İkincilerin Birincisi: Ahmet Bayazıt
Kadri Akkaya, Fotoğraflar: İsabelle M. Beck
“Gel canım, buyur! Hoş geldin!”
Kimi sevenlerinin hatıralarında tam yedi yıldan beri hâlâ kalplerine ulaşan o gür Dâvûdî güzel sesin capcanlılığı, asil ve kalender bir şahsiyetin her zamanki emin bir liman gibi daveti; sanki emr-i Hakk vaki olmamışcasına kısa bir süre huzur ve sakinlik dağıtıyor ama hemen sonra mahsunluk ve hüzün…
Yaşıyor olsaydı; güncel konularda çok lâf etmeden bize -tefrika da olmaması için- şu soruları emanet ederdi: “Kendilerine muhafazakâr sıfatını uygun gören karar vericiler bile şehirlerimizin geleneksel kültürel kimliğinin muhafazası ve tarih ve tabiat tahribatının önlenmesi yerine; geçmişin asırlık izlerini, yapılarını ve kültürel değerlerini bugüne taşıyan tutarlı ve kapsayıcı geleneksel şehircilik anlayışını oluşturup geliştirerek; mezârlıklardan kütüphanelere, musikiden şiire, masal ve destanlardan film sanatına, şehirden mimariye, kısaca tam muktedir bir kültürel diriliş siyaseti yerine, insanı ve tabiatı alçaltıcı ve kendini ucube yüksek binalarla gösteren monoton ve sözde modern bir kültür iklimine bugün dur diyemiyorlarsa, kimler ne zaman diyecekler?”
Hem şahsının hem de sanatının o özgüvene sahip usta bir sanatçı sorumluluğundaki millî film diline has kavramları kare kare geliştirip onları kendi yapımcı imkân ve sınırlarını da zorlayarak, belli bir görsel estetik yere ulaştırdığı epey dizi, film ve belgeseller bıraktı ve bu dünyadan ayrıldı.
Geleneği göz ardı etmeyen, kendi medeniyetimizin referanslarıyla uyumlu bir şekilde film sektöründeki öncü film yapımcı kurumu olan Ajans 1400’de, sonraları İlta’da kendi şahsiyetini öne çıkarmadan; önde göstermekten ziyade, bilakis yanındaki senaristlere, sanatkârlara, yönetmenlere yol açarak, kendi fikir ve düşüncelerini onların eserlerine katarak, onlara destek çıkan bir mimar gibiydi Ahmet Bayazıt. Yapımcısı, planlayıcısı olduğu tüm belgesel, dizi ve diğer filmleriyle, zamanının zorladığı sorulara Müslümanca cevaplar vermeye çalıştı.
Toplumsal ve siyasal önder bilinen muhafazakâr kesimin en birincileri özel televizyonlara Türkiye’de izin çıkma arefesinde; konuya vakıflığından ve film ile televizyon konusundaki ehliyetinden dolayı fikrini sorduklarında: Her birine ayrı ayrı ama aynısını, yani fizibilitelerine yazmaları gerektiği ilk şeyin: “Her şeyiyle milletin ortak olacağı” ve milletin de “Benim medyam, televizyonum!” diyeceği ve rejimin, fincancı katırlarının ilerideki muhtemel dayatma ve ürkütmelerinde “Benim!” diyerek, gerçekten sahiplenerek savunacağı ve hiçbir vesayeti dikkate almayan, gerçekten bağımsız, özerk, özel “Birlik TV” isimli bir televizyon kurumunun misyonunu tarif ettiği hâlde, onlar yine de milleti bu işe ortak kılma yerine, “Küçük olsun, benim olsun!” misali ayrı ayrı yollarına devam ettiler: TGRT, Samanyolu TV ve Kanal 7 ile bilinen diğerleri.
Müslüman ve muhafazakâr çevrelerin birincileri şiiri, sanatı, kültürü ve film sanatını ciddiye almayarak, coğrafyamızın binlerce yıllık sanat ve edebiyat birikimlerini bile çağımıza uyarlayarak yorumlayamadılar. Kimi kez müzik haram diyen, kimi kez mevlüdü tartışan bir zamanların o televizyonlarında da etkin habercilik, kaliteli belgeseller ve estetik filmlerden ziyade daha çok kalitesiz “show”lar devam etti, ediyor. M. Akif‘in, N. Fazıl’ın, S. Karakoç’un, E. Bayazıt’ın ya da İ. Özel’in ve Cahit Zarifoğlu’nun şiirdeki söyleyişini bile ancak işlerine “faydası” oranında sahiplendiler. O ustaların zamanında hak ettikleri ciddi destek yerine, ancak “kerhen destek” verilmesine onay verdiler. Yine toplumun bu birincileri olan önderler; kültürde ve sanatta pek de ehil olmayan ama “itaatkâr ekipleriyle” medyaya, televizyona atılım yaptılar. Bir elin parmakları sayısındaki “sadık” insanın kurucu ve sahip olduğu değil, milletin çoğunluğunun ve bizzat milletin kendisinin ortak olarak sahip olacağı bir “Birlik TV” yerine, siyasal başarıya ve cemaatlerin çıkarlarına ayarlı bir medyaya, bir televizyon kanalına odaklandılar. Bu kanallarının hepsi, biraz da kendi yetkinsizliklerinden kaynaklanan bir şekilde akıntıya karşı kürek çeke çeke, sonradan medya sistemi içine uyum sağlayarak yollarına devam ettiler. Halk “harami” diye hayıflandığını gün gelir unutur, belki affeder ama Hakk, rejimin medya düzenine uyumluluk göstergesi için ayda on beş bin dolar ve Boğaz’da yalı masrafını -en tepe elemanı bile olsa- ödemeye kendini mecbur ettiren o birincileri unutmaz!
Türkiye’de millî sinema deyince akla gelen ilk isim kuşkusuz Yücel Çakmaklı. Yücel Çakmaklı, Şenol Demiröz, Tuncay Öztürk filmcilikten televizyonculuğa, yani çok güzel görsel medya işlerine; belgesel, dizi ve filmlere imza atmış ustalardır. Onları ve daha nice belgeselci, yönetmen ya da filmciyi; Özhan Eren gibi müzik yönetmenlerini ve medya ve film sektörünün daha birçok sanat ustalarını bir arada tutan; Ahmet Zarifoğlu gibi genç kuşaktan fotoğraf ve film sanatının kabiliyetlerini bizzat destekleyerek yetiştiren Ahmet Bayazıt “çorbamızın kaynadığı ocak” dediği Türkiye’nin o öncü görsel medya kurluşu Ajans 1400’ün ve daha sonra da İlta’nın aslında hem harcı hem de taşıyıcı sütunuydu.
Medya ve iletişimde, özellikle de televizyonda öncü işlere imza atan, genç kuşakların önünü açan, Türkiye’nin yetiştirdiği ender entelektüel insanlardan, ülkemizin önemli değerlerinden; asaletin, erdemin temsili Ahmet Bayazıt tam yedi sene önce rahmet-i Rahman’a uğurlandı. Maraşlıların söyleyişince, “geçinerek” ondan daha önce ötelere giden değerli ağabeyi ve büyük şair Adil Erdem Bayazıt’la ayrılığı, hasreti tam iki sene iki hafta sürdükten sonra, 21 Temmuz 2010’da, bir çarşamba günü Eyüp Sultan Mezarlığı’nda, Haliç’e bakan yamaçta ağabeyine ebedî misafir oldu.
“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm / Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm.”
Kader. Kısmet. Yücel Çakmaklı’yı hastahane ziyareti akabinde, ağabeyinin hece taşındaki bu dizenin altına, yani onun da ağabeyinin yanına uğurlanmasından tam bir yıl önce, yine bir temmuz günü; gözler bu dizelere sabit Fatihalar okunduktan sonra, yamacın yukarı tepesindeki Horasan erenlerinin de çok yakınındaki mekânda buluşma devam ediyor. Yenilen ve içilen teferruat. Hâlâ hissedilen: Boğaziçi’ye bakan, yani Beyzade ağabeyi tarafından, şiir ülkesinden imgeler, hatıralar; diğer yanda Horasanlı Yesevi takipçileri ve sahabelerden muştulu sohbet âlemi… Hesapları kimseye ödetmeyen, her zaman kendisi ödeyen bey, ilk defa hesabın ödenmesine müsaade etmesiyle sevenlerini onurlandırıyor, sevindiriyor.
