AHİRETİ DÜNYADA YAŞAMAK:
KELÂM’DA “GELECEK” FİKRİ ÜZERİNE BAZI MÜLAHAZALAR
İslam itikadını konu alan ve doğru anlaşılması için çaba sarf eden kelâm ilmi, insanın en önemli ihtiyacı olan inanmayı, onun yaratıcı ve diğerleri ile irtibatını dikkate alarak en sahih biçimde açıklamaya çalışır. Böylece varlık, bilgi ve değer ya da yaratıcı, tabiat ve insan arasında kulun dünyevi ve uhrevi kazanımlarını dikkate alan nitelikli bir bağ kurmaya uğraşır. İtikat insan için; insan da maddi ve zamani bir varlık olduğuna göre, durduğu zemin ve zaman (şimdi) dikkate alındığında, insanın kaçınılmaz biçimde geçmiş ve gelecek şeklinde iki yönü ve tasavvuru olmalıdır. Külli bir ilim olan kelâm, mümini ilgilendiren tüm hususlarla doğrudan ya da dolaylı olarak irtibatlı olduğuna göre bu konuyla da bir şekilde bağlantılıdır. Bu denemede amacımız, gelecek fikrinin kelâm ilminde hangi alanlarla ve bağlamlarda kullanıldığına dair bazı mülahazalarda bulunmaktır.
Hz. Ali’ye nispet edilen bir sözde şöyle denir: “Allah, nefsini sorguya çeken, kabri için hazırlık yapan ve nereden (min eyne) geldiğini, nerede (fî eyne) durduğunu ve nereye (ilâ eyne) gideceğini bilen kimseye merhamet etsin.” ilahi merhamete konu olacak asıl meselenin nefis muahezesi ve ölüm için hazırlık olduğunu ifade eden bu cümle, insan için üç bilgi olduğuna işaret eder: “Nereden geldiği” bilgisi yaratılış (mebde’), “nerede durduğu” bilgisi yaşayış (meâş) ve “nereye gideceği” bilgisi ise ölüm ve ötesiyle (meâd) ilgilidir. Bu sorular aynı zamanda insanın kendini, kâinatı ve tüm bunların sebebi olan yaratıcıyı tanımaya götüren anlam arayışı ile de bağlantılıdır. Başlangıç ve son arasında “arada” bir varlık olan insan öncelikle durduğu yeri kavrama çabasında olan bir canlıdır ve bunun için de nereden geldiğini, yani kaynağını, buna sebep olan zatı ve niteliklerini ve var oluş mahiyetini merak etmektedir. Bu cevapları bulduğunda ise yönünü içinde durduğu ve meâşını temin ettiği dünyaya çevirmekte; bu âlemdeki gayesini ve vazifesini öğrenmeye, neyi yapması ve neden kaçınması gerektiğini anlamaya çalışmaktadır. Tüm bu bilgiler şüphesiz “nereye gideceği” sorusuna cevap olan meâdın bilgisiyle tamam olmadığı takdirde eksik kalacaktır. O sebeple insan en çok korktuğu ölüm ve öte dünya hakkında tatmin edici malumat edinmeyi arzu eder. Böylece gideceği yerin (=gelecek) bilgisi olmadan ne durulan (=şimdi) ne de gelinen yerin (=geçmiş) bilgisi tek başına bir anlam ifade edebilir.
