beygirin yürümeye mecali yoksa kamçının ona faydası olmayacaktır. Çünkü mürşidin himmeti dervişin gayretine bağlıdır.

    Hakikat yolunda menzil kat etmek zor bir iştir. Nefs-i emmâre sahipleri bu zor yolda kendilerine zahmet ve meşakkat vermek istemediklerinden, hakikatler bilgisi pek çok gönlün derununda inci misali gizli kalır; yola ehil olmayanlar nezdinde kadri bilinmeyerek gönülde garip ve bigâne düşer, tasavvuf yoluna muhip olanların nazarında mana gelinleri ve rabbani hakikatler zulmânî ve nûrânî hicapların arkasında kalakalır.

    Tasavvuf ilmi diğer ilimler gibi öğretime dayalı değildir. Tasavvuf ilmine dair hakikatleri, içten dışa, gönülden söze çıkararak zevk ve keşiften uzak kişilere anlatacak bir muallim ve mürşit bulmak çok zordur. Zira gayp bilgilerinin dervişin kalbinde hasıl olması –az önce belirtildiği üzere– son derece vefalı, takvalı, gayretli olmaya ve mürşit nefesinin varlığına bağlıdır. Buna tasavvufta “hâl” denilir ki, hâl Allah’ın kula bir ihsanıdır ve hâl söze sığmaz.

    Hâlihazırda asrımız bütün ilim ve sanatların intişar ve tahsiline müsait olduğundan –tasavvuf ilmini gereği gibi söz ve yazıyla anlatabilmek mümkün değilse de– hakikat bilgisine teşne olan kimseleri kapasiteleri oranında susuz bırakmamak ve suya kandırmak lazımdır. Sufilerin seyru sülûk mertebelerini ve tasavvuf terminolojisini sırası geldikçe izah etmek, bu minvalde tasavvufu sevenlerin ve erenler yoluna girmeye kabiliyetli olanların şevk ve gayretlerini artırmak, zevki ve tecrübesi oranında tasavvuf ilmine agâh olanların boyunlarının borcudur. İşte bendeniz de bundan dolayı Cerîde-i Sûfiyye’ye zaman zaman bu çerçevede yazı göndermeye kendimi mecbur hissettim.

    Tasavvuf ilmini seven bazı kimseler her ne kadar yazılarımızda ortaya koyduğumuz izahlarımızı hâlihazırda layıkıyla anlayamazlarsa da zaman geçtikçe kendi istidatları oranında bir derinlik ortaya çıktıkça daha önceden tasavvuf ilmiyle aralarındaki idraksizlik perdeleri zail olacak ve anlayış kapasiteleri miktarınca tasavvufu anlamaya başlayacaklardır. Anlayamadıkları meselelerin sıkı mücahede ve doğru bir mükâşefe olmadıkça anlaşılamayacağını idrak ederek müsterih olacaklardır. Bununla birlikte anlamak için paçaları sıvayarak yola koyulacaklar ve gayretkeş olacaklardır.

    Fakirin maksadı marifetullah yolunda hayırlı bir hizmette bulunmaktır. Hakikat ehli sufi büyükler bazı eserlerinde, “Tasavvuf kitaplarını anlayamayarak okuyan ve mütalaa eden veya mütalaasından aciz kalarak tasavvuf kitaplarının yapraklarını aşırı muhabbetinden karıştıran kimseye ‘küçük velilik (velâyet-i suğrâ)’ mertebesi verilir.” şeklinde müjdeler kaydetmişlerdir.

    Biz de bu ilmin teşvik edicisi ve nakledeni olmakla, söz konusu müjdenin manevi feyzine nail olmak için naçizane hizmetlerimizin huzur-i ilâhîde mağfiret sebebi olmasını Cenâb-ı Hak’dan temenni ve niyaz ederiz. Muvaffakiyet Allah’tandır.