Ahirete göç ettiğinde arkasında onurlu bir film ve belgesel yapımcı yaşamı içine sığdırdığı ve hayırla anılacak sayısız dostluklar bırakmıştı.
“Ferideciğim, fotoğraf ve film çekimi için en güzel ve doğal ışık saat on bir gibidir.” Bu kural ve ustasından duyduğu kulağında küpe, diğer bilgilerle peribacalarının tam zamanında fotoğrafını çekmek için kahvaltısını bitirip, oteldeki yeni internet imkânı üzerinden acele haberlere de göz atıp yola çıkmak üzereyken okuduğu: “Ahmet Bayazıt vefat etti.” haber başlığı ile gelen acı ve hüzün; on yaşındayken kendi öz babasını kaybettiğindeki yetim kalan o küçük kızın kalbindeki ve ruhundaki acı ve hüzünden farksızdı.
– “Yusuf can! Niyetlensem, şu Alamanya’nızda haftaya bir kurban nerede kesilebilir?”
– “Bâ, hayırdır? Kurban Bayramı’na daha çok var.”
– “Erdem! Sami’nin yüksek lisans imtihanı var. Verir vermez sevincine bir kurban adağı ile… Ona süpriz olsun. Diğer öğrecileri de toplayalım; Filistinli, Afganistanlı; Sancak’dan, Bosna’dan… Şöyle, bize has bir meclis kuralım, ne dersin?”
Kalplerini kazandığı o geniş mi geniş gönül coğrafyasından bazı gençler, doğum gününde süpriz yaparak ta Kafkaslardan İstanbul’a ziyaretine gelerek, sevdiği melodileri kemanlarıyla hürmetle icraya kalkanlar… Çat pat öğrendiği Türkçesiyle bile sohbetinin lezzetini tattığında, aynı dilde onunla daha uzun ve daha derin sohbet için üniversite öğretimine bir de Türk Dili ve Edebiyatı’nın yüksek lisansını bitirme motivasyonunu vermesi bir yana; doğumdan Avrupalı bir “yabancı”nın kalbini fethederek, çoğu özde Türkiye yerlisi ama “mış” gibi yaparak sözde kalanlardan daha da millî bir duruşa cezbettiği insan ve ahiret kardeşini, artık sohbetinden garip bıraktı da gitti.
Film ve belgesel yapımcısı olarak sanat yaşamında ortaya koyduğu eserler ve özgeçmişi şöyle özetlenebilir: Ahır Dağı’nın dört-beş yüz metre aşağıdaki eteklerinde kurulmuş Maraş’da, 1946 yılında dünyaya geliş. Çocukluk, ilk gençlik ve okul yılları. Yaz aylarında Maraşlıların yaylası ve “baba yurt”u Güzlek’de, ana köyü Çağsak’da ya da şehir merkezine yaya bir saat mesafeli Tekerek’deki tarlalarda doğa ile içiçelik. Bağ, bahçe ama ille de dağ ve yayla sevgisi ve de ağabeyi Adil Erdem Bayazıt’ın peşi sıra mümin ve mütevekkil diğer sosyal ve kültür çevresinde yurt, edebiyat, sanat ve şiirseverlikle beraber gençlikten yetişkin şahsiyet hâline geliş.
Ankara Siyasal Bilgiler’in Basın-Yayın Yüksek Okulu, Basın ve Radyo-Televizyon Bölümü’nde üniversite öğrenciliği. Yeni bir edebî muhit içerisinde, yani Ankara’da Edebiyat Dergisi’nde onurlu bir aidiyet. Bilindiği gibi, Edebiyat Dergisi 1968 kuşağının ruhi ve fikrî aidiyet arayışlarına cevap ve kaynak olduğu gibi, zamanının basılı medya yelpazesinde yeni bir düşünce muhiti olarak; dünyaya, tarihe, kültür ve medeniyete yerli ve millî bir bakışın yolunu da açmıştı. Bu muhitteki mütevazı katkıları yanında ve iki üç yıllık -Ankara Defterdarlığı ve Sanayi Bakanlığı Teşvik ve Uygulama Dairesi’nde uzman olarak- memurluktan sonra da esas sanat uğraşı, yani drama, belgesel ve filmciliğe ise TRT’de yapımcılık sorumluluğunda giriş. Medeniyetimizin ve kültürümüzün televizyon ekranına hakkıyla yansıtılmasındaki hizmetleri kimi bürokratların hoşuna gitmeyince istifa. TRT’deki bu önemli görevinden arkadaşları Tuncay Öztürk ve Şenol Demiröz ile beraber ayrılıp millî film sektöründeki öncü yapımcı kuruluş olan Ajans 1400 şirketini kuruş. Film yapımcılığı ve belgesel film yönetmenliği çalışmalarına; plan, proje ve drama diziler ve de film yapımına yıllarca burada ve daha sonra da İlta iletişim ve film şirketinde devam.
Ajans 1400’ün ilk film yapımı, Afgan mücahitlerinin direnişi ile ilgili belgesel bir filmin çekimi olur, yani “Afganistan… Afganistan…” (1982, renkli, 16 mm). Türkiye’nin ilk belgesellerindendir. Güzel bir ekip çalışmasıdır: Yönetmen: Yücel Çakmaklı, senaryo: Erdem Bayazıt ve Şenol Demiröz, görüntü yönetmeni: Çetin Tunca. Bu ekip aynı zamanda 1979’den beri Sovyet işgali altındaki Afganistan üzerine 1981 yılında haber ve belgesel yapmak için giden ilk ve tek Türk film ekibi, yani Ajans 1400’ün ekibiydi. Ekip, Ahmet Bayazıt, Yücel Çakmaklı, Şenol Demiröz, Erdem Bayazıt, Necdet Taşçıoğlu, Halil İbrahim Sarıoğlu ve kameraman Çetin Tunca’dan oluşuyordu. 12 Eylül askerî rejiminin sansürüne takılan bu belgesel filmi Türkiye’nin geniş kamuoyuna tanıtma imkânı bulunmamış olsa da bu gibi özverili uğraşlar ve bu meşakketli seyahat ile ilgili anılar, Erdem Beyazıt’ın önce Mavera Dergisi’ndeki “İpek Yolundan Afganistan”a başlığı altında, Aralık 1981 sayısından itibaren yayımlanan yorumlarıyla ve sonra da “İpek Yolundan Afganistan”a adıyla kitaplaşmasıyla Türkiye’de artık belli bir duyarlı kitlenin giderek daha da çoğalmasına da vesile olur.
Sanat hayatını ve film sanatı kişiliğini, adına kurulması ümit edilen akademik medya ve film enstitülerinde görev alacak ehil akademisyenlerin daha geniş açılardan uzun araştırmalarına bırakarak birkaç başka yönüne daha değinilmiş olsun:
Ağabeyi Erdem Bayazıt’ın vefatından sonra o Dâvûdî sesiyle hem ağabeyinin: “Ey dağlar neredesiniz ey” dizesiyle, hem de diğer şiir ustalarının değişik dizeleriyle ormana, yaylalara –çirkef şehirleşme ve insan ilişkilerindeki yozlaşmaların da etkisiyle– tabiata özlemini: “Dağlar beni çağırıyor.” diye dile getirirdi. O çağrı belki ona “baba yurt”u, Maraş’ın Güzlek’inin bir yamacına yaptırdığı ve bizzat kendisine ne yazık ki ancak birkaç kez ve birkaç günlüğüne nasip olan o doğal yeşillikler içindeki bir beyaz yayla evini yaptırmasına vesile oldu.
Kitabı ve kuramsalın yanına gündelik hayatın akışı içinde dünyada ve Türkiye’de olup bitenleri tahlil etmede ve kamuoyuna mal etmede Mavera Dergisi’nin sanat, edebiyat ve kültür muhitinde, mutfağında hiç de kendini öne çıkartmadan; entellektüel yeni kabiliyetlerin, özellikle de medya ve film sektöründeki yeni muhitlerin hazırlayıcılığı, toparlayıcılığı ve kabiliyetlerin biribirlerine bağlayıcı olma uğraşı onun Kahramanmaraşlı hemşehrilerinin söyleyişiyle “helikler”in, yani ufak taşların duvarda biribirlerine kenetlenmesinde önemli olan harç gibi kendini geri tutma, göstermeme becerisi ve özverisidir.
Geride kalan aile efradı ve ona çok yakın olmuş dostlarının sorumluluğunu hatırlatmak, hasbelkader yol kardeşi olmuşların haddi değil: Kuşkusuz kültür ve edebiyat kamuoyuna kazandırılarak yakın geçmişimizden geleceğe çok şeyler söyleyecek değerli arşivinden nelerin, ne zaman gün yüzüne çıkarılması gerektiğine en doğru kararı onun vâris ve emanetçileri olanlar vereceklerdir. Edebiyat ve şiir araştırmacılarına önemli kaynak özelliği de olacak, ağabeyi Erdem Bayazıt’ın çeşitli gazetelerde yayımlanmış, tümü 900 kadar olan bütün yazılarının derlenmiş, toplanmış ve tasnifi yapılmış, kitaplaştırılabilecek yazıları bunlara ilk örneklerden biridir.
Bilenlerin bildiğince o, üstadı Necip Fazıl’ın daktilosuna giden parmakları da olmuştur çoğu kez. Bir kez N. Fazıl’ın Osmanlı Türkçesindeki notlarından dikte ettiği metinleri haftalarca daktiloyla Latin harfli Türkçe yazıya geçirmiş, kimi kez de N. Fazıl’ın mahkemelerde vereceği savunmayı daktilo etmiştir. Ağabeyi Erdem Bayazıt’ın ölümünün ertesi iki sene içinde, yetim kalmış yavru kuzular misali yaşadığı o özlem ve acıları, vücudundaki gittikçe artan somatik rahatsızlıklara tekabülü sanılan son görüşme ve sohbetlerin birinde; sanki sekte-i kalple ölümünün ani olacağından da haberliymiş gibi -ancak sonradan manasına varılacak sözlerle- Sultan-ı Şuara ile olan hatıralarının perdesini biraz daha aralayarak, duyanları kimi emanetin varlığından haberdar ederek, hâl diliyle bir bakıma: “Emanete sahip olanlara büyük sorumluluk düşüyor.” demişti.
Hem üniversite yıllarından beri arkadaşı hem de Ajans 1400 ve İlta’da Ahmet Bayazıt’ın yanında beraber olan, TRT’nin kısa bir süre genel müdürlüğünü de yapan Şenol Demiröz, ardından: “Değerlerimizi ve kültürümüzü çok iyi yaşatan ve yaşayan biriydi.” derken; Maraşlı hemşehrisi ve öğrenciliklerinde aynı evde beraber kaldığı ve sonraları da ona yazlık komşusu da olan sosyolog Osman Nalbant: “40 yıl arkadaşlığımız devam etti. Benim tanıdığım en birikimli ve donanımlı insanlardan biriydi.” diyor.
Son dönem Türk edebiyatının önde gelen öykücülerinden Rasim Özdenören ise ardından şöyle yazmış: “Ahmet, bana, şimdi neredeyse hepsi rahmete kavuşmuş olan bizim arkadaş kümemizden arta kalan bir emanet gibiydi. Şimdi öyleyse, onu iyi muhafaza edemediğim için ben mi emanete ihanet etmiş oluyorum, yoksa emanet kendini benden daha emin bir ele mi teslim etmiş oluyor? Hangisi? … O her zaman evin, evimizin küçük oğluydu. Yaşı isterse 64’e dayanmış olsundu. Evin küçük, fakat yetenekli, istikbal vaat eden, her hâliyle büyüklerinin takdirini, aferinini kazanmayı hak eden oğluydu. Evin küçük oğluydu ama daima ciddiye alınırdı.”
Televizyonculuk, film yapımcılığı entelektüel bir iş olarak girdi yaşamına. Milletimize, kültürümüze nasıl en güzel hizmet ederim diye düşünerek ürünler verdi. Milletimizin dertlerini gidermeye yönelik, medeniyetimize ve değerlerimize hizmet eden yetkin sanat ürünlerinin meydana gelmesine öncülük etti.
Bir sanat dalının, yani edebiyatın diğer sanat dalına, yani film sanatına tercümanlığına en iyi örneklerini verdi. Edebiyatımızdan uyarladığı, yapımcılığını ve koordinatörlüğünü yaptığı dizi ve filmlerin en önemlileri şunlardır: “Çok Sesli Bir Ölüm” (Rasim Özdenören’in bir hikâyesinden uyarlanan bu film, TRT’ye ilk uluslararası film ödülünü, 1977 Prag TV Filmleri Festivali Özel Ödülü’nü kazandırmıştır.); “Oynaş” (TV filmi, hikâye: Şevket Bulut), “Bir Adam Yaratmak” (üç bölümlük TV dizisi, eser: Necip Fazıl Kısakürek, yönetim: Y. Çakmaklı); “Denizin Kanı” (beş bölümlük TV dizisi; eser: Tarık Dursun K., yönetim: Y. Çakmaklı), “Çözülme” (TV filmi, hikâye: Rasim Özdenören, yönetim: Y. Çakmaklı); “IV. Murat” (TV dizisi, eser: Turan Oflazoğlu, yönetim: Y. Çakmaklı); “Bağrı Yanık Ömer İle Güzel Zeynep” (TV filmi, eser: Tarık Dursun K., yönetim: Y. Çakmaklı); “Dönemeç” (TV dizisi, eser: Tarık Buğra, yönetim: Okan Uysaler); “Sahibini Arayan Madalya” (120 dakikalık sinema filmi; senaryo: Tarık Buğra ve Ahmet Bayazıt); “Çocuk Ve İnanç” (Altı bölümlük TV çocuk dizisi; senaryo: Hüseyin Öztürk ve Ahmet Bayazıt, yönetim: Okan Uysaler).
Yapımcılığını üstlendiği bazı belgeselleri ise şunlar: “Afganistan… Afganistan…” (Belgesel film, senaryo: Erdem Bayazıt ve Şenol Demiröz, görüntü yönetmeni: Çetin Tunca); “Taşa Güzelleme” (30 dakikalık Divriği Ulu Cami ve Darüsşifası’nı anlatan belgesel; seneryo ve yönetim: Tuncay Öztürk); “Güneş, Ay, Yıldız” (90 dakikalık, Ertuğrul Faciası’nı anlatan belgesel; senaryo ve yönetim: Şehbal Arınlı); “Zaman Ve Mekân” (toplam 4 CD’lik, Anadolu dışındaki Osmanlı eserlerini on bin kadar dia-film ile anlatan interaktif görsel albüm); “Mozaik ve Zaman” (40 dakikalık Antakya Mozaik Müzesi tanıtım belgeseli; metin yazarı ve yönetim: Mevlüt İpek); “Üç Dinin Kutsal Kenti” (30’ar dakikalık iki bölümlü ve Kudüs’deki üç dinin önemli mekânlarını ve Türk dönemlerine ait eserleri tanıtan belgesel; metin yazarı: Ş. Demiröz, yönetim: T. Öztürk); “Filistin’de Bir Osmanlı Üçlemesi” ve “Akka”, “Yafa”, “Ergiri”, “Tiran-Akçahisar”, “Ölüler Şehri” ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “İstanbul ve Ağaçlar” yazısından esinlenerek yapılmış 15 dakika süreli “İstanbul’da Zaman” belgesel filmi.
Yapımcılığını üstlendiği dizilerde, belgesellerde ve filmlerde inançlı, kendi değerlerimizden ödün vermeyen, son derece estetik görsel medya ve film eserlerinin ortaya konmasına vesile oldu.
Fani dünyadayken her yanına gelip gideni veda anındaki uğurlayışınca ebediyet âlemi için şimdi sana candan tekrar edelim: “Güle güle git, yolun açık olsun! Allah kalbini görsün!” Ağabeyinin Aşk Risalesi’nden ödünç alarak, yedi yıldır ardından sıkca tekrar ettiğimizce, Fatihalara vesileyle şimdi bir kerde daha, tekrar edelim:
“Sen bir taze haber gibi gelmiştin unutmadım / Her gelişin bir taze haberdi unutmadım.”