CERÎDE-İ SÛFİYYE’DEN KÂTİP
MUSTAFA FEVZİ EFENDİ’NİN
TASAVVUFA DAİR İKİ YAZISI
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yayınlanan dinî-tasavvufi içerikli dergilerin en uzun soluklusu olan Cerîde-i Sûfiyye’nin yazar ve başyazarlığını yapmış olan Mustafa Fevzi Efendi (ö. 1924), Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî’nin açmış olduğu Ziyâiyye yolunun dili ve kalemi olmuş bir müelliftir.
Numan Efendi’nin oğlu olarak Erzincan’ın Eğin ilçesinde 1871’de dünyaya geldikten sonra İstanbul’da huzur dersi hocalarından Kasapzâde Vâiz Efendi’nin hem talebesi hem de damadı olmuştur. Uzun yıllar Bahriye teşkilatında kâtiplik yaptığından “Kâtip” sıfatıyla anılmıştır. Güçlü bir şair olan Mustafa Efendi manzum eserlerinde “Fevzî” mahlasını kullanır. Gümüşhânevî’nin halifesi Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (ö. 1926) ile karıştırılmaması için söz konusu sıfat ve mahlasları kullandığı ileri sürülmüştür.
Seyru sülûka dönemin meşhur Nakşbendî-Hâlidî şeyhi Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî’ye intisapla başlar. Yaklaşık on beş sene mürşidinin terbiyesi altında yetişir, Gümüşhânevî hazretlerinin vefatından sonra halifesi Hasan Hilmi Efendi’ye intisap eder ve sülûkunu ikmal eder. İrşat vazifesinde bulunmamış, Gümüşhânevî Tekkesi meşâyihine hizmetle ömrünü geçirmiştir. Tekkenin muhasebe kayıtlarını tutmuş, meşâyih ve hulefâ ile yazışmalarda kâtiplik yapmıştır. 55 yaşında iken Fatih-Draman’daki evinde vefat etmesinin ardından Edirnekapı’dan Eyüp’e giden yol üzerindeki Mustafa Paşa Dergâhı’nın civarına defnedilmiş, daha sonraları yol çalışması sebebiyle kabri torunu Numan Erdem tarafından Edirnekapı Şehitliği’ne nakledilmiştir.1
Gümüşhânevî dergâhı şeyhlerinden Ömer Ziyâeddîn-i Dağıstânî’nin oğlu Yusuf Ziya Binatlı’nın hatıralarından şu kesit Mustafa Fevzi Efendi’nin meşrebini bir açıdan anlamak için dikkate değer: “Ben dergâhta hatm-i hâcegâna katılırdım. O hatmelerden aklımda kalan şu; Mustafa Fevzi Efendi vardı, şair, bahriyeli. O cezbeli bir zattı. Herkes dilini damağına yapıştırmış zikrini yaparken o, “Allah” diye bir haykırdı ki çok içten olurdu. Bunun dışında zikir biter, babam duayı yapardı. Zikir Fatma Sultan Camii kısmında yapılır, ondan sonra tekkeye geçilir, babam postuna oturur, oturduğu yerden bütün ihvan sırasıyla pederin elini öperler, ben de öperdim. O da ‘maşallah’ derdi.”
Kâtip Mustafa Fevzi Efendi’nin en önemli eseri Kitâb-ı Ziyâiyye’dir. Gümüşhânevî’ye nispet edilen Hâlidiyye’nin Ziyâiyye kolunun adap, erkân, seyru sülûk esasları ve tasavvuf anlayışının manzum ortaya konulduğu yaklaşık dokuz bin beyitlik külliyat temelde dört kitaptan oluşur: Mir’atü’ş-şühûd, İsbâtu’l-mesâlik, Rehber-i Zâkir, Mîzânu’l-irfân. Bunların dışında Peygamber Efendimiz’e dair Şümûsu’s-safâ, Gümüşhânevî’nin menkıbesinin kaleme alındığı Hediyyetü’l-hâlidîn, Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’ye dair Menâkıbü Haseniyye ve Abdullah Cevdet’e reddiye olan İzhâr-ı Hakîkat adlı eserleri vardır.