Bu anlam arayışı, ilgili sorular ve kelâmın mesaili arasında bir irtibat kurmak mümkün müdür? Cürcânî felsefi ilgileri tatmin etmesi beklenen bir tanımda, kelâmı şöylece tarif eder: “Kelâm, Allah’ın zatından, sıfatlarından, mebde’ ve meâd itibarıyla mümkinâtın hâllerinden İslam kanunu üzere bahseden bir ilimdir.” Konu dikkate alınarak yapılan bu tanımda iki husus; Allah’ın zatı ve sıfatları ile mümkün varlıkların hâlleri vurgulanır. Tanımda geçen ve mümkün varlıkları niteleyen mebde’ ve meâd yani başlangıç ve son kayıtları ise yaratıcının kadim ve O’nun dışındakilerin ise zamani ve hâdis olduğunu belirtir. Bu tanım, uluhiyet, nübüvvet ve ahiret diye sıralanan üç temel konuya da (usûl-i selâse) karşılık gelir: Allah’ın zatını, sıfatlarını ve mebde’i araştırmanın uluhiyeti, meâdı araştırmanın ahireti, mümkinâtın hâllerini araştırmanın ise vahiy, teklif, şeriat gibi kavramlarla ilgisi dolayısıyla nübüvveti karşıladığı söylenebilir. Böylece kelâm insanın düne, bugüne ve yarına dair arayışını ve sorularını, dinî ilkeler çerçevesinde tatmin eden bir disipline dönüşür.
Yaratılmışlar içinde kendisine sorulan (mesûl), yükümlü tutulan (mükellef) ve tercihi bulunan (muhtâr) varlık olarak tebarüz eden insan, başlangıç ve son arasında sınandığına göre, onun eşya ve olaylarla kurduğu ilişki de geçmiş ve gelecek tasavvurundan bağımsız değildir. İnsan tarihsel sürecin kesintisizliğini ancak geçmiş, şimdi ve gelecek üçlüsünü dikkate alarak idrak edebilir. Hz. Ali’nin sözü ve kelâmın tanımından hareketle insanın geçmişe, bugüne ve geleceğe dair sorularına karşılık elde ettiği bilgiler ile kelâmın mesaili arasında bir mutabakat görülür. Böylece kelâm metinlerinde nereden sorusuna varlık ve uluhiyet, nerede sorusuna insan fiilleri ve tabiat, nereye sorusuna da ahiret bahisleri cevap verir. Bunlardan ahiret mevzuu, naklî yönteme dayandığı için diğer iki konudan daha az yer tutar. Ancak gerek yaratıcının varlığına götüren önermeleri içermesi, gerekse insana ve yaşadığı evrene dair bilgiler vermesi itibarıyla cevher ve araz (tabiat) bahisleri eserlerde genişçe incelenir. İtikadın geçmişi Allah’a iman geleceği ise ahirete imanla ilgili olduğuna göre bu iki yönün idraki ancak insanı ve tabiatı kuşatan güçlü bir yaşam tasavvuru ile başarılabilir. Kelâmda duyu bilgisi zorunlu, mârifetullah ise istidlalî olduğuna göre metafizik hedeflere ulaştıran fizik bahislerine oldukça önem verilir. Cevher-i ferd teorisi ile âlemin atomlardan oluştuğu ve onlarsız olamayan arazlar sayesinde nesneler dünyasında sürekliliğin sağlandığı benimsenir. Zaman, hareket, mesafe, mekân vs. fiziki varlığın davranışını ifade eden tüm kavramlar teolojik bir bakış açısıyla yorumlanır. Zaman anların sürekli yeniden yaratılması (teceddüd) ile var olan atomik bir yapı, bir akış olduğuna göre mesul ve mükellef bünyenin idrak edeceği tek şey “şimdi”dir. Doğrudur, aslında ne geçmiş ne de gelecek vardır; tek olan şimdidir, öncelik ve sonralık ise ona nispetledir. Dün, bugün ve yarın aslında aynı malzemeden üretilir ve anların art arda gelmesinden ibarettir. Gerçekte zatı olan bir zaman yoktur; asıl olan öncelik ve sonralıktır. O hâlde gelecek ileride vuku bulacak, geçmiş ise vuku bulmuş şimdiler toplamı olarak belirir. Atomcu teori maddeyi oluşturan atomların yoktan yaratılması ile mebde’i, arazların sürekli yaratılması ile de meâşı izah ettiği gibi geleceği yani ahireti de aynı teori ile izah eder; yeniden dirilme de atomların yeniden bir araya gelmesiyle gerçekleşir.