    Dış âlemin mertebeleri
    Büyük âlem altı kısımdan oluşur: Felekler, yıldızlar, unsurlar, hayvanlar, bitkiler, cansızlar.
    Küçük âlem altı kısımdan oluşur: Ruhlar, cisimler, nefisler, kalpler, sırlar, sırların sırrı.

    Manevi mertebeler:
    Zat âlemi———–Hayat
    Sıfatlar âlemi——İlim
    Filler âlemi———İrade
    Eserler âlemi——-Kudret

    Şeyh Reşîd-i Bağdâdî
    21 Cemâziyelâhir 1335 / Cumartesi
    14 Nisan 1917 / Cumartesi

    İLM-İ TASAVVUF
    II. İlâhî mertebeler üçtür: 1. Allah’ın zatı (birinci taayyün). 2. Allah’ın sıfatları (ikinci taayyün). 3. Allah’ın fiilleri (üçüncü taayyün). Tasavvuf ilminde ahadiyet kavramı Hakk’ın zatı mertebesidir. Zat mertebesine “ilâhî sır”, sıfatlar mertebesine “sultani ruh”, fiiller mertebesine “insani kalp” tabiri kullanılır. Bilkuvve ilk başlangıç ilkesi, taayyünsüzlük âlemi olan zat mertebesidir. Bilfiil ilk başlangıç ilkesi, Hakk’ın hüviyetinin menzilleri olan birinci taayyün makamıdır ki bu, ahadiyet mertebesidir. Ahadiyet mertebesi taayyünsüzlük âleminin gölgesidir. Bu mertebeye “ümmü’l-kitâb” ve “basit nokta” derler. Diğer adıyla gayp mertebesindeki Allah’ın zatının tecellileri. Allah’ın sıfatları ise Allah’ın sıfat tecellilerinin mazharlarıdır.

    Be harfinin altındaki nokta Hakk’ın zatı mertebesine işaret eder. Te harfinin üstündeki iki nokta Hakk’ın sıfatları mertebesine işarettir. Se harfinin üstündeki üç nokta Hakk’ın fiilleri mertebesine işarettir.

    İmam Abdürrezzâk el-Kâşânî’nin (ö. 736/1335) Mustalahât’ında “be” harfi “Mümkün varlıkların ilkine işaret eder ki varlık mertebesidir.” şeklinde tarif edilmiştir. Hz. Ali (k.v.) “Be’nin altındaki noktayım.” buyurarak insan sırrının ilk ilke olmasına ve külliliğine, hakikat-i Muhammediye’nin her şeyi kuşatmasına işaret etmiştir. Bütün nefisler, ruhlar, suretler, cisimler, bileşik varlıklar, kâinattaki unsurlar ilim mertebesinde istidatları gereğince kendilerine mahsus bir suretle hakikat-i Muhammediye mertebesinden doğarak ortaya çıkmışlardır.

    Ahad: Zat mertebesinin diğer adıdır. Bu mertebede taayyün yoktur. Hakk’ın zatı bu mertebede “gani” (sonsuz zengin ve her şeyden müstağni) ismiyle isimlenir. Hakk’ın mutlak zatı ise bu mertebenin üstündedir. Mutlak zat mertebesinde isim, resim, nitelik ve nitelenen yoktur.
    Ahadiyet: Zat mertebesinden sonra ilk taayyün mertebesidir. İlâhî ilim, a’yân-ı sâbite ve makul suretler mertebesidir. Buna “Hakk’ın biricik zatının mertebesi” dahi derler. A’yân-ı sâbite ve makul suretler, Allah’ın ilminde mevcut olan eşyanın varlık ile yokluk arasında sabit olan hakikatleridir.
    Vahit: Bu mertebede Allah isimlerle nitelenmekle birlikte zatı kast olunur.
    Vahidiyet: İlâhî sıfatlar mertebesidir. Allah’ın bir olan zatının suretidir.

