BEDÎÜZZAMAN HEMEDÂNÎ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İbn Abbas (r.a) “Şiir, Arapların divanıdır”, der. “Allah’ın kelamını okuyup anlayamadığınız zaman şiire başvurun” diye ekler. Yani Arapların tüm hafızası, tarihi, kültürü şiirde mahfuzdur. Bu yüzden Tarafe’den, Muallaka-i Seba’ya, Kaab b. Züheyr›den Mütenebbî’ye, İmruülkays’tan, Kasîde-i Bürde geleneğine uzanan geniş bir tahayyül ve inşa coğrafyasından, ikliminden dem vurulabilir. Şiirle bu şekilde iç içe yaşayan bir toplumun tüm sermayesini şiire aktarması elbette kaçınılmazdır. Yalnızca sanat ve estetik olarak değil sosyal ve siyasi hatta iktisadi meselelerde de şiirin bir mevzi olduğu aşikârdır. Elbette burada şairin itibarı da reddedilemez bir konumdadır. Şairin yalnızca sanat, eğlence, kahramanlık amaçlı değil dönemine duyarlı biri olarak sosyal ve siyasal eleştiriye yer veren şiirler yazdığı da vakidir. Klasik dönemde, biraz da önyargılı bir bakışla pek tesadüf edilmediği iddia edilen bu şair tipinin en önemli ve görkemli örneklerinden biri Bedîüzzaman Hemedânî’dir.

    Hemedânî, 10. yüzyılda yaşamış büyük Arap şairi ve hiciv ustasıdır. Asıl ismi Ebü’l-Fazl Bedîüzzaman Ahmed b. el-Hüseyn b. Yahyâ el-Hemedânî’dir. Soyu Mudar Kabilesi’ne dayanır. Kısa ömrü boyunca Cürcan, Horasan, Nîşâbur, Sicistan, Gazne, Rey gibi farklı şehirlere seyahat etmiş, oralarda sanatını icra etmiş, devlet hizmetinde bulunmuştur. İlk eğitimini babasından alan Hemedânî, meşhur Büveyhî veziri Ebü’l Fazl İbnü’l Âmid ve onun talebesi Sâhib b. Abbâd gibi devrin önemli isimleriyle bir arada bulunmuştur. Bunun yanında Mütenebbî, Halef b. Ahmed, Şems el-Maali, Kabûs b. Veşmgir gibi isimler de bizzat Hemedânî’nin kendi eserlerinde zikrettiği isimler olarak kaydedilebilir.

    Hemedânî dile ve şiire olan tutkusunu babasından tevarüs etmiştir. Henüz yirmi iki yaşında, ailesini babasına emanet ederek, Hemedan’dan ayrılır. Büveyhî dönemi Rey’inde kendini gösterme fırsatı bulur. Sarayda hazır bulunduğu bir mecliste meşhur bir kaç Farsça şiiri irticalen Arapça’ya çevirerek meclistekileri zekâsı ve kabiliyetine hayran bırakır. Akabinde Sâhib b. Abbâd’ın himayesine girer. Hemedânî’nin asıl niyeti ise Nîşâbur’da yaşayan devrin en ünlü ediplerinden Ebû Bekir Harîzmî ile tanışmaktır. Hemedânî’nin Harîzmî ile tanışması edebiyat tarihinin en çarpıcı anlarından biri olarak kaydedilmelidir. Efsane ile gerçeğin mezcedildiği bu karşılaşmaya farklı anlamlar yüklenmiştir. Örneğin Goodman bunu Şia Ehl-i Sünnet karşılaşması olarak okumaya meyyaldir. Goodman’a göre Harîzmî, ateşli bir Şii, Hemedânî ise Sünnidir. Hemedânî’nin Sünniliği konusunda bir tartışma mevcuttur. Vâhid Behmardî Hemedânî’nin Şii olduğunu ispat etmek için epey uğraşsa da, biraz da isteksiz bir şekilde, Sünni olduğunu kabul etmek durumunda kalmıştır. Bu arada Behmardî’nin Hemedânî’nin Şiiliğine dair argümanları enteresandır. Ehl-i Beyt sevgisi ve on iki imama gösterilen ihtiramdan dolayı Şia olduğuna hükmetmek taraftarıdır. Oysa Sünni İslam geleneğinde, turuk-i aliyenin de etkisiyle, Ehl-i Beyt sevgisi her daim büyük önem arz etmiştir. Behmardî günümüz Sünniliğinde biraz geri planda kalmış bu muhabbet üzerinden Şiilik iddasında bulunmaya çalışmaktadır ki, o bile nihai kertede Sünniliğinin ağır bastığını itiraf etmiştir.