Cerîde-i Sûfiyye’de yaklaşık seksen yazı kaleme alır. Bazıları manzum, bazıları mensurdur. Derginin 60. sayısında “Rü’yetullah Caiz midir” başlıklı makaleyle başlayan yazı hayatı, son sayı olan 160. sayı dâhil –kesintilerle birlikte- devam etmiştir. Yazılar genel itibariyle ayet ve hadis açıklamaları, tasavvuf içerikli makaleler, bir kısım şiirler, dönemin meşhur siyaset adamlarına ve münevverlerine hitaben yazdığı yazılardan oluşur. Son dönem Halvetî-Uşşâkî meşâyihinden Hüseyin Vassâf Efendi (ö. 1929) bu yazılar hakkında şu değerlendirmeyi yapar: “Cerîde-i Sûfiyye’de vahdet-i vücûda dair neşreylediği makaleler, pek arifane ve âşıkânedir. İhvanının da bu zevke aşina olması için çokça gayretkeş ve istekli olmuş, devrindeki mutaassıplara meydan okumuştur.”
Örnek kabîlinden günümüz diline aktarmaya çalıştığımız ve okuyacağınız iki yazısı, Cerîde-i Sûfiyye’nin 65. sayısında (1913) neşredilen “Vahdet-i Vücûd” ile 101. sayısında (1914) yer alan “Kânallahu ve lem yekün maahu şey: el-ân kemâ kân” başlıklı makalelerdir.
Vahdet-i Vücûd – Vahdet-i Şühûd Meselesi
Başlıkta yer alan “vahdet-i vücûd” terkibini görüp de hakikate erememiş taklitçi güruhun mümkün varlıklara kayıtsız-şartsız “Allah’tır” dedikleri gibi bir düşünceye kapılmayınız. Maksadım bu değildir ve gerçekte öyle de olamaz. Hakikat ehli sufilerin ilham mahsulü fikirleri ikiye ayrılıp, bir kısmının “heme ez ost” (her şey O’ndandır) diyerek vahdet-i şühûda, diğer kısmının da “heme ost” (her şey O’dur) diyerek vahdet-i vücûda kail olmaları tamamıyla lafzi bir tartışma ve çekişmeden ibarettir. Neticede ve hakikatte aralarında hiçbir ayrılık söz konusu değildir.
“Heme ez ost” diyenler, şeriatın zahirini de muhafaza ederek herkesin anlayabileceği bir yol gösterirler. Her neyi görseler, Allah’ın esma ve sıfatları dolayısıyla Allah’ın mutlak zatının eser ve fiilleri olmak itibariyle Hakk’ı görürler. Fakat bu ifadeden, eserden müessire intikal suretiyle yaratılmışlardan yaratıcının varlığını istidlal ediyorlar zannedilmesin. Aslında istidlal tarzı bir yol ve yöntemdir ki, hakikat araştırmasında bulunan bilginlerin açıkladıkları gibi bu yöntemle başarıya ulaşanlar taklidin getirdiği şüphelerden kurtulsalar bile ilme’l-yakîn mertebesinden ileriye geçemezler. Zira bu yöntemde halktan Hakk’a istidlal olunur. Yani yaratılmışlar Hakk’a ulaştıracak delil kabul edilir.
Bizim arz etmek istediğimiz vahdet-i şühûd mertebesi ise felsefî nazar ve akli istidlal yolunun aksidir. Sufilerin vahdet-i şühûd anlayışında Hak’tan halka iniş yolu söz konusudur. Mesela, nazar ve istidlal ehli içinde bulunduğu odanın penceresinden içeriye sızan güneş ışığını görür ve bu ışıktan güneşin varlığını istidlal eder. Vahdet-i şühûd erbabı ise doğrudan doğruya güneşe nazar eder ve kâinatta mevcut olan ışığın güneşten yayıldığını görür. İşte kalem ve dille söylenebilecek “heme ez ost” ve “vahdet-i şühûd” bu demektir. Vahdet-i şühûd fikrinin “mukallitleri” her ne kadar hakikatten nasipsiz olsalar da mülhitlik şaibesinden uzaktırlar.