    Ahad mertebesinde gani ismiyle yâd olunan Hakk’ın zatının mutlak varlığını, hakikat ehli sufi büyükler “Şu anda da ne ise odur.”, “Ne Allah’ın kâinatta bir eseri ne de kâinatın Allah üzerinde bir eseri vardır.” diyerek ilâhî isimlerden, maddi ve manevi âlemlerden tecrit ederler. Zira sufiler “Şüphesiz Allah âlemlerden müstağnidir.” (Ankebût suresi, 29:6) ayetindeki “gani” kelimesinden kastın, Hakk’ın zatının mutlak varlığının nispetlerden ve izafetlerden ari olarak yegâne varlık olduğunu söylerler. Cenâb-ı Hak kâinatı yaratmazdan evvel varlığı zatıyla ne şekilde kaim ise, yarattıktan sonra da aynı şekildedir. Allah’ın zatının varlığı eşya ile kaim değildir. Arazın cevherle kaim olması gibi Allah’ın zati varlığı cevher de değildir. Cevher her ne kadar zatıyla kaim olana denilir ise de, arazın mukabili ve arazın mahalli olmakla sonradan yaratılmış bir şeydir. Dolayısıyla Hakk’ın zatı araz da değildir. Zira araz zatıyla kaim olmayandır.

    Hak: Zat yönünden ahad, sıfatlar yönünden vahittir. Hakk’ın sıfatları açısından zatının tecellileri sonsuzdur.

    Şühûd-i aynî: Ahadin vahidiyetten zuhurunun müşahede edilmesidir. Bu müşahedeyle kişi zanlardan kurtulup yakin mertebesine yükselir. Zira vahidiyet mertebesi isimler, sıfatlar, nispetler ve izafetlerden ibarettir ve rububiyet (rablık) mertebesine delalet eder. Bu mertebenin tafsili âlem, özeti ve muhtasarı âdemdir. Âlem isimlere ayna iken, âdem isimlerle isimlenen zata aynadır. Âlem âdemin, âdem de Hakk’ın suretidir. “Allah âdemi kendi suretinde yaratmıştır.” hadisi işte bu sırrı ifade eder. Bütün bunların izahı sırası geldikçe gayet açık ve herkesin anlayabileceği bir şekilde beyan edilecektir.

    Kenz-i mahfî: Mutlak gaypta Hakk’ın zatının gizli olmasıdır. Tüm batın ve gizli olan şeylerin hakikatidir.
    Vâcibu’l-vücûd: Varlığı kendiliğinden olup hiçbir şeye muhtaç olmayan zorunlu varlıktır.
    A’yân-ı sâbite: Allah’ın ilminde mümkün varlıkların hakikatleridir. Hakk’ın zatının ilim mertebesinde yer alan ilâhî isimlerin hakikatlerinden ibarettir.
    Fark: Sana nispet olunan beşerî nitelik ve fiillerdir.
    Cem’: Fena fillah makamında senden giderilen beşerî nitelikler ve cismani izafetlerdir. Dervişin eşyayı Hak ile müşahede ettiği hâldir. Derviş bu hâldeyken beşerî güç, kuvvet ve iradesini bir kenara bırakarak Hakk’ın güç, kuvvet ve iradesi onun üzerinde bütünüyle zuhur eder ve hükmeder.
    Cem’u’l-cem’: Ahadiyet mertebesidir. Derviş bu mertebede bütünüyle hiçliğe gark olup zahir ve bâtın açısından masivadan tamamıyla yüz çevirir.

    Şeyh Reşîd-i Bağdâdî
    4 Receb 1335 / Perşembe
    26 Nisan 1917 / Perşembe

    1 Bk. Abdurrahman Câmî, Nefehâtü’l-üns: Evliya Menkıbeleri, trc. ve şerh: Lâmiî Çelebi, haz. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara, İstanbul: Marifet Yayınları 1995, s. 503-512.