    Her ne sebeple olursa olsun bu iki büyük edip birbirleriyle ilk tanıştıkları andan itibaren rakip olmuşlardır. Kısa bir süre sonra da bu rekabet şehrin ileri gelenleri önünde test edilecek bir edebî düelloya dönüşmüştür. Bu düellonun varlığı ve mahiyeti hakkında farklı tartışmalar mevcuttur. Mübalağa edildiği söylenmiş ya da böylesi bir düellonun gerçekleşmediği dahi iddia edilmiştir. Konumuz bu düellonun gerçekliğini tartışmak değil elbette. Bilakis İslam tarihinin bugüne ışık tutacak derecede önemli değişimlerinin yaşandığı bir çağında tek bir edibin ya da edebî eserin ne manaya gelebileceğini tartışmak ve buna dair bir iki kelam etmektir.

    Sünni ya da Şii, genç ya da ihtiyar, muhalif ya da muktedir, muhafazakâr ya da devrimci yani nasıl tanımlarsanız tanımlayın bu iki şair arasında Nîşâbur’da gerçekleşen bu düellolar zinciri edebiyat tarihinin en çarpıcı anlarından biridir. Bu düello yalnızca Hemedânî gibi bir dehanın şiirsel planda büyük bir zaferi olarak değil, belki de bir zihniyetin, eleştirel ama sahih ve pervasız bir düşünce biçiminin zaferi olarak da okunabilir.

    Düello büyüğe hürmetle başlar. Hemedânî silahı seçme hakkını Harîzmî’ye teslim eder. Harîzmî kendinden beklendiği gibi şiiri seçer. Ev sahiplerince tercih edilecek bir konu, bir örnek üzerinden doğaçlama şiir söylenecektir. Hemedânî tez canlı davranır. Harîzmî’nin şiirlerinden birini alıp, şiirde geçen kelimelerin dışında hiçbirini kullanmadan otuz mısralık bir şiir yazacak ve bu şiir Harîzmî’nin şiirinin şerhi olacaktır. Dinleyiciler bu iki şiirden hangisinin Harîzmî’nin şiiri olduğunu tahmin ederse, Hemedânî yenildiğini kabul edecektir. Bu korkunç özgüven karşısında tereddüde düşen Harîzmî Hemedânî’nin teklifini kabul etmeyecektir. Lakin Hemedânî aniden, sözünü ettiği şekilde, mısralarını irticalen söylemeye başlayınca Harîzmî tek bir hamle dahi yapamadan ilk raundu kaybedecektir.
    İkinci raundda makame yani sözlü kompozisyon icra edilir. Bu raundda Harîzmî yaşlılığı ve ustalığının kibrine kapılıp Hemedânî’nin diksiyonuna yüklenir. Pek de anlamı olmayan eleştirileriyle izleyenlerin sempatisini tamamen kaybeder. İlki kadar belirgin olmasa da bu raundun galibi de Hemedânî gibidir.

    Bir başka düelloda Hemedânî Harîzmî’ye şöyle bir makale yazmayı teklif eder: risale tersinden okunduğunda risaleye verilecek cevabın kendisi olacak, çaprazlamasına okunduğunda bir şiir olacak ve içinde hiçbir belirtme edatı, harf-i târif, kullanılmamış olacaktır. Bunu hokkabazlık olarak değerlendirip reddeden Harîzmî dinleyicilerin seçeceği bir tema üzerinde risale yazmayı teklif eder. Risaledeki konular geçmişe dair cehaletiyle fazlasıyla kibirli görünen bugünün edebiyat ilgilisini şaşırtacak ve hatta utandıracak derecede ilginçtir. Yarışma, değeri düşürülmüş paralar, ticarete getirilen kısıtlamalar, kıtlık ve enflasyon gibi konular üzerinden yapılacaktır. Hemedânî söz verdiği gibi Harîzmî’nin risalesinden sonra kendi risalesini geriye doğru, yani Harîzmî’nin risalesindeki en son kelimeden başlayıp onun ilk kelimesiyle bitirerek yazar ve böylece Harîzmî’ye bir kere daha galebe çalar. Harîzmî açık bir mağlubiyete uğramış ve aynı yıl içinde hastalanarak kederden ölmüştür. Yalnız Hemedânî Harîzmî’nin bu mağlubiyet sonrası zafer çığlıkları atmasını bekleyenleri azarlayarak soylu bir tavır sergilemiştir. Rakibine hürmet etmiş üzüntü ve özürlerini bildirmiştir.

    Bu düelloyla birlikte şöhreti bütün Arap coğrafyasını kaplayan Hemedânî Nîşâbur’dan ayrıldıktan sonra bir çok yer dolaşmış ve Herat’ta zengin bir ailenin kızı ile evlenmiş, geniş toprakların sahibi olmuştur. Hayatının son döneminde maddi anlamda rahata kavuşan Hemedânî Herat’a yerleştikten bir süre sonra babasıyla beraber ailesini yanına çağırmıştır. Uzun yıllar süren velud bir huzursuzluğun sonrasında Sünni değerlere sadakatini son defa ilan eden bir Müslüman olarak kırk yaşında vefat etmiştir. En önemli eseri Makamat’ı Müslüman dünyasına görkemli bir miras olarak bırakmıştır.

    Hemedani Makamat’ıyla Behmardi’nin de söylediği gibi birçoklarının romanın atası olduğunu iddia ettiği öncü bir kişiliktir. Roger Garaudy Cervantes, Le Sage, Rabelais gibi isimlerin Hariri üzerinden devam eden bu gelenekten geldiğini iddia eder. Hemedânî büyük bir ümitsizliğin bütün İslam dünyasını kuşattığı Abbasilerin çöküş döneminde yaşamıştır. Bu dönem ihtilafların arttığı, siyasetin kokuştuğu, adam kayırmanın önünün alınamadığı, adaletsizliğin kol gezdiği ve ekonomik krizin ayyuka çıktığı bir dönemdir. Öyle ki Mes’ûdî gibi İslam tarihçilerinin anlattığına göre dilenciliğin en yaygın meslek olduğu, açlıktan binlerce insanın öldüğü ve hatta, yine açlıktan, ölü etine tenezzül edildiği bir dönemdir. Böylesi bir dönemde yaşayan Hemedânî kabına sığmaz bir deha olarak bu büyük huzursuzluğa karşı mücadele etmiştir. Onun Makamat yakından incelendiğinde görülür ki asıl hedefi mezkur sıkıntıların müsebbibi olan ahlaksızlık, sahtelik ve riyakârlıktır. Dönemindeki sahte dindarlık ve riyakâr tavırlara karşı acımasız bir mizahı ön plana çıkaran Hemedânî bu anlamda kokuşmuş, donmuş ve özünden tamamen uzaklaşmış ortodoks bir ahlak yorumunu hedef almıştır. Behmardî’nin dediği gibi dönemin Tasavvufundan fazlasıyla beslenen ve bunu Makamat’ında ehlince fark edilecek şekilde göstermeye çalışan Hemedânî bir anlamda Cervantes’i çok daha derin ve çok daha manidar bir şekilde öncelemektedir. Makamat’taki baş karakteri Ebü’l Feth El-İskenderî Cervantes’in karakteri gibi dürüstlük budalası değildir. Dürüstlüğe sözde-ortodoks bir bağlılığı yoktur. Yeri geldiğinde kurguya, hatta yalana başvurabilir. Kurgunun ya da karikatürize edilmiş bir doğrunun mizah için önemli bir kaynak olduğunun farkındadır. Dahası Cervantes’te tebellür eden her şeyin farkında olma hali Cervantes’in saf karakteri Don Kişot’un aksine kendi karakterinde de aynı şekilde mevcuttur. Hemedânî’nin döneme dair trajik farkındalığı aynıyla İskenderî’de de görülür. Hemedânî bu