Akli istidlal ile şühûd arasında hiç münasebet olmadığı erbabı nezdinde apaçıktır. Bunun ileri sufi zevk ve hâllerdendir.
Vahdet-i vücûd erbabı ise –bir benzetmeyle ifade edersek- denize bakıp da ondaki deniz canlılarının hayat gıdasının yine denizin kendisi olduğunu, denizdeki çeşit çeşit mahlukatın denizden ve denizin hayat verici gücünden ortaya çıktığını, deniz olmaksızın bu canlıların bir an bile hayat sahibi olamayacaklarını apaçık gören kesimdir. Vahdet-i vücûd erbabı deniz canlılarının müstakil bir varlığa sahip olmadığını bilir. Bu bilişle canlıların tümünden sarf-ı nazar ederek sadece denizin varlığını ikrar eder. Gerçekten de akıl ve dinî bilgi mümkün varlıkların müstakil varlığı olmadığında, varlıklarının ariyet olduğunda, varlıklarının Hakk’ın Kayyûm ismiyle kaim olduğunda müttefiktir. “Heme ost” ve vahdet-i vücûd erbabı işte bu mananın hakikatini içtihat etmiş kimselerdir.
Gerek vahdet-i şühûd (heme ez ost) gerek vahdet-i vücûd (heme ost) fikirleri -yukarıda açıkladığımız tarz söz konusu olduğunda- ilme’l-yakînin beyanından ibarettir. Ayne’l-yakîn ve Hakka’l-yakîn mertebelerinin ise söz ve kalemle tezahür edemeyeceği ve açıklanamayacağı aşikârdır. Nitekim göz önünde bulunan ve hazır olan bir şeyi aramaya çıkan kimseye o şeyin varlığı yokluğa düçar olacağı, böylelikle kişi ile o şey arasında her an uzaklık ortaya çıkacağı, dolayısıyla kişinin çıkmaz yola sapabileceği vahdet-i vücûd erbabı nezdinde bilinir bir şeydir. Binaenaleyh bu arz ettiğimiz dereceden ilerisi sufi zevk ve hâlden olmakla beraber kapısı da yolu da kapalı değildir. Muhammedî irfan mektebinde ilimden sonra amelî ahlakın tahsiline vabestedir. Lakin mektebin mualliminin ekmel ve mükemmil olması, talebede de istidat bulunması şarttır.
Vahdet-i vücûd erbabı ile vahdet-i şühûd erbabı –mukallitleri değil muhakkikleri- temelde aynı görüşte olmakla birlikte mukallitleri cebriyye yoluna sapmakla Hakk’ın kula yüklediği mükellefiyetleri iskat etmişler ve ayakları kaymıştır. Bu tür mukallit kişiler şeytanın yolunda nefs ve hevalarını ilah edindiklerini anlayamayacak derecede cahildirler.
Oysa muhakkik vahdet-i vücûd ehli Allah’ın kula yönelik mükellefiyetlerini ve şeriatın zahirî amellerini, Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) büyük izini takip ederek yerine getirirler ve asla onun yolundan ayrılmazlar. İşte bu tavır vahdet-i vücûdun onların nezdinde hakikat olduğunun kanıtıdır. Taklitçiler ise yalnız şeriattaki amelleri ve Hakk’ın yüklediği sorumlulukları tatbik etmede tembellik ederek, nefislerinin isteklerini karşılamada büyük bir faaliyet içinde olurlar. “Hak böyle istiyor böyle yapıyor”, “Kimden kime ibadet olacak”, “Hak hem ibadet eden hem ibadet edilen olur mu, Hakk’ın ibadete ihtiyacı yoktur” gibi bir çok saçma sapan sözlerle hem kendilerini aldatırlar, hem de nefs ve hevasına meyyal olan bir takım kimseleri, din ilminden behresi olmadığı için sapıklık yolunda ilerleyen sıradan insanları gaflete düşürürler.
