GELECEĞİN RİCATI
20. yüzyılın başında “Gelecek” tüm zamanı çekip çeviren, şimdi ve maziyi kendisine alet etmiş bir heyuladan farksızdı. İlerlemenin yegane dikkate ve yaşanmaya değer yaşam formu hâline gelişi modernliğin şiarlarından. Mazi, atılımdan atılıma koşulan bu yaşam tarzında eski ve doğası gereği yetersiz kalmış atılım denemelerinin yığıldığı alana dönüşürken, şimdiki zaman atılımı gerçekleştirmek için çok az vaktimizin kaldığı ve dolayısıyla tüm imkânların seferber edilmesini gerektiren bir “an”a dönüştü. Bu 19. yüzyıl hikayesi yakın zamanlarda ciddi bir dönüşüme uğradı, uğruyor. Bu yazıda “ilerleme” ülküsünün bir bakıma yükselişi ve düşüşünü ele almaya, ve zaman tecrübemizdeki yakın zamanlı bir başkalaşımı ele alma niyetindeyim. Hans-Ulrich Gumbrecht’i takiple tartışmak istediğimiz mesele geleceğin ricat ederken nasıl şimdiki zamanın tüm zamanları istila ederek, zamanın ufkuna doğru genişlemeye başlaması. Bunu Türkçe’de yapabilmenin tek yolu ise Türkiye’deki zaman keşmekeşinin içinden hareketle anlatmak.
Başkasının Eskisi Bir Geleceğin Peşinde Geri Kalmak
III. Selim devrinde telaffuz olunmaya başlamış ve Gülhane Fermanıyla ülkenin her meydanında çığırılmış reform çağrısındaki belki de en sarsıcı yan kadim yolların tükendiğine dair skandalın kamusallaşmasıdır. Tıptan idareye, maddeden manaya eski örflerle yürünecek yolun sonuna gelinmiş, yolsuz kalınmıştır. Utangaç ama şüpheye yer bırakmayan bir şekilde bu izi belli olmayan zeminde yön bulmak meselesi bugün tüm canlılığıyla devam eden tartışmaları doğurmuştur.1
Tanzimat ricalinden Fuad Paşa’ya atfedilen vasiyetname yeni vuku bulmuş ilerlemenin, kısa sürede alınan mesafenin önemini vurgular ve gene de asrın gereksinimleri karşısında ne kadar yetersiz kalındığını da hatırlatır. Dahası bir tür aşılamazlığa da işaret eder: “Bizim için artık önemli olan çok terakki etmek değil, fakat kesin olarak Avrupa’nın öteki ülkeleri kadar terakki etmektir.”2 Fuad Paşa için Osmanlı terakkisi kendi yolunu çizmekten aciz ve ancak var olan örneklerden yola çıkarak bir gelecek öngörebilir. Peki halihazırda var olan, anlamlandırılabilen, sonuçları vuku bulmuş olan “terakki”yle işaret edilen devinimi yadsımaz mıydı?
İcatların ve keşiflerin bilinenin sınırını hep bir adım daha götürdüğü, bilinmeyenin de az biraz sonra bilineceğinden emin olunulan ve fin de siècle (yüzyıl sonu) tesmiye edilen bu dönem bugün kullandığımız anlamda “evrensel” kelimesini yaratmıştır. Dünyanın siyasal, iktisadi ve kültürel ayrımlarla değil de “evrensel” bir temelde, terakki çerçevesinde bir araya gelebileceği ve kalıcı barışı tahsis edebileceği düşünülüyordu. Avrupa anakarasında uzun bir süredir kanlı savaşların olmayışı ve diplomasinin çatışmaları masa başında çözüme kavuşturma becerisi bu hayalin pratik ayağını oluşturuyordu. Pek tabii ki bu hülyalar Avrupa merkezli bir bakış açısından, sömürgeciliği ve sömürüyü görmezden gelen tasavvurlardı. Dahası, bunun böyle olduğunun failleri de farkındaydı.