Kelâmda gelecek bir bilgidir ve asla mebde’ ve meâşın bilgisinden bağımsız değildir. Gelecek, insan için belirgin değildir, kişi akıbetinden emin olamaz, endişelidir. Ancak yeise düşmek kadar uhrevi neticeden emniyet duymak da doğru değildir. Kelâm ilmi sağlam bir mebde’ ve meâş fikri kazandırdığı gibi verdiği bilgiler ve izahatlar ile gelecek kaygılarını da dindirir. Bu endişe ve belirsizlik hâlini, kişiyi doğru istikamete yönelten ve mârifetullaha ulaştıran bir istidlal sürecine dönüştürmek de mümkündür. Nitekim Mu‘tezile kelâmcılarının sistemlerinde ilahi bir uyarıcıya ya da vicdana benzer bir rol verdikleri hâtır teorisi bu hususa işaret eder. Kişiye ilahi bir ses olarak gelen hâtırın önemli bir fonksiyonu gelecekte onu bekleyen tehlikelere karşı uyarmaktır. Hâtır ona bir yaratıcısı ve müdebbiri olduğunu, iyi işler yaptığında sevabı, kötü işler yaptığında cezayı hak edeceğini, geleceği kurtarmanın ancak aklı kullanmakla (nazar) söz konusu olacağını da hatırlatır. Bu nimetleri veren yaratıcıyı bilmemenin, kötülüğe yaklaştıran ve iyilikten uzaklaştıran bir durum olduğunu ihtar eder. Kişi bu sayede üzüntü ve eksiklik hissiyle birlikte ileride/gelecekte kınanmayı hak edeceğini ve burada asla güvende olamayacağını bilir ve bu kaygı onu nazar ve istidlalin kapısına götürür. Bu düşünme ile ilahi bilgiye ulaşan kul epistemik ve metafizik güvenceye dayalı bir gelecek inşa etmiş olur.
Mümin için gelecek fikri kaygı ve korku vb. duyguları barındırdığı gibi bunların tersi olan ümit ve beklentiyi de ihtiva edebilir. Nitekim mezhebî ihtilaflar bir yana, rü’yetullah meselesi ötede Allah’ı görme ve O’na kavuşma ümidinin bir yansıması olarak düşünülebilir. Bu sebeple önemli olan akıbetinden emin olmak ve ümitsizlik hâli arasındaki gerilimi ve tereddüdü her dem muhafaza etmektir. İnsana, ilkeli bir yaşamın (meâş) keyfiyeti konusunda örnek olan nebilerin aynı zamanda geleceğe dair tebşîr ve inzâr görevleri de vardır. Nebiler verdikleri gaybi haberlerle gelecekte kulu bekleyen riskler ve rızıklar hakkında malumat verirler. Zira gelecek insanı motive eder; bazıları korktuğu için bazıları da arzuladığı için bir işe yönelir. Kelâm kitaplarında ahirete karşılık gelen ahiretin bilgisi; haşir, neşir, kabir, sırat ve mizan gibi peygamberin getirdiği meseleler başlığı altında toplanır. Nebi bu bilgileri insanlara vererek onları bekleyen uzak geleceğe dair ümit ve kaygı arasında ilgilerini canlı tutmalarını sağlar.