Bu hususta Şeyh-i Ekber Cenâb-ı Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi sufi mütefekkirlerin büyükleri, Kerrûbiyyûn melekleri gibi “Allah’ım seni teşbih ve tenzih ederiz. Bizim ilim yoktur. İlmimiz ancak senin bize bildirdiğindir kadardır.” diyerek kulluk secdesinden başlarını kaldırmazlar. Taklitçi sapık fırka mensupları ise “İblis secde etmekten yüz çevirdi ve kibirlendi.” (Bakara, 2/34) âyet-i celilesine mutabık bir şekilde Allah’ın koyduğu muhkem sınırlara asla aldırmazlar. Ne büyük cehalet ne azim cüret!
“Hâlbuki sizi de yaptıklarınızı Allah yaratmıştır.” (Sâffât, 37/96) âyet-i celilesine güya dayanarak cebriyye ve ibâhîlik düşüncesine sapanlar için bu makalemize zeyil olan diğer hitabımızda cevap vardır.
Atvâr-ı Seb’a: Kendini Bilmenin Yedi Mertebesi
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine, Seyyid-i kâinat efendimizin (a.s.) “Allah var idi, O’nunla birlikte bir şey yoktu.” (Kânallahu ve lem yekün maahu şey) hadis-i şerifi söylendiğinde “Önceden nasılsa şimdi de öyledir” (el-ân kemâ kân) latif kelamını dile getirmişler. İşbu hadiste ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin cevabında söz konusu edilen muhtevayı, işaretleri ve hikmetleri ifade etmek haddim olmasa da, bendenizden talep edilenin gereğini yerine getirmek, yazı davetine icabet etmek boynumun borcudur. Binâenaleyh hakikat ehli büyük velilerin, meselelerin inceliklerine nüfuz etmiş ulu erenlerin konuya dair ortaya koymuş oldukları sembolik ifadelere ve işaret kabîlinden sözlere imkân el verdiği ölçüde –velev ki takliden de olsa- tercüman olabilmek küstahlığına bu yazıda yeltendim. Tevfik Allah’tandır.
Mutlak gayp olan Cenâb-ı Hak gizli bir hazine olan zatını kâinat mertebelerinde ve aynalarında göstermeyi murat etmiş, zatının ezelde kâinatı yaratma isteğinin ve sevgisinin bir gereği olmak üzere mahlukat türlerini ve özellikle yarattıklarının en kâmili olan insan cinsini yaratmış ve var kılmıştır. Mamafih nefsini bilmeyen Hakk’ı bilemez.
Hakikat ehli evliyaullah taifesi insanın kendi nefsini bilmesini (ma’rifetü’n-nefs) yedi tavır üzere beyan etmişlerdir.
Birinci Tavır: Derviş kendi bedeninde tasarrufta bulunan ruhunun –ki “nefs-i nâtıka” derler- farkında olmalıdır. “İrfan ehlinin nezdinde malum olduğu üzere, “nefs”, “kalp”, “ruh”, “akıl”, “sır” denilen manevi latife tek bir şeydir. Bu tek şey maneviyat yolunda mertebeler kat ettikçe çeşitli sıfatlar kazanır, durumuna göre muhtelif adlar ve nitelikler edinerek çokluk olarak yüz gösterir. Dolayısıyla tek bir cevher yerine göre nefs, akıl, ruh, kalp, sır vs. isimlerle anılmaya başlar.” Nefs-i nâtıka ne cisimdir ne de cismanidir. Bedenin hem içinde hem de dışında tedbir ve tasarrufta bulunur ve mekânsızlığını daima muhafaza eder. Tutan, gören, söyleyen, işiten, yürüyen hep insanın nefs-i nâtıkasıdır. Zatıyla ve külli olmaklığıyla bedenin bütün uzuvlarında mevcuttur, hepsini kuşatmakla birlikte aynı zamanda hepsinden münezzehtir. Bedenin uzuvlarından bir veya bir kaçı veyahut tamamı eksilse ya da bedenin tümü yok olsa nefs-i nâtıka denilen latife asla yok olmaz. İşte bu açıklanan birinci mertebede ve bunun gibi diğer mertebelerde insan muttali olduğu hâlleri kendi nefsinde görerek bilir.
İkinci Tavır: Derviş dış dünyayı ve dış dünyada tedbir ve tasarrufta bulunan külli nefsi nazar-ı mütalaaya alır. Külli aklın ve ruhun Allah’ın halifesi olduğunun bilincinde olarak varlık ile yokluğu eşit derecede olan bütün mevcudatı kuşattığını, dolayısıyla külli aklın ve ruhun mümkün varlıklarda bütünüyle tedbir ve tasarrufta bulunduğunu idrak eder. Derviş külli ruhun bu vasfı sebebiyle en yüce mertebelerle esfel-i sâfilînin tek bir şey olduğunu, külli ruhun her mertebede zatıyla ve külliliğiyle mevcut olduğunu, zeval bulmasının ve yok olmasının imkân dâhilinde olmadığını, varlıkların istidatlarına göre tecelli ve fiillerinde övgüye mazhar olduğunu, Allah’ın mahlukatının her an arttıkça ve yenilendikçe her bir mahluka iradesi muvacehesinde tedbir ve tasarrufta bulunduğunu ve onlara feyz verdiğini, mahlukatın ortadan kalkmasından veya mahlukatta bir eksiklik meydana gelmesinden külli ruhun kendisinin etkilenmediğini ve parçalara ayrılmadığını, külli ruhun ezelde nasılsa şimdi de aynı olduğunu, daimi bir varlıkla mekânsız merkezinde sabit bulunduğunu işte bu ikinci tavırda idrak eder.
Üçüncü Tavır: Derviş bu mertebede kendi cüzi ruhunun külli ruhta yok olduğunu, eriyip gittiğini görüp, külli ruha izafe edilen bir ruhla (rûh-i izâfî) varlık sahrasına çıktığını hakka’l-yakîn müşahede eder.
Dördüncü Tavır: Derviş dördüncü mertebede kendi ruhunu izafi ruhta fâni kılar, izafi ruhu da Hakk’ın zatında mahv edip cüzilik ve küllilikten kurtulur. Bütün fiilleri Hakk’ın fiilinde, varlıklara ait bütün isim ve sıfatları Hakk’ın esma ve sıfatında, varlıkların bütün zatlarını Hakk’ın mutlak ve bir olan zatında mahv ve fenaya ermiş görür. Ancak bunu hem ilme’l-yakîn hem de hakka’l-yakîn müşahede eder.
Beşinci tavır: Derviş bu mertebede önceki mertebeleri bir araya getirip müşahede eder. Gerçek irfana ulaşmış kimse olarak “lâ mevcûde illallah” (Allah’tan başka varlık yoktur) sırrına mazhar olur.
Altıncı Tavır: Derviş bu mertebede her şeye bir ayna olur ve bütün eşyayı kendine bağlı bilir. Ancak kendinden başkasını görmemek tuzağıyla müptela olduğundan “Elbisemin içinde Allah’tan başkası yoktur”, “Her iki cihanda da benden gayrı yoktur” vb. gibi şatahatlar söyleyebilir ve böylelikle anlaşılmaz bir muammalık ortaya koyar. Bu mertebede ruhun mekânsızlık, apaçıklık ve sonsuzluk nitelikleriyle tecelli etmesi ve parıldaması, irade dışı söz konusu hâllerin kendisinden sadır olmasına yol açar. Derviş bu mertebede Hz. Musa (a.s.) misalidir. Dolayısıyla sözlerinde, hâllerinde ve fiillerinde mazurdur. Fakat bu türden bir dervişi taklit etmek mutlak küfürdür.
Kim enelhak derse Mansûr olmadan
Kâfir-i billah olur cân u beden
Altıncı tavır bütünüyle manevi ilimlerin ve gerçek irfanın imtihana tabi tutulduğu bir devredir. Bu tavırdan kurtulmakla derviş hilafet makamına erer. Altıncı tavırdaki bazı dervişler içinde seyru sülûkundan dönenler olabilir, dolayısıyla da elleri bomboş kala kalırlar. Bu mertebede Allah muhafaza seyru sülûktan çok tard edilenler bulunur. Altıncı tavırda şeriatın zahirini, kulluk mesleğini muhafaza edemeyen dervişler için zındıklık ve mülhitlik yoluna sapma korkusu vardır. Dolayısıyla bu mertebeye eren kimseye ancak Allah’ın dinini bilen âlim ve arif, fena ve beka makamlarına agâh bir mürşid-i kâmil terbiyesi imdada yetişir. Aksi takdirde derviş yoldan uzaklaşır ve tarikattan düşer.
