AFRİKA EDEBİYATINDA ÜTOPYA

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Afrikalı muhayyile, modern Avrupa toplumlarının sömürüsü neticesinde şekillendiği için ütopya türünü kendine has üslubu ve meseleleriyle yeniden üretmiştir. Ütopya özelliğine sahip eserler önemli oranda ya sömürge öncesi Afrika fikrini geleceğe taşıma ve alternatif tarihler yazma vazifesi görmüştür ya da sömürge zihniyetini ve mirasını aşıp Afrikalı kimliğin inşasına çalışmıştır. Burada öncelikle Afrika edebiyatı kavramına kısaca bakacağız ve kavramla ilişkili olarak Ali Mazrui’nin Christopher Okigbo’nun Duruşması [The Trail of Christopher Okigbo] eserini bir ütopya örneği olarak ele alacağız. Bu örnek hem tarihsel gerçeklikleriyle bütünlüklü ve çoğulcu bir Afrika fikrini öne çıkarır hem de bağımsızlık sonrası Afrika toplumlarının temel problemlerini tartışır.

    Afrika edebiyatı ifadesi kapsamlı bir ifade olarak yekpare bir edebiyat faaliyetini karşılamaktan uzaktır. Afrika kıtası düşünüldüğünde farklı dil, din ve coğrafyaların farklı tecrübeleri bağlamında ortak hususiyetlere sahip bir edebiyattan bahsetmek pek mümkün görünmemektedir. Doğu, Kuzey ve Batı Afrika Müslüman toplulukların yoğun yaşadığı bölgelerdir ve kendi içlerinde büyük farklılıklar barındırırlar. Doğu Afrika, Svahili dilinin daha çok baskın olduğu, Yemen’in Hadramut bölgesinden göç eden Araplarla yerli toplulukların (özellikle sahil bölgelerinde) karışımıyla teşekkül eden bir dil ve kültüre sahiptir. Kuzey Afrika’da yine Arapça’nın ve lehçelerinin, Endülüs’ün ve ana akım Arap edebiyatının baskın olduğu bir alandır. Batı Afrika’da Arapça eğitimin yoğun olduğu, tarikatların baskın olduğu klasik İslam edebiyatının canlılığını koruduğu bir yerdir. Hristiyanlık kadim ve modern gelenekleriyle Afrika’nın birçok bölgesinde yayılmıştır. Etyopya, Eritre, Mısır gibi bölgelerde kadim Hıristiyanlık hâkimken, Sahraaltı Afrika’da Protestanlık sömürgecilikle birlikte yayılmıştır. Geleneksel Afrika dinlerine mensup topluluklar da Afrika sathında yayılmıştır.
    Diller açısından mevcut dillere ek olarak sömürgeci ülkelerin dillerinin egemen olduğu toplumlar açısından Afrika’da Anglofon, Frankofon, Lusofon (Portekiz), Hispanofon, Arabofon gibi farklı bir bölümlemeye gidilebilir. Bu baskın diller aynı zamanda belli ülkelerde ana dil olarak da kullanılmaktadır. Bu durumda Avrupa dilleriyle yazılan edebiyat metinleri hangi edebiyat sınırları içine dâhil edilecektir? Dolayısıyla burada Afrika edebiyatı kavramını, sömürgecilikle ilişkili olarak Afrika toplumları mensuplarının herhangi bir coğrafyada ve dilde ürettikleri edebiyat olarak kullanacağız. Bu edebiyatın temel dinamiği direniştir. Barbara Harlow tarafından “direniş edebiyatı” olarak da kavramsallaştırılan Afrika edebiyatı sömürgecilik, sömürge zihniyetine ve mirasına direnişi çok boyutlu bir çerçevede yürütmüştür. Bu direniş öncelikle Afrika gerçeğinin Afrikalı yazarlar tarafından dile getirilmesidir. Bu tür direnişin en önemli örneği Chinua Achebe’nin Parçalanma [Things Fall Apart] eseridir. Diğer yandan Afrika edebiyatı bir çeşit tarih yazımını, politik tartışma ve direnişi ve felsefi üretimi de bünyesinde barındırır. Bu açıdan Afrika edebiyatında, modernliğe maruz kalan bütün geleneksel toplumlarda gözlemlenen ortak özellikleri bulabiliriz. Ngũgĩ wa Thiong’o romanlarını ana dili Gikuyu dilinde kaleme alarak kültürel bir direniş sergiler. Ütopik özellikler gösteren modern Afrika edebiyatının numuneleri de bahsedilen amaç ve stratejilerden bir veya birden fazlasını ihtiva eder.

    Bu açıdan Afrika edebiyatını şekillendiren en önemli hadise 1950’lerdeki bağımsızlık hareketleridir. Bağımsızlıklarını kazanan Afrikalılar kendi geleceklerini inşa etmeye girişmişlerdir. Diğer bütün uluslar gibi, Afrika ulusları da bir gelecek tahayyülünü geçmişin mitlerinden devşirilen ortak semboller üzerine kurmak çabasına girmiştir. Fakat bağımsızlık sonrası güzel gelecek hayalleri, Afrika toplumlarının kısa sürede tecrübe ettiği yolsuzluklar, siyasi çalkantılar, iç savaşlarla yerini derin bir kötümserliğe bırakmıştır.

    Sömürge sonrası edebiyatı uzmanlarından Bill Ashcroft’a göre, ütopya genellikle ümitle ilişkilendirilse de ütopya fikrinin temeli mükemmel olanı hayal etmek değil, ütopyadan, yani Türkçesiyle yokistandan durarak bugüne konuşmaktır. Yine Ashcroft, ütopya türü üzerine araştırmalarda en önemli düşünürlerden biri olan Ernst Bloch’un felsefi sisteminde, ütopyacı dürtünün insan türünün içsel bir hususiyeti olduğunu, dolayısıyla henüz-olmayanın bugünü değiştirme ve sorgulamada önemli bir yere sahip olduğunu ileri sürer. Ütopyalar bu açıdan bugün için imkân dâhilinde olan alternatifleri ve çıkışları da işaret etme yönüyle önemli metinlerdir. Afrika toplumlarının tarihsel tecrübesi olan sömürgecilik ve bağımsızlık sonrası yaşanan toplumsal ve siyasal kaosların ütopya fikrini tetiklediği ve Ashcroft’un çerçevesini tartıştığı “bugünü eleştirmenin bir aracı olarak ütopya (yokistan)” fikri, Afrika edebiyatında temel olarak geçmiş ve geleceğin harmanlandığı, Afrika’nın geleceğini merkeze alan ve Batı sömürgeciliğini tartışan türleri içerir.

    Ayi Kwai Armah (Two Thousand Seasons) ve Ben Okri (In Arcadia) yazdıkları ütopya özelliği gösteren eserlerle iki temel noktadan hareket ederler. Armah tarihi geriye dönük tekrar yazma girişiminde bulunur. Ben Okri ise Afrikalı bilincini ve bu bilincin diğer bileşenleri üzerinden sömürge eleştirisi yapar ve Afrikalıya has bir varlık zaman bilincini inşa eder, hatırlatır veya icat eder. Bill Ashcroft iki yazarın da eserlerini kapsamlı bir şekilde tartıştığı Geleceği Hatırlamak [Remembering Future] makalesinde her iki yazarın da Afrika ruhunu ve manevi enerjisini barındıran muhayyilenin yaygınlaşmasını sağladıklarını ileri sürer. Wole Soyinka’nın Season of Anomy (1973) eseri ise Afrika’nın kurtuluşunun ancak geçmişin otantik değerlerine dönüşle mümkün olduğu tezini işler.

    Amerika’daki saygın üniversitelerde akademisyenlik yapmış Ali Mazrui’nin 1971 yılında kaleme aldığı Christopher Okigbo’nun Duruşması [TheTrail of Christopher Okigbo] isimli tek romanı, Mazrui’nin bir siyaset bilimci olarak Afrika’nın neredeyse bütün güncel meselelerini elden geçirdiği ütopik bir romandır. Diğer bir deyişle, roman aslında bir siyaset bilimci olarak Ali Mazrui’nin Afrika’ya bakış açısını, tezlerini, provokatif fikirlerini bir ütopyanın sağladığı özgür sınırlarnı içerisinde tartıştığı bir eserdir. Romanın sınırlarını esnetmek için Mazrui, romanın bir “fikir romanı” olduğunu ileri sürer. Ama bir fikir romanından daha fazlasına ihtiyaç duyduğu için romanı Afrika’nın ahiretinde kurgular ve gerçekliğin kaba dünyasında gerçekleşen hadiseleri bir Afrika ütopyasında siyaset biliminde işlediği fikirleri bazen gereğinden fazla boca ederek tartışır. Romanın konusu, Nijeryalı şair Christopher Okigbo’nun Nijerya iç savaşına gönüllü olarak katılıp ön saflarda vurulması sonrasında, Ahiret Afrika’sında mahkemeye çıkarılarak, toplumu sanatının önüne koyma ile suçlanmasıdır. Savunma avukatı Kurban Bayramının birinci günü bir trafik kazasında vefat eden Müslüman Hamisi, savcı Apollo Giyamfi Oxford Üniversitesi’nde okurken dikkatsizlik sonucu ölen bir Hristiyandır.

    Romanda Nijerya iç savaşı merkezde olsa da, sanat ve siyaset, Afrika birliği, milliyetçilik/kabilecilik, sömürgecilik, Avrupa merkezli Afrika yaklaşımı romanda ana ekseni oluştururlar. Bu yönüyle, ütopya türü açısından eser tam anlamıyla mevcudu eleştirme, alternatifi gösterme ve Afrika’nın bir bütün olarak tarihi ve güncel unsurlarıyla resmigeçitte bulunmasıyla birlik fikrini inşa etme amaçları taşımaktadır.

    Ali Mazrui’nin romanında merkeze aldığı şair Christopher Okigbo şiirde yeni ufuklar açan Nijerya ve Afrika’nın önde gelen eğitimli bir entelektüellerinden biridir. Okigbo’nun şiiri geleneksel Afrika motiflerini barındıran modernist şiire büyük katkıda bulunan bir ses olarak kabul edilmektedir.

    Mazrui’ye göre, özellikle Afrika toplumlarının özgürlüklerini kazanmaları sonrasında, Afrikalıları birbirine bağlayacak milli edebiyatlar ve kimliklere ihtiyaç doğmuştur. Fakat kalemiyle halkına hizmet edebilecek bir şahsiyet olan Christopher Okigbo kabilesini savunmak için savaşa girmiş ve öldürülmüştür. Dahası, ortaya koyduğu şiirle yeni bir alan açan Okigbo mevcut entelektüel düzeyi dönüştürme ve Nijerya’nın çok kültürlü yapısına katkıda bulunabilecek nadir şahsiyetlerden biridir.

    Hikâye, Kurban Bayramının birinci günü trafik kazasında vefat eden Hamisi’nin Ahir-Afrika’ya varmasıyla başlar. Hamisi’nin Ahir-Afrika’ya varmasıyla Christopher Okigbo’nun varması aynı zamana denk gelir. Hamisi, dünya hayatındaki fiillerinin neticesinde bir kabul imtihanına tabi tutulacaktır ve bu imtihanın Okigbo’nun savunması olmasına karar verilir. Okigbo Afrika’nın büyükleri tarafından “değerleri tahrif etme”, “değerler skalasında cemiyeti sanatının önüne koyma” suçlarıyla mahkemeye çıkarılır. (Mazrui, s. 41)

    Ali Mazrui, Okigbo’nun suçlanması ve savunmasında Afrikalı entelektüelin iki uç konumu olan Avrupa-merkezcilik ve Negritütü tartışmak için kullanır. Suçlamada uç bir Avrupa yaklaşımı vardır ve bu Afrika’nın vaziyetine tekabül etmemektedir. Bir Ganalı olan Apolo-Gyamfi savcıdır. Apolo-Gyamfi “Okigbo’nun düşüşünü” bireycilik, evrensellik ve sosyal kollektivizm farklarını yaparak sunar:

    “Bireycilik kişinin kendi varlığına olan derin sadakatidir, ferdin kişiliğinde özel bir ayırdedicilik/farklılık alanı bulundurma kapasitesine işaret eder. … Ailenin yüz karası en bireyci üyedir, tam olarak bariz bir biçimde kendine özgüdür.

    Evrensellik ise sonsuz olana bir sadakattir.