“İlerleme”nin büyüsü tam da buradaydı: geçmişteki ve şimdiki zulümler, haksızlıklar, adaletsizlikler kaçınılmazdı. Bunlar adil olmayan, “ilerleme” idealinden nasibini almamış zamanların mirasıydı. İlerleme bu büyük adaletsizliği gene zamanla iyileştirecek, tadil edecekti. Liberalizme içkin bu paradoks aslına bakılırsa imkânsız bir hesabın sonucunu bildiriyordu.3 Dün olduğu gibi bugün de imkânsız bu hesap dökümü müstakbel güzelliklerin geçmiş ve şimdiki kötülüklere ağır basacağını bildiriyordu. Gelgelelim denklemin sonucunu müspet kılacak unsurun şimdideki namevcudiyeti onu varsaymamızı, yani inancımızı inancımıza muhtaçtı.4 Celal Nuri kuzey ülkelerine seyahati sırasında ”Ey ilahe-i istikbal! Şurada âlem-i medeniyyeti görüp de içini çeken geri bir milletin geri bir ferdinin duasını müstecab et.”5 diyerek gelecek tanrıçasından terakki duasının kabulünü ister. Ne de olsa ilerleme evrenseldir, duanın nereden geldiğine bakmaz! İlerlemenin bir inanç, kapitalizmin bir kiliseye teşbihi bu minvalde eleştirmenlerce, özellikle de II. Dünya Savaşı’ndan sonra, dillendirilmiştir. Bugünün kapitalizm ve siyasal ilahiyat tartışmaları da gene Cihan Harbi sonrasında mümkün olmuş, 19. yüzyıl boyunca ilerleme sekülerliğini korumuştur.
Osmanlıların ilerlemelerine neyin köstek (pâ-bend-i terakki) olduğunu bir yüzyıl tartışmasından İslam’ın değil Müslümanların suçlu olduğu sonucu çıkmıştır. Yaygın kanı odur ki Müslümanlar kendilerini yükselten geçmiş değerlerden kopmuştur. âdeta Avrupalılar yahut Japonlar İslamsız bir İslam’ı yaşamaktadırlar. Müslümanlar ise kendilerine emanet edilmiş terakki vasıtalarını terk ederek yoldan çıkmıştır. İş suçluyu bulmaya indirgendiğinden mesele bir mahkeme görünümü arz ederek hükmün verilmesi ve cezanın bulunması bir fetiş hâlini almıştır. Bugün de aynı mahkeme, değişen yargıçlar ve ceza kanunlarıyla, aynı davayı tekrar ve tekrar görüyor. Modernite yargısının işini bitirmek için artık hükümden vazgeçmemiz gerekiyor.
Öyleyse, Osmanlı ve sonrasında Türkiye’de modernleşme tartışmalarının temel bir açmazı yukarıda sorduğumuz soru etrafında şöyle formüle edilebilir: bir yandan terakkiyi arzularken diğer yandan tam da terakkinin cüret ettiği önünü görememe hâlinden korkmak. Eğer terakki bilinmeyenin içinde el yordamıyla yolunu bulmak, Prometeci bir hamleyle ışığı getirmekse, modernleşme tecrübemiz bize bunun tam aksini salık veriyor. Bilinmeyeni ne düşleyebiliriz ne de onlara uzanmayı tahayyül edebiliriz. Ancak aydınlanmış bölgelerde, terakkinin geçtiği yollardan yürüyebiliriz. Bunu terakkiyi garanti etmek adına yaparak, tam da terakkiye zımni olan ve onu tanımlayan tarz-ı hareketin aksi yönünde amel etmiş oluyoruz.
Dahası “öteki”lerin izinden giderek gelecek sanki ötekilere aitmiş gibi bu mülkiyetten alıkonulmuş bir “biz”i de yoksulluğu üzerinden yaratıyoruz. Cihan Harbi’yle beraber, Mehmet Akif’ten Halide Edib’e ve Mustafa Kemal’e, hemen herkes Batı’nın bize husumetine ve kendi medeniyet dairesine, eğer zorlamazsak, bizi almayacağına kani olmuş durumda. Bu nesil için “ötekilerden”, Avrupalılardan farksızlaşarak modernleşmek sürdürülebilir bir emek olmaktan çıkar.
Kökü Mazide Olan Ati
Ziya Gökalp ve Yahya Kemal arasındaki latifeden neşet etmiş “kökü mazide olan ati” ifadesi Cumhuriyet’i tanımlayan formüllerden biri.6 Formül baki kalırken çeşitli ideolojiler buradaki “mazi”nin içini doldurma yarışına girdi.
Milliyetçi aydınlardan Birol Emil bir yazısında “milli tarih”i mutsuz bir insanın tuttuğu günlüğe benzetir, orada “saadet şarkısı” yoktur, bir “introspection” (içe bakış) vardır. Bu içe bakış, ötekilerden yüz çevirmekle, artık kendi tarih bilincini “hâlihazırına ve geleceğine şekil verecek müspet ve dinamik kuvvetler dışarda değil, kendi içinde keşfetmek şartıyla” doğar.7 Günlük yapısı itibariyle ilerlemeyi varsayar, geçmiş hadiselerin kapsamlı kayda geçirilmesi ve hatalardan dersler çıkarılması bireyi daha iyiye götürecektir. Emil’e göre “bedbaht milletlerin kriz devirlerinde” bu pratik zaruridir. Tanzimat Türkiye muhafazakârları için ilerlemeyi ıskalamıştır çünkü geçmişi es geçmiştir, düzgün günlük tutmamış, ilerleyip ilerleyemediğini kendi olanakları içerisinde tespit etmekten aciz kalmıştır. Tanzimat’ın yapabildiği ancak ötekinin mikyasında kendini tartmak olmuş, bu sebeple yukarıda belirttiğim paradoks çerçevesinde başkasının eskisi şimdilerde yerinde saymıştır.
Cumhuriyet döneminin bitmek bilmez mazi tartışmaları mesele “ati”ye gelince birdenbire kesiliverir. Sağdan sola Türkiye’de kalkınmacılık, ilerleme ideolojisinin II. Dünya Savaşı sonrası aldığı bu yeni isim, temel ve müşterek bir altyapı olarak gelecekten ne anlaşılması gerektiğini belirtir hâle gelmiştir.8 1960’lara değin kalkınma ve planlama bir tür evrensel reçete olarak görülürken, bu dönemde kalkınmanın insan ve kültür faktörüne bağımlılığı (Becker’in “insan sermayesi” kavramı, 1962) Batı’dan farklı modernleşme patikalarını kuramsal ve tecrübi olarak yalnızca düşünülebilir değil, ele alınması zaruri bir mesele olarak gündeme getirdi.9
Kalkınmanın ve ilerlemenin kültürelleşmesi pek tabii ki birçok “yerli ve milli” akıma ilham oldu. İktisadi gelişme artık antropolojik bir meseleydi. Bu minvalde alternatif modernlikler söylemi Batı-dışı aydınların yeni serhaddine dönüşürken, “halk” pasif bir alıcıdan, aktif bir unsura dönüştü. “X tipi kapitalizm” denklemine Asya, Moğol, Türk yahut İslam girebiliyordu. Gelecek halkın özünde bulunan kimi değerlerin yürürlükteki ekonomik düzenlenmesinden doğacaktı.
Bu hareketin gözden kaçırdığı husus ise bu yeni kalkınma kavramına mündemiç araçsalcı mekanizma: yerelde dağınık hâlde bulunan çeşitli örüntüleri entelijansiya önce “kültür” kavramı altında şeyleştiriyor, ardından bu kültürün ana eksenini oluşturduğu farz edilen değerleri belirliyor. Gelgelelim bu pek masum senaryoda değerlerin kapitalizme endekslenişi görünmez hale geliyor. Sermayenin geleceğine ve yeniden üretimine endekslenmiş bir gelecek için, geriye dönük olarak tüm mazi araçsallaştırılıyor, kalkınmaya katkısı olduğu kadar anılıyor, dahası yararsız kısımlar tasfiye ediliyordu. Bugün hâlâ bu paradigmanın etki alanındayız. Kapitalist modernleşme kendini farklı değer veçheleriyle pazarlanıyor. Neoliberal politikalar Malezya’dan Türkiye’ye dinî söylemlerle çeşnilenerek halka arz ediliyor. “Değerler Eğitimi” adı altında gelecek nesillere kültürü veya maziyi değil, o kültürden soyutlanmış, pratik isnatlarından ayıklanmış, davranışçı tarzda kurallar manzumesi dayatılıyor.
“Kökü mazide olan ati” formülü bireyi/toplumu bir ağaç olarak tasavvur ediyorsa da mazinin ve atinin aldığı hâller bize gösteriyor ki ortada bir köksüzleşme var. Kapitalizm sunabileceği gelecekleri tüketince meraklılarına kendi geçmişlerinden güzel rüyalar devşiriyor. Ne geleceğe ne geçmişe gidebiliyoruz, bu bağlamda şimdiki zaman, yani sermayeci statüko bir başkalaşım yaşıyor.
Şimdiki Zaman Ufku Kaplıyor
Alman düşünür Hans-Ulrich Gumbrecht Unsere breite Gegenwart [Bizim Geniş Şimdimiz] adlı eserinde yeni bir fenomene, şimdiki zamanın diğerlerine hilafen alanını genişletip tüm zamanı işgal edişine, işaret ediyor. Eğer 19. yüzyıl, Koselleck’in ifadesiyle söyleyecek olursak, beklenti ufuklarındaki dönüşümlerin hızına yetişemeyen tecrübenin ve kavramların yetersizliğinden mütevellit bir sıçramalar çağı idiyse, bugün beklentilerimizin sönümlenmesi ve geleceğin bir felaketler uzamı olarak açılması, şimdiki zamanımızı endişelerle kaplı felaketlerin kuluçkada olduğu bir aralığa dönüştürüyor.10 En can alıcı nokta Gumbrecht’e göre insanlığın artık ne yönde ilerlemek istediğine dair bir fikrinin olmaması. Her şeyin aynı anda gerçekleştiği bir eşzamanlılıklar kakofonisinin içine düşmüşlüğün çaresini modernite içinden yeni ritüeller icat ederek (spor!) aşma taraftarı.11
Bugün gelecek ricat ediyor, geçmişimizse bizi terk etmiyor. Artık nostalji bile mümkün değil çünkü tüm geçmiş şimdide yeniden üretilebiliyor. Geçmiş tarihleri o vakitleri yaşayan insanlardan daha iyi biliyoruz. Tüm arşivler, kütüphaneler dijitalleşiyor. Geçmiş hiç olmadığı kadar güncel ama bir o kadar da tatsız ve kekremsi. Gelecekse tüm bu sis bulutu içerisinde harabati bir hâlde vaktinin gelişinden vazgeçmiş bir kenara çekilmiş.
Refi Cevad Ulunay bir köşe yazısında “bizi bırakan mazi” kavramını ortaya atar. Eski güzel günler ve hamiyetli Türk insanı onun nazarında geçmişte kalmıştır, “biz böyle değildik” der, “-o mazi- bizi bıraktıktan sonra böyle olduk.”12 Ulunay’ın nostaljisinin naifliği aşikâr, ve fakat ifadesindeki kıvraklığı vefarkındalığı es geçmemek taraftarıyım. Şimdiki zamanın geçmişi ve geleceği de içine alarak tüm zaman ufkunu doldurmasının önüne ancak 19. yüzyıldan beri düşleyedurduğumuz mazi ve istikbal fantezilerinden vaz geçerek –onlar bizden çoktan vaz geçti!– kurtulabiliriz. Bizi bırakan mazi ve geleceklere iştiyak şimdiyi çölleştiriyor. Kapitalizmden mülhem bu ezbere gelecek tasavvurları ve bir türlü gelmek bilmeyen dünyadaki cennettense, mevcut ahvalimize dair somut bakmayı öğrenmeliyiz.
*Columbia Üniversitesi MESAAS’da doktora öğrencisi
- 1 Örneğin bkz. Şükrü Hanioğlu, ‘Türk muhafazakârlığı Tanzimat ile barışıyor mu?’, Sabah 20.11.2011 (url: www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2011/11/20/turk-muhafazakrligi-tanzimat-ile-barisiyor-mu); ‘Prof. Çetinsaya: Halen Tanzimat’ı yaşıyoruz’, Dünya Bülteni 12.11.2011 (url: http://www.dunyabulteni.net/tanzimat/97909/prof-cetinsaya-halen-tanzimati-yasiyoruz)
- 2 ‘Fuad Paşa’nın Siyasi Vasiyetnamesi [1869]’, Belgelerle Tanzimat: Osmanlı Sadrıazamlarından Ali ve Fuad Paşaların Siyasi Vasiyetnameleri içinde, haz. Engin Deniz Akarlı. Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1978, sf.2.
- 3 İtalyan Tarihçi Domenico Losurdo’nun pek yakında Türkçe’de yayınlanacak Liberalizmin Karşı Tarihi (‘Controstoria del liberalismo’ [2006] – Türkçesi: Açılım Kitap, terc. Uğur Gezen, 2017) tam da bu paradoksu işlemektedir.
- 4 Aron, Raymond, ‘For Progress, after the Fall of the Idols.’ Chicago Review, 32(3), 1981: 108-118.
- 5 Celal Nuri. Kutub Muhasebeleri. İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütüphanesi, 1331, sf. 37
- 6 Mehmet Kaplan, “Kökü Mazide Olan Âti,” Bayrak: Aylık Mecmua, s. 9, 1972, sf. 19-21.
- 7 Birol Emil, “Tarihimizin Dersleri”, Töre: Aylık Fikir ve Sanat Dergisi, s. 2, Temmuz 1971, sf. 19-26, özellikle bkz. sf. 21.
- 8 Mollaer, Fırat. Tekno Muhafazakarlığın Eleştirisi: Politik Denemeler. İletişim Yayınları, 2016.
- 9 Castillo, G.T., “The Quest for Development and the Discovery of Asia by Asians”, Asian Review X: 3, December 1972, sf. 321-335.
- 10 Türkiye bağlamında ‘kabuslarımız’ın bir eleştirisi için bkz. Tanyeli, Uğur. ‘Türkler Neden Korkuyor?’, 06/08/2016 (url: manifold.press/turkler-neden-korkuyor)
- 11 Gumbrecht, Hans Ulrich. Our Broad Present: Time and Contemporary Culture. Columbia University Press, 2014.
- 12 Ulunay, Refi Cevad. ‘Bizi bırakan Mâzî’, Milliyet Gazetesi 12.9.1957, sf 3.