Yedinci Tavır: Bu mertebede derviş külli bir fena hâli ile tam bir mahviyete erişir, beka içre beka makamına ulaşır. Ne bir hâlle ne de bir makamla nitelenir. Külli müşahede ve külli marifete nail olur. Bu mertebenin sahibi makamsız ve nişansız olurmuş. Dolayısıyla bunu ancak sufi zevk ve tecrübe erbabı anlayabilir. Allah’ım bizlere kolaylaştır. Bu mertebeye “cem’ makamı” derler. Sonra “ikinci fark makamı” (fark-ı sânî) yani cem’u’l-cem mertebesi gelir ki bu mertebenin ehli muhakkik sufiler yani hakikate ermiş kimselerdir. Yedinci tavrın tahakkukunda derviş Hakk’ın varlığına erer, kendinin hakikatini bilmekle Hakk’ı da bilmiş olur.
Hülasa: Malum oluyor ki, bütün nefislerde ve dış dünyada tecelli eden tek bir zat ve tek bir hakikattir, başkası yoktur. Bütün varlıklar Bir Varlık’tan ibarettir. Tüm mazharlar Bir Varlık’ın tecelligâhı ve aletlerinden ibarettir. Bir Varlık cümle esma ve sıfatıyla her mazharda –velev zerrede olsun- her kişinin inanç ve zannına göre, her mertebede ve her mahal ve makamda bir yüz gösterir. Zahir ve bâtında, her türlü heyette tasavvur edilen, her akılda akledilen, her gönülde mana olan, her kulakta işitilen, her gözde görülen, her bakışta bakılan ancak Bir Varlık’tır. O bir açıdan yüz gösteren bir açıdan yüze bakandır. Âşık ve maşuk, talep eden ve talep edilen, hem inanan hem inanılan hem de inanç Bir’dir ve her şey bu Bir’den zuhur etmiştir. İşte “heme ost” (her şey O’dur) ile “heme ez ost” (her şey O’ndandır) demek olan vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd hakikatte ikisi de tek bir manadır. Aradaki tartışma lafzi ve yüzeysel bir tartışmadır. Lakin “heme ez ost” şeriatın zahirini de muhafaza etmektedir. Hasılı Hazret-i Evvel ki “mutlak gayp, mutlak amâ, mutlak varlık, sırf zat, gayplerin gaybı ve mutlak hüviyettir.” Hak Teâlâ bu mertebede kemâl-i izzet ve âlemlerden ve eşyadan müstağni ve münezzehlikle nitelenir. “Allah var idi, O’nunla birlikte bir şey yoktu.” (Kânallahu ve lem yekün maahu şey) hadis-i şerifi bu mertebeye işaret eder. Ârif-i billaha göre Allah “Önceden nasılsa şimdi de öyledir” (el-ân kemâ kân).
Bu izahlardan vahdet-i vücûd meselesiyle ruhun zatına dair ifadesi mümkün olabilen ve söz kalıpları çıkabilecek olan anlamlar idrak edilirse edilir. Yoksa her ikisinin de künhüne ve hakikatine vâkıf olmak beşerin idrakinin ve bilgisinin ötesindedir. Selam hidayete tabi olanadır.
* Doç. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
- 1 Hayatı ve eserleri için bk. Mustafa Uzun, “Fevzi Efendi, Kâtip”, DİA, XII, s. 509-510; Mustafa Fevzi Efendi, Kitâb-ı Ziyâiyye – Birinci Kitap: Mir’âtü’ş-şühûd, haz. Fatih Yıldız, Konya: Ensar Yayıncılık, 2012, 33-41, İrfan Gündüz, Gümüşhânevî Ahmed Ziyaüddîn: Hayatı-Eserleri-Tarîkat Anlayışı ve Hâlidiyye Tarîkatı, İstanbul 1984, s. 2-3.