    Sosyal kolektivizme gelince, Apolo-Gyamfi onu bireyi kendi topluluğuna bağlayan karmaşık sadakatler dizisi olarak tanımlar. Bu sadakatler, bazen kişiyi insanlarını sevmeye, onlara hizmet etmeye yönelten, atalarının topraklarını savunma dürtüsünü uyandıran tanıdık ve akrabaya sevgi duyma ile ilgilidirler. Sosyalizm, kabilecilik ve milliyetçilik bu bağın farklı biçimlerini teşkil ederler” (Mazrui, s. 67-68)

    Sonuç olarak Apolo-Gyamfi sanatçının mesuliyetlerini üç düzlemde belirler: “öncelikle kendine, ikinci olarak evrensel olana ve ancak üçüncü olarak cemiyete” (69). Fakat Christopher Okigbo’nun hayatı işte bu üçlü değer sistemini ihlal etmenin örneği olmuştu.

    Hamisi savunmayı temsil eder ve Apolo-Gyamfi’nin iddialarını cevaplar. Mazrui burada Avrupa-merkezciliğe karşı çok dikkat çeken bir muhalefet sergiler. Hamisi, Apolo-Gyamfi’nin üçlü ayrımının aşırı derece Avrupai olduğunu ileri sürer: “Büyük yaratıcılığın bireycilikten çıktığı fikrinin kendisi evrensel olarak doğru değildi. Afrika sanatının büyük bir kısmı kolektif bir deneyimdi. Bütün efsaneler, halk şarkıları, masallar, atasözleri, kadim dansların istiğrak hâli varlığın ortak hareketleriydi.” (Mazrui, s. 77).

    Hamisi, Apolo-Gyamfi’nin sanatçı tanımının “Avrupa estetiğinin esaslarından ithal edilmiş yabancı bir izah” olduğunu iddia eder ve “Christopher Okigbo hayatını içinde yaşadığı toplum için vermekten dolayı nasıl suçlu farz edilebilir?” diye sorar (Mazrui, s. 80).

    Ardından, Hamisi Nijerya iç savaşını tartışmaya açar. Nijerya devletinin bağımsızlığından sonra parçalanmasına ve insanlar arasındaki güvensizlik atmosferine odaklanır. Bu kısımda savaşın bazı kurbanları şahit olarak duruşmaya çağrılır. Onların savaşa olan birinci elden şahitlikleri güven kaybıyla başlayan iç savaşta yapılan zulümleri ortaya koyar. Onlardan sonra, Afrika’nın yaşayan şahsiyetlerinin (1971’de) sesi mahkeme salonunda duyulur. Onlardan bir tanesi Kwame Nkrumah’tır:

    “Afrika toplumunun bir parçası geleneksel hayat tarzımızı oluşturur; ikinci kısım İslam’ın Afrika’daki varlığıyla teşekkül etmiştir; üçüncü ve sonuncu kısım ise esas olarak sömürgeciliği ve neo-sömürgeciliği kullanarak Afrika’ya Hıristiyan geleneğinin ve batı Avrupa kültürünün nüfuzunu temsil eder. Bu farklı parçalar rakip ideolojilerle hayat bulmaktadır. Fakat toplumun bütünü açısından bakıldığında örtük ama dinamik bir birliğe sahip olduğundan rakip ideolojilerin yerini alacak ve samimi bir şekilde herkesin ihtiyacını karşılayabilecek bir ideolojinin ortaya çıkması gerekmektedir. Böylece bu ideoloji toplumun dinamik birliğini yansıtacak ve toplumun daimi ilerleyişinin rehberi olacaktır”. (Mazrui, s. 136)

    Nkrumah’ın sözleri Pan-Afrika fikrini işaret etmektedir. Bir ilim adamı olarak Mazrui’nin de Afrika’nın üçlü mirası olarak nitelediği Afrika birliği fikrine büyük katkısı olmuştur. Dünya çapında ses getiren, 1986 yılında BBC için hazırladığı Afrikalılar: Üçlü Bir Miras belgeseli de aynı tezi işler. Dolayısıyla konu Afrikalılık olduğunda, Nijerya iç savaşı rastgele bir seçim değildir. Ütopyada, Mazrui, “İslam, Avrupa Hristiyanlığı ve yerel geleneğin tek bir milletin bünyesinde yeni bir şahsiyeti Nijerya örsünde dövmeye çalıştığı için Nijerya embriyodaki Afrika’ydı” der.

    Afrika aksaçlılarının mahkeme sonundaki hükmü post-kolonyal Afrika’nın meselelerinin bir eleştirisi olarak başlayıp bütün tarafları belirsizliğe mahkûm eder:

    “Doğru, Okigbo bir açıdan düşünüldüğünde sanata sırtını dönüp savaşa katıldı. Fakat bu durumu hafifleten çok şart mevcuttu. Ne ortalama insanın çekimi küçümsenmelidir, ne de akraba ve yakınlara olan dürtüsel sevgi. Her durumda, konsey sanat ve milliyet arasında keskin bir ayırım yapamamıştır.

    Biafra savunması suçludur; Biafra savunması suçsuzdur, ve Biafra Savaşı’nın hükmü verilmemiştir zira bir hükme ulaşılmamıştır..

    Christopher Okigbo bir girişimde bulunup öldüğü için suçlu mudur? Hüküm kanıtlanmadı, olmalıdır. Ve Okigbo’nun cezası tam olarak bu belirsizlik olmalıdır. Okigbo, Biafra için savaşanlarla birlikte, yaptıklarının değip değmediğini sayıklayarak asırlarca seyahat etmeli”. (Mazrui, s. 143-144).

    Okigbo ve Nijerya’nın davası, Afrika’nın bir embriyosu gibi çözümsüz kalır. Ali Mazrui, ütopyasında Afrikalılar’ın acılarını dindirecek ve ruhlarını ferahlatacak büyülü bir hüküm vermez. Romanın sonundaki hüküm, Afrika’lıların meselelerine birçok yönden bakılmasını sağlayacak çok yönlü bir hüküm olur. Roman boyunca geleneksel Afrika, İslam ve Hristiyanlık ve Afrika’nın siyasi ve edebî şahsiyetlerine vurgu vardır. Afrika’nın tamamı bir kişilik olarak Ahir-Afrika mahkemesine çıkarılmış ve acil sorunlarına dair fikirler ileri sürülmüştür.

    Ütopik bir mekân olan Ahir-Afrika, Mazrui’ye bir Pan-Afrika cenneti yaratmak için ideal bir yer olarak hizmet eder. Roman boyunca Afrika’nın tarihi şahsiyetlerinin bir resmigeçidine şahit oluruz: Zulu fatihi Shaka, kadim Mali’nin imparatoru Sundiata’ya Marakeş sultanı tarafından hediye edilen bir vazo, Utenzi Wa Mwana Kupona veya İnkişafi, İslam geleneğinin bir parçası olan Arapça doğu Afrika edebiyatı, Zenzibar’ın eski sultanı Bargaş, Kongo’nun ilk cumhurbaşkanı Patrice Lumumba, Nijerya’nın ilk başbakanı Abubakr Tawafa Balewa ve Cecil Rhodes, Waren Hasting gibi birçok sömürgeci mahkemededir. Afrika’ya ait bu sembolik nesneler ve şahsiyetler aracılığıyla Mazrui, bütün boyutlarıyla üçlü mirasın bir tablosunu yapmaya çalışır.

    Ali Mazrui, bir siyaset bilimci olarak inşa ettiği ütopyasında Afrika’yı birkaç aşamada yeniden yapılandırır. Öncelikle Ahir-Afrika’da asırlar boyu öne çıkmış dinler, gelenekler ve ideolojiler kendine yer bulur. İkinci olarak semboller, tarihi eserler, Afrika yerli, Müslüman ve Batılı ve Hristiyan geleneklerinden geçmiş ve bugüne ait şahsiyetleri bir araya getirir ve onları konuşturur. Ve bütün bunlar gerçeklik düzleminde gerçekleşme ihtimali oldukça düşük olan karşılaşmalardır. Bir Müslüman olan Hamisi, Okigbo’yu savunur, bir Hristiyan olan Apolo-Gyamfi savcıdır. Mazrui’nin ütopyasında gerçeklikte çatışma sebebi olan unsurlar aslında çözümü içlerinde barındırmaktadırlar.

    Kaynakça
    Bill Ashcroft, Visions of the Not-Yet: Literature and Postcolonial Utopia, Southeast Asian Review of English, 52.1(2014/2015): 1-24.
    Bill Ashcroft (2009) Remembering the future: utopianism in African literature, Textual Practice, 23:5, 703-722
    Mazrui, A. Ali. The Trail of Christopher Okigbo. New York: The Third Press, 1971.
    *İstanbul Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde doktora öğrencisi