ıtikadî metinlerde ahiret, sem‘iyyât ve meâd başlıkları altında incelenen bölüm aslında “nereye gittiğimiz” sorusuna yani geleceğin bilgisine ayrıca cevap verilen bölümlerdir. Şerhü’l-Mevâkıf gibi mütekamil metinlerde bu kısmın rü’yetullah tartışmaları ve birkaç mesele hariç ihmal edildiği görülür. Zira bu alan kelâmın akli istidlal yapabileceği bir saha değil naklî deliller ışığında inanılması gereken ilkeleri cem eden bir alandır. Allah’ın ahirette görülmesi ve haşrin cismaniliği tartışmaları ise sünni metinlerde felâsife ve ehl-i i‘tizâli red bağlamında bir tür mezhebî müdafaa refleksinin bir uzantısı olarak yer alır. İnsanın hedefi ve zorunlu istikameti olan meâd; ruhun bedene dönmesi olsa da yeniden var-olmak anlamını içerir; ancak bu varlığa dönüş, geçmişi ya da dünü olan bir var-olmayı ihtiva eder; oysa ki dünyada var olmak öncesi, arkası, dünü olan bir var-oluş değil yoktan bir var-oluş yani yaratılıştır. Bu ayrım dünya ve ondan sonra gelen ahiret hayatları arasındaki mahiyet farkına da işaret eder. Bu dünyada olmak ibtidaen (yoktan) yaratılmak ve bir gelecek tasavvuruna sahip olmak bunun için de yarını bugünde yani ahireti dünyada yaşamak gerekir. Bu sebeple mümin yoktan yaratılma, sürekli ve yeniden yaratılma ile yeniden yaratılacak olma (iâde) hâllerini bir arada tasavvur ettiğinde başarılı olabilir. Dünyevi bir amel gelecek fikrinden yani yapılacak işin doğuracağı risklerden mahrum olduğunda maksadına ulaşmış sayılamaz; içinde mutlaka, hesap, mizan, sual, huzur (rü’yet), sevap ve ceza, sırat, kabir gibi geleceğinden asla şüphe edilmeyen kavramları barındırmalıdır.
Kelâm, biri diğerinin mülazımı olan; hayat ve ölüm, dünya ve ahiret, geçmiş ve gelecek mebde’ ve meâd arasında önemli bağlar kurarak, ahireti olan bir dünya, ölümü olan bir yaşam ve geçmişi olan bir gelecek inşa etmeyi hedefler. Bu bağlamda kulun yaşamı için can alıcı bir konu olan kader, ilahi bilgi ile irtibatlı olarak “gelecek” fikrini de ihtiva eder. Bilgi, irade, kudret ve yaratma gibi ilahi sıfatların zamana ve zamani olana taallukuyla ilgilenen kader; özetle, “Allah’ın gelecekte vuku bulacak fiilleri önceden bilmesi ve vaktinde yaratması” diye tanımlanır. Bu doğrultuda ilm-i ilâhî’nin henüz vuku bulmamış (ma‘dûm) eşya ve olaylara nasıl taalluk ettiği hususu tartışılmıştır. Buna göre gelecekte vuku bulacak olayların önceden bilinmesi teorik olup kimseyi fiile zorlamaz. Bilginin önce ve sonra, geçmiş ve gelecek kavramlarıyla bir arada düşünülmesi zamanlı bir varlık olan insanın algılama tarzını yansıtır; zaman-üstü bir varlık olan Allah vuku bulmamış bir şeyi ‘’vuku bulmuş olarak’’ değil “vuku bulacak olarak” bilir. Kader insana bakan yönüyle de aslında onun kendi geleceğini oluşturma çabasının bir adıdır. Zira insan için değişme ihtimali bulunan tek şey bugün ne yaptığımıza göre şekillenecek olan gelecektir.
Hasılı; kelâm ilmi mebde’, meâş ve meâda dair verdiği bilgilerle kulda itikadi bir bilinç ve gelecek vizyonu oluşturmaya çalışır. Zira sahih bir gelecek perspektifi insanı şimdide kaybolmaktan ve bugünün şartlarına esir olmaktan kurtarır. Nereden geldiği ve nerede olduğu bilgisi, nereye gittiği sorusu ile cevap bulduğunda ise kişi ebedî saadet yolunda varlığına bir hedef tayin eder. İlahi bir vaat ve vaîd olan geleceğe ait ümit ve beklentiler bugünde faaliyete geçirilir ve böylece ahiret de bu dünyada yaşanmış olur.
*Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi