DERGÂH KÜLTÜRÜNDE ŞİİR VE MUSİKİ MÜNASEBETİ
Mustafa Hakan Alvan
İslam dininin bir mükellefiyet, bir de muhabbet yönü vardır. Mükellefiyetlerle fakihler ve din âlimleri ilgilenirken muhabbet yönüyle tasavvuf ehli alakadar olur. Muhabbetin izharı için tasavvuf hayatında sanat önemli bir araçtır. Mutasavvıflar Hakk’ın yolunda aşka meyyal gönülleri tuzağa düşürmek için özellikle şiir ve musikiyle uğraşmışlar. Bunun bilinciyle bütün tarikatlar zikrullahta şiir ve musiki dışında giyim kuşamı, adap ve erkânıyla göze, kulağa ve kalbe hitap etmeyi önemsemişlerdir. Onlar en güzel isimleriyle hüsn-i mutlak olan Allah’ın yarattığı en yüce varlık olan insana yaratılışından evvel verilen estetik zevki ortaya çıkarıp onu nefsanilikten ilâhî mertebelere yükseltmek çabasındadır. Âşık Paşa tasavvufta şiir ve musikinin önemine dair ilâhî bir sedanın varlık âlemine “Kün! Feyekün” sırrıyla düştüğünü şöyle anlatıyor:
Sazı ilkin ol işitdi saldı baş
Fe vü yâ ol kâf nûna oldı baş
İşte bu yüzden, kendisi de şair ve musikişinas olan Şeyhülislam Esad Efendi (v. 1753), Atrâbü’l-Âsâr’da dergâhları (asitane, tekke, zaviye, ocak), “şiir ve musikinin yegâne mercii”, “bilgi şerbetinin aktığı çeşme başları”1 diye tarif etmiştir. Tasavvuf edebiyatını ve müziğini üreten sanatçıların ezici çoğunluğunun derviş olması dergâhların klasik Türk musikisine ve şiirine katkısını gözler önüne serer.
Tasavvuf kaynaklı eserlerin, insan bedeni ve ruhunun ritmiyle uyumlu, ahenkli yapısı; şiir ve musikimizi olumlu yönde etkilemiştir. Öyle ki, mesela klasik Türk şiirinde mutasavvıf olmayan şairler bile tasavvuf edebiyatına dair kavramları, mazmunları severek kullanmışlar, şiirlerinin kalitesini yükseltmişlerdir. Yine mutasavvıf olmasa da manevi lezzet peşindeki Müslüman halkın yanı sıra; gayrimüslimlerin meşk terbiyesi almak maksadıyla 1925’te kapatılışına kadar dergâhlara büyük ilgi gösterdiğini herkes bilir. Mesela Limonciyan (v. 1839), Çerçiyan (v. 1901), Ermeni neyzen Kirkor Çulhayan tekkeleri dolaşmış, meşhur şeyh efendilerin ayinlerine katılmış ve ilahileri notaya almıştı. Dellalzâde, Mutafzâde, Zekai Dede gibi üstatlardan nadide eserler meşk eden Leon Hancıyan ve Haham Ağa’yı da sayabiliriz.
Dergâhlarda tarikatın sahibi pirlerin emr-i manevi ile tertip ettiği ayet, dua, esmâü’l-hüsna ve salavatlardan oluşan evrat her tarikatta farklıdır. Aslında seyr ü sulûk gören her derviş, kendi tarikatının evradını münferiden günlük okur. Ancak tekkede zikrullah günü toplu hâlde okurlar. Toplu okunuşlarda tevhidi sağlamak için evrat, aynı perdeden, belli bir ahenkle okunur. Yine evrat metinlerinin tertibinde kafiye ve selasete de dikkat edilmiştir. Bu açıdan tarikat evradı, edebî ve musiki değere sahip metinlerdir. Mesela Zeyniyye tarikatının Vefâiyye piri Şeyh Ebu’l Vefâ Muslihiddin Mustafa (v. 1491) kendi tertip ettiği evradı bizzat bestelemiştir. Ancak bu beste günümüzde unutulmuştur.2
Mutasavvıfların birçoğu ilahi, nutuk, nefes, devriye, şathiye ve (özellikle Kerbela konulu) mersiye gibi nazım türlerinde çok başarılı şiirler yazdılar. Ancak mutasavvıf şairler yazdığı şiirleri edebî kaygıyla değil, sadece yaşadıkları manevi tecrübeleri anlatmak ve bu yoldaki salikleri eğitmek için kullanmışlardır. Bu şiirlerin çoğu bestelenmek üzere yazılıyor, sonra dergâhlarda yapılan zikrullah törenlerinde kullanılıyordu.
Dergâhlarda icra edilen zikrullah, “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru, derler.”3 ayeti mucibince oturarak (kuut), ayakta (kıyam) ve dönerek (devran, sema, semah) yapılır. Bütün tarikatlarda zikir kuudi olarak başlar. Nakşibendiler yine oturarak devam eder. Rufailik, Kadirilik, Bedevilik, Sadilik kıyami tarikatlardandır. Halvetilik, Mevlevilik devran ve sema zikriyle bilinir. Hangi tarikatın nasıl zikrettiğini bir latifeyle nakledelim:
“Odabaşı Rufâî Tekkesi son şeyhi Ahmed Efendi’ye -Size neden kıyami derler? Niçin ayakta zikredersiniz? diye sormuşlar. Şeyh Efendi kendine has zarafetiyle cevap vermiş:
– Efendim, biliyorsunuz, fetihten sonra İstanbul’a ilk gelen Nakşibendilerdi. Onlar bulundukları yere oturuvermişler. Sonra Mevleviler zuhur etmiş, onlar da nerede yer buldularsa orada tennure açıp sema etmeye başlamışlar. Nihayet bizim Kadiriler gelmiş; fakat ne yapsınlar, ne oturacak, ne de dönecek yer var; ister istemez ayakta kalmışlar. Hâlen de ayaktadırlar. demiş.” 4
Devran zikri, genel anlamıyla halka hâlinde sıralanan dervişlerin ayakta adım atarak halkayı döndürmeleri şeklinde yapılan ayindir. Bazı farklılıkları olsa da genel itibarıyla devran en çok Halvetiyye’nin bütün kollarında ve Kadiri/Eşrefilerde aynı biçimde yapılır. Mutasavvıf şairlerin devran konulu ilahilerden bazıları günümüzde hâlâ sevilmektedir. Devranda yaygın okunan ilahilerden biri, Yahya Kemal’in de gençliğinde devam ettiği Üsküp Rufai Tekkesi Şeyhi Sâdeddin Sırrî’ye aittir:
Devran bu devran, seyran bu seyran
Meydan bu meydan merdân-ı aşka
Ko kıyl u kâli bul ehl-i hâli
Gözle visali Cânân-ı aşka
Açıktır bu yol nurdur sağ u sol
Er isen uûl ol şâhân-ı aşka
Sırr-ı Sübhân’dır cana canandır
Mürşid-i kândır imân-ı aşka rast
Güfte-Beste: Rufai Şeyhi Sadeddin-i Sırrî (Rast İlahi)
Gülşeniyye devranı biçim yönüyle biraz farklıdır. Devran esnasında Hû ve Hayy esmaları zikredilirken sazsız Gülşenî savtı okunur. Halka halka olmuş dervişlerin devranına yukarıdan bakınca bir gül goncasının açılıp kapanışına benzer. Gülşenî dervişlerinin tacının pembe renkli ve yeşil destarlı oluşu ise zikri daha estetik hâle getirir. Sultan IV. Mehmed, Sultan II. Mustafa ve III. Ahmed Han dönemlerinde İstanbul’un en büyük musiki icracısı, hocası ve bestekârı olan Şeyh Ali Şirüganî Dede (v. 1714) bir Gülşenî idi. Dede-i Atîk olarak bilinen Ali Şirüganî 100 kadar kâr, beste, murabba, semai gibi la-dinî eserler yanında 600 kadar savt, tesbih, ilahi, durak ve naat bestelemiştir. Ancak bu büyük üstadın eserlerinden sadece yirmi kadarı günümüze ulaşmıştır. Bunlar arasında Ali Şirüganî Dede’nin hicaz makamında bestelediği Niyâzî-i Mısrî’nin “Ey garip bülbül diyarın kandedir.” ilahisi bugün de dilden dile dolaşmaktadır. Rivayete göre Niyâzî-i Mısrî, vefatından az evvel bu şiiri yazmış, vefat edince şiiri yanında bulmuşlar.5
Celvetilikte ise nısf-ı kıyam (yarı ayakta) ve Hızır kıyamı da denen zikrin doğuşu oldukça ilginçtir: Celvetî piri Aziz Mahmud Hüdâî, bir zikir esnasında otururken Hz. Peygamber (s.a.v.)’i -bir rivayete göre de Hz. Hızır’ı- karşısında görüvermiş. Hz. Hüdâî heyecan ve hürmetle ayağa kalkmak isterken Peygamber Efendimiz kalkmamasını işaret edince ne oturabilmiş ne de kalkabilmiş. Öylece dizlerinin üstünde zikrullaha devam etmiş. Güftesi ve çargâh bestesi Hz. Hüdâî’ye ait meşhur “Kudümün rahmeti zevk ü safâdır yâ Resulallah” ilahisi sanki nısf-ı kıyam zikrinin hikâyesini anlatmaktadır.
Sema sadece Mevlevilere mahsus bir zikir değildir. Sema hakkındaki rivayetler Hz. Ebûbekir’e kadar dayandırılırken ilk dönem sufilerinin de serbest sema ettikleri bilinmektedir. Hatta Gülşenîlik, Cerrahilik vb. içinde de muhtelif zamanlarda sema eden dervişlerden bahsedilir. Yine de sema tıpkı mesnevi nazım şeklinin Hz. Mevlana’nın Mesnevi’si olarak özelleşmesi gibi, sema erkân ve adabıyla da Mevlevilere mahsus bir zikir olmuştur.
Dergâhlarda belli günlerde sergilenen zikrullah adabı her tarikatta biçimsel farklılık arz etse de esas olan zikre katılanların manevi feyizden azami ölçüde istifadesini sağlamaktı. Her dergâhta zikrullahı müzikal açısından idare eden zakirbaşının ve kıyam reisinin dinî musiki formlarına hâkim olması şarttı. Şeyh efendinin zikrullahı başlatmasıyla beraber zakirbaşı yanındaki diğer zakirlerle zikrullaha uygun makamda ilahiler okurdu. Şeyh ile zakirbaşı arasında uyum şarttı, zira şeyh manevi hâline göre zikrin ritmini hızlandırıp yavaşlattığında zakirbaşı ona uygun ilahiler okuturdu. Zakirlerin doğru, estetik ve coşkun icralarının zikrin feyzine katkısı büyüktü. Zikrullah sırasında okunan ilahilerin ve serbest kasidelerin de zikirle ve birbiriyle uyumlu olması çok önemliydi. Mesela çok yüksek tasavvufi kavramlardan bahseden bir ilahinin ardından avam tarzı bir ilahinin okunması meydandakilerin feyzini kaçırabilirdi. Söz gelimi şu ilahilerin peş peşe okunması muhteva itibarıyla tezat oluşturabilir:
Nice feryâd edip zârı kılam ben
Nice bu aşk oduna yakılam ben
Ölümden korkmazam be hey yârenler
Budur korkum yârdanki ayrılam ben
Eyâ Leylâ-sıfat senin elinden
Varam Mecnûn gibi dağa düşem ben
Yunus eydür senün aşkın yolunda
Varam Mansûr gibi berdâr olam ben
Beste: Ahmet Hatipoğlu (Nihavend İlahi)
*
Korktum kıyamet gününden
Muhammed unutma bizi
Her can kalkınca kabrinden
Muhammed unutma bizi
…
Derviş Yunus kalmış naçar
Yaş yerine kanlar saçar
Senin sözün Hakk’a geçer
Muhammed unutma bizi
Beste: Arslan Hepgür (Acemaşîran İlahi)
Zakirbaşının maharetli olmasının zikrullahı nasıl etkilediğine dair şu hatıra güzel bir örnektir: “Bursa’da Kadirilerin Büyükkaygılı Dergâhı’nda bir gece zikrullah varmış. Misafir şeyhlerin ve misafirlerin çok oluşu zikrullahın feyzini arttırmış. Evvela Kadirilere mahsus Eşrefoğlu Rumî’nin hatırası eşrefî usulünde başlayan zikir, Halvetilerin sünbülî usulü, vefa devri, dolap zikri gibi muhtelif tavırlarda uzadıkça uzamış. En sonunda devrana kalkılmış. Zikirde her perde kalktıkça, her tavır değişmede yeni ilahiler okunuyormuş. Vakit epey ilerlerken zikrin coşkunluğu arttıkça artmış. Ancak tekkenin zakirbaşısı yeni ilahi bulmakta güçlük çekmeye başlamış. En sonunda bildiği ilahiler tükenince ne yapsın? Hâlâ devran bitmek bilmiyor. Birden aklına bir türkü gelmiş. Zikrin ritmini bozmadan türküyü uyarlayıp başlamış okumaya:
Sivastopol önünde yatan gemiler
Atar nizam topunu yer gök iniler
Yardımcıdır bize ırklar, yedile
Aman da Kaptan Paşa izin ver bize
Sılada nişanlımız duacı bize…
Zikrin hay huyu daha da artarken türkünün kimse farkına varmamış. Bunu üzerine cesareti artan zakirbaşı bir türkü daha sallamış:
Yavuz geliyor Yavuz denizi yara yara…
Devranın ritmini aksatmadan başka türküleri de zikrin temposuna uyduran bu yetenekli zakirbaşı sayesinde zikrullah hitama ermiş.”6
Zikir esnasında, ilahiler arasında ortama uygun kasideler de okunurdu. Tasavvuf müziğinde kaside denen bu form; tek bir insan sesiyle, makamlı bir şekilde doğaçlama okunan kaside ve naat, mersiye, münacat gibi nazım türlerini ihtiva ediyordu. Kaside okuyanlara kasidehân/naathân denirdi.
Tasavvuf musikisi bestekârları ise pirlerinin, silsile büyüklerinin şiirlerini bestelemek için azami gayret etmişlerdir. İşte bu nedenle, tasavvuf musikisi içinde en çok bestelenen şiirler genellikle şeyhlerindir. Mesela Şeyhü’ş-Şuara olarak bilinen Kadiri şeyhi Osman Şems Efendi’nin dervişi Hammamizâde Neyzen Osman Efendi, şeyhinin pek çok şiirini bestelemiştir.7 Yine Üsküdar Nasûhî Dergâhı son şeyhi Kerameddin Efendi’nin pek çok şiirini dervişi bestekâr Zeki Ârif Ataergin ilahi ve şarkı tarzında bestelemiştir.
Bazen eserin üretim sürecinde şair ve bestekâr beraber çalışır. Türk musikisinin en büyük eserlerinden olan Mirâciyye’nin güfte ve bestesinin tamamlanması şair-bestekâr dostluğu sayesinde ortaya çıkmıştır. Üsküdar Nasûhî Dergâhı şeyhi Muhammed Nasûhî Efendi bir kısmını yazdığı Mirâciyye’yi tamamlayıp bestelemesi için Kutbunnâyî Osman Dede’ye verir. O günden sonra okunagelen 400 mısradan müteşekkil bu eserin her yıl Miraç Gecesi okunması için vakıflar kurulmuştur.8
Mutasavvıf bestekârların, eser üretirken göz önünde bulundurdukları en önemli şey eserlerinin zikir denilen koreografilere melodik ve ritmik anlamda uygun olmasını sağlamak ve bu şekilde “zikrullahın feyzine” katkıda bulunmaktı. Tekke içinde sevilen bir bestenin melodisine sık sık başka güfteler de giydirildiği de oluyordu. Böylece, söz sevilen beste sayesinde dinleyenlere çabucak ulaştırılırken başka mutasavvıf şairlerin şiirleri de kolay ezberlenirdi. Bazen de sevilen bir şiirin birçok makamda bestesi yapılarak her türlü zikir ve meşk ortamında icrası sağlanmıştır. Bunun en güzel örneği mutasavvıf şairlerden Pir Dede Ömer Ruşenî’nin “Çün doğup tutdu cihan yüzünü hüsnün güneşi” naatının 32 ayrı makamda bestelenmiş olmasıdır.
Dergâhlarda okunan eserlerin konularının, kamerî takvime uygun olmasına dikkat edilirdi. Muharrem ayında kerbela mersiyeleri; safer ayında nefse dair fetih ve zafer konulu şiirler; rebiülevvel ayında mevlit ve hicret konulu şiirler; cemaziyelevvel ve cemaziyelahir aylarında tevbe ve istiğfar konulu şiirler; recep ayında regaibiyye ve mirâciyye; şaban ayında berat konulu şiirler, ramazan ayında ramazaniyye ve Kadir Gecesi konulu şiirler; şevval ayında bayram konulu şiirler; zilkade ve zilhicce ayında hac ve kurban konulu şiirler musiki eşliğinde sıkça okunurdu.
Dergâh kültüründe şiire istidadı olan dervişler, mürşitleri tarafından kendi tabiatına uygun mahlas verilerek takdir edilirdi. Şair o günden sonra o mahlası kullanırdı. Türk müziğinin klasik döneminden sonra maalesef, çoğu eserde güftekârların isimleri notaya alınırken ihmal edilmiştir. Bu durum tasavvuf musikisi için geçerli değildi. Çünkü dergâhta zikir esnasında, güftede mahlasın geçtiği şiirin son kısmının mutlaka söylenmesi şarttı. Bunun birkaç nedeni vardı: Öncelikle, zikir esnasında mahlasın okunduğu anda esma değişimi yapılır9 ve zikrin ritmi değişirdi. Ayrıca, okunan şiirlerin yüksek manevi tecrübe sonucu elde edildiğini bilen dervişler edeben o sözün sahibini, mahlasını vurgulayarak belli ederlerdi. Dervişlerin zikirde, adı geçen mutasavvıf şairin ruhaniyetinden istimdat etmesi ise tekke adabındandı.
Dergâhlarda icra edilen eserler çoğunlukla Türkçe şiirlerden seçiliyorsa da Arapça şuûller10 de okuyordu. Sadece Mevlevi dergâhlarında istisnai bir özellik vardı. Türk müziğinin en büyük formlarından biri olan Mevlevi ayinlerinin güfteleri, Hz. Mevlana’ya ait Farsça şiirlerden seçilirdi. Mevlevi ayinlerinde bazen ayinin son kısımlarında Mevlevi büyüklerinin Türkçe şiirlerine de yer verilirdi. Mevlevihanelerde zikrullahta mutrıbân ney, kudüm, kânûn, rebab, mazhar, bendir, halîle, tabl, zahme, çâlpâre gibi sazlar kullanılırdı.
Yeri gelmişken bir anekdot nakledelim: Merkez Efendi civardaki çingeneler müzikli bir eğlence tertip etmiş. Ancak ellerindeki çifte nârâ (vurmalı çalgı) yeterli gelmeyince Yenikapı Mevlevihanesi’nin kapısını çalmışlar, kudümü kastederek, “Sizin çifte nârâları bize ödünç versenize!” demişler. Cümle kapısındaki toy dervişler dergâhın kudüm-i şerîfine çifte nârâ denmesine öfkelenmişler. O sıralar Yenikapı Mevlevihanesi’nin postnişini Osman Salahaddin Dede’ymiş (v. 1887). Osman Salahaddin Dede durumu öğrenince hiç kızmadan, “Ne istiyorlarsa verin. Onların çifte nârâ dediği; bu dergâha girince yine kudüm-i şerîf olur.” demiş.8 Osman Salahaddin Dede’nin bu tavrı hem kalp kırmamak hem de tasavvufi kavramları ve eşyayı putlaştırmamak adına güzel bir örnektir:
Saldı nüh-tâ kubbe-i gerdûna sûr-ı velvele
Feth-i genc-i âdeme tabl-ı beşâretdür kudüm12
(Sâkıb Dede)
“Kudüm feleğin kubbesine Sûr’un velvelesini saldı. Kudüm insanlık hazinesinin fethini vuruşlarıyla müjdeler.”
Dergâhlar uzun yıllar akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim menbaı mekânlar olsa da zamanla yozlaşan bazı gruplar, şeriat-tarikat-hakikat-marifete ulaşma gayesinden saparak dergâhları şeriatsız tarikat mekânları hâline dönüştürmüşlerdir. Oysa Pir Seyyid Ahmed er-Rufâî, “Dâhil-i şeriat olmayan her tarikat zındıklar güruhuna mensuptur.” buyurmuştur. XX. asırda içinde dünya kelamı edilmeyen, ayak bile uzatılmayan tekkelerin çoğu kahvehaneye dönmüştü. Tarikatının evrad-ı şerîfini hiç okumayan dervişlerden tekkeye sarhoş gelerek zikrullahı bozanlara maddi desteği yüzünden ses çıkaramayanlara kadar pek çok rezilliklerin yaşandığı bilinmektedir.13
Daha XVII. yüzyılda, Mevlevi ve Halveti olan Mehmed Nazmî kendi devrinde gördüğü sema ve devran zikrindeki yozlaşmayı şöyle anlatır: “Bir alay taharetsiz, abdestsiz, bî-namaz lahm-ı gabît bir yere cem olup hevâ-yı nefsle husûsâ taze oğlancıkların belin boynun kucaklayarak sıçrayup kalgıyan bî-idrâkin devranı şeriat ve tarikatta caiz ve mübah olmayup belki şiddet-i hürmet ile haram olması mukarrerdir. Fukahanun haram dedikleri bunlar hakkındadır. Ehline kimsenin sözü yoktur.”14
Her şeye rağmen daha güzel, daha zarif nasıl Müslüman olunur kaygısıyla yaşayan mutasavvıfların bize öğreteceği çok şey var. Onların hayatları ve ölümleri de “Hayy’dan gelen Hû’ya gider.” darb-ı meselinin hakikatinin şahit olmuştur. Bunlardan birkaç hatırayı mutasavvıfların sosyal hayatına dair bilgi vermesi için de nakledelim: Said Paşa İmamı ünlü mevlidhân Hasan Rıza Efendi’nin de devam ettiği Üsküdar Rufâî Şeyh Ethem Tekkesi (Sandıkçı Tekkesi) başka tarikatlardan dervişlerin ve şeyhlerinde sık sık buluştuğu bir mekândı. Bir akşam Sandıkçı Tekkesi’nde yine bir zikir meclisi toplanmıştı. Encümen-i Şuara şairi Kâdirî-Enverî Pîri Osman Şems Efendi de oradaydı. Evrad-ı şerîf tilavet olundu ve ism-i Celâl’e (Allah) başlandığı sırada Sa’dî halifesi Neyzen Sâlim Bey ney ile çok hoş bir uşşâk taksim yaptı. İsm-i Celâl zikr-i şerîfi kalbe döküldüğü sırada şehnaz makamında taksime devam eden Sâlim Bey, zakirbaşı Dellal Osman’a, “Kerim Allah, Rahîm Allah” ilahisini okumasını işaret etti. İlahi okunmaya başladıktan hemen sonra Sâlim Bey orada teslim-i emanet ile vefat etti. Osman Şems Efendi hazretin vefatına şu tarihi düşmüştür:15
Ney çalar iken Rufâî dergehinde nâgehân
Göçdü Allah diyerek ilân kıldı vaslını
Aklı âşir çıkdı yazdı fevtine târîh Şems
Çaldı neyzen mîrî Sâlim ömrünün son faslını
(1312/1894)
Kâdirî/Enverî şeyhi Osman Şems Efendi’nin (v. 1861) halifelerinden Şeyh Muhammed Bedreddin İzzî el-Üveysî el-Kâdirî Üsküdar’daki dergâhında tam 28 sene inzivada yaşamıştı. Şeyh Hasan Ünsî de burada 40 sene münzevî olmuşlardı. Vâridât-ı kalbiyyeye mâlik, cezbe-i rahmânî sahibi, aşık-ı sadık bir zat-ı muhterem olan Şeyh İzzî Efendi az konuşmayı sever, genellikle hâle münasip hakikatlerden bahsederdi. Zikir cemiyetlerinde Kadiri tacı giyerdi. Sair zamanda ise ekseri Mevlevi sikkesi veya arâkıyye giyerlerdi. Yedirmeyi, içirmeyi, intizamı seven İzzî Efendi’ye dair bir hatırayı Hüseyin Vassaf Bey şöyle anlatıyor: “(Hazretin) dergâh-ı şerîfinde, İbrâhîm Hâs hazretlerinin kabr-i şerîfi(ni) arıyordum, İzzî Efendi nezd-i fakîrâneme gelerek -Evladım, ne arıyorsun? buyurdular. Keyfiyyeti arz edince, evliyaya muhabbetimden memnun olarak -Hazretin kabri yanından lağım geçiyormuş, bize bildirdiler; derhâl kabirlerini açtım, kendilerini ter ü taze buldum. Mecrayı hemen tebdil ve oradaki toprağı kâmilen harice nakl ile yerine temiz toprak celbettim. (Sonra) -Burada medfundur, diye Hasan Ünsî hazretlerinin penceresi yanını gösterdiler. Mübarek ellerini öptüm; duasını aldım. ‘Hz. (Osman) Şems’in divanını niçin bastırmıyorsunuz? Umum istifade eder.’ dedim. -Hz. Şeyh’in henüz müsaadeleri yoktur, buyurdular.”
Şeyh İzzî Efendi Osman Şems Efendi’nin divanını tertip ettirip mükemmel talik hat ile yazdırdığı hâlde bu şekilde neşrine müsaade etmemesi dikkat çekicidir. Gerçekten bu divanı neşretmeye kalkanların başına bazı felaketler geldiği edebiyat camiasında efsane olarak anlatılır.
Devrin âlim yazar ve ediplerinden İbnülemin Bey gibi Mehmed Ali Aynî (v. 1945) de İzzî Efendi’ye methiye yazacak kadar bağlıydı. İzzî Efendi’nin İzmir kumandanlığında vazifeli Miralay Fethi Bey adında bir oğlu vardı. 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edildiği günlerde İbnülemin M. Kemâl bir gün İzzî Efendi’yi ziyarete gitti. İzzî Efendi ona birden, -Kemal Bey evladım! Devlet ve milletin halası için, ben Fethi’yi feda edeyim, sen de nemiz varsa feda et.” diye keramette bulundu. O sırada İbnülemin’in evi Fransızlar tarafından işgal edilmiş kıymetli kitapları ve eşyası yağma edilmişti. Kısa bir süre sonra İzzî Efendi’nin oğlu Fethi Bey’in 72 yerinden yaralanıp şehit olduğu haberi geldi. Şehit Fethi Bey hâlen İzmir’de Rufâî Emir Sultan Tekkesi’nde medfundur. Mezar taşında babasının bu kerametine tarih düşülmüştür. Babası Kadiri şeyhi İzzî Efendi ise bir Cuma günü zikrullah esnasında “Hû” ism-i şerîfiyle meşgulken vefat etmiştir.16
Bundan başka İznik Eşrefiyye Dergâhı’nda postnişin olan Şeyh Ali Sırrî Efendi (v. 1904) aynı zamanda Osman Şems Efendi’nin dervişiydi. Osman Şems Efendi’nin vefatından sonra Şeyh Gazzî Efendi’den biat tazelese de Osman Şems Efendi’yi unutamıyor, İstanbul’a geldiğinde sık sık türbesini ziyaret ediyordu. Bir gün yakınlarına, “Bugün şeyhimin yanına uzanasım geldi, ne güzel mahal, ferah-feza, cennet-âsâdır.” dedi. İki gün sonra dergâhta zikrullah başladığında, “Yâ Hayy!” ism-i şerîfini okurken yere düştü ve vefat etti. Mürşidi o esnada yanına gelip “Iyd-ı visâlin mübarek olsun!” diye şehid-i aşk olan Ali Sırrî Efendi’nin alnından öptü. Bu zatın vefatı bütün İstanbul meşayıhını etkiledi ve cenaze namazı Ayasofya Camii’nden sonra Üsküdar’da tekrar kılındı.17
Seyyid Sa’dî Şeyhi Hafız Muhyiddîn Şevkî Efendi de (v. 1849) dervişlerine irtihalini evvelden haber verip tevhithanede zikirle meşgulken “Hû” diyerek vefat etmişti.18
Bütün bu güzel insanlar Hz. Peygamber’in “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” hadîs-i şerîfinin delili olmuşlardır.
Klasik Türk musikisinin yaşayan duayenlerinden Prof. Dr. Alaaddin Yavaşça’nın hayat memat meselesinde maneviyatın önemine şahit olduğu çarpıcı bir hatırasını da nakledelim. Şabani-Nasuhi dergâhının son şeyhi Kerameddin Efendi’nin halifesi olan bestekâr Zeki Ârif Ataergin’e dair bu sıradışı hatırada naz makamındaki büyük mutasavvıfların Latif isminin tecelli ettiği sanatkârları nasıl himaye ettiği açıkça görülmektedir: “(Hafız) Sadettin Kaynak bir gece Hamiyet Yüceses’in evinde yemekteyken aniden fenalaşmış, sandalyeden düşerken ‘Alaaddin, Zeki Arif!’ demiş ve kendinden geçmiş. Ben o zaman ihtisas yapıyorum. Sadettin Kaynak hocanın eşi Gülfiye Hanım telefon etti, ağlamaklı bir sesle vaziyeti anlattı. Hemen Zeki Arif Ataergin hocayı almak üzere Çarşıkapı Noterliği’ne gittim. Hoca yoktu. Başkatipe sordum, ‘Hoca abdest alıyor.’ dedi.
Zeki Arif Hoca geldi, olanı biteni biliyordu; ‘Evlat vazifelendirildik, haydi gidelim.’ dedi. Yolda giderken Zeki Hoca kendisiyle konuşmamamı istedi. Şişli tramvayına bindik, sürekli dua okuyordu. Şişli Hastanesi’ne geldik. Zeki Arif Ataergin, Sadettin Kaynak hocanın yattığı odaya girdi, Gülfiye Hanım’ı dışarı çıkardı. Kapı aralığından gördüğüm kadarıyla Sadettin Hoca’nın durumu hiç de ümit verici değildi, komadaydı. Bir süre sonra Zeki Arif Hoca odadan çıktı, ‘Sohbet nasip olur inşallah.’ dedi.
Ertesi gün Gülfiye Hanım telefon geldi. ‘Allah o hocadan razı olsun, Sadettin gözünü açtı.’ dedi. Akşam Sadettin Hoca’yı ziyaret ettim, konuşamıyordu, ama keyifliydi. Ertesi gün konuşmaya başladı; süratle iyileşti ve hastaneden taburcu ederek Sıraselviler’deki evine götürdük.
Daha sonra Sadettin Kaynak hoca olan biteni şöyle anlattı: -Yere düşerken karanlık içinden bir el uzandı, ‘Ben Abdülkâdir-i Geylânî! Alaaddin Yavaşça Zeki Arif Ataergin’i alsın, sana getirsin.’ dedi. Sadettin Hoca’ya, ‘Peki hocam, siz Zeki Ârif Hoca’yla ne zamandan beri tanışıyorsunuz?’ dediğimde Sadettin Hoca, ‘Hayır, biz tanışmadık, ben Zeki Arif Ataergin’in bestelerini biliyor ve ona hayranlık duyuyorum. Bu mübarek zatın ayağına gitmek isterdim, ama kalkamıyorum. Ne olur bir öğlen getir de şu fakir sofrasında beraber bir şeyler yiyelim.’ dedi. Sonradan tespit edilen bir günde Zeki Ârif Ataergin ve Sadettin Kaynak hocaları bir araya getirdiğimde o iki devin birbirine sarılması anı görülmeye değerdi. Gördüm ve yaşadım, Allah’ıma şükrediyorum.”19
1 Cem Behar, Aşk Olmadan Meşk Olmaz, s. 48
2 Ömer Tuğrul İnançer’in yayınlanmamış makalesinden alınmıştır.
3 Âl-i İmrân suresi, 3:191
4 C. Server Revnakoğlu, Eski Sosyal Hayatımızda Tasavvuf ve Tarikat Kültürü, s. 254
5 Bkz. Ömer Tuğrul İnançer, „Gülşenîlerde Zikir Usulü ve Musiki“, İstanbul Ans., c. III, s. 444
6 Revnakoğlu, a.g.e., s. 314-315
7 Geniş bilgi için bkz. S. N. Ergün, Türk Musikisi Antolojisi, c. II, s. 573-576
8 Süleyman Erguner, Kutb-ı Nayi Osman Dede ve Rabt-ı Ta’birat-ı Musiki, YL. Tezi, s. 30
9 Esma değişimi: Mesela zikre Hû ismi ile devam eden dervişler, şeyhin bir sonraki mesela Hayy ismini yüksek sesle terennümü ile o esmaya geçmesidir.
10 Şuûl: Türk müziğinde Arapça şiirlerin bestelenmiş hâli, Arapça ilahi.
11 Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, s. 220-221
12 Sakıb Dede Dîvânı, (k. 25/10), s. 151
13 Revnakoğlu, a.g.e., s. 198-212
14 Mehmed Nazmi Efendi, … Hediyyetü’l- İhvân, s. 132
15 İbnülemin M. K. İnal, Hoş Sadâ, s. 259-260
16 Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, c. 1, s. 190-195
17 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s. 197-198
18 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s. 465-466
19 Sinan Sipahi, Alaaddin Yavaşça, s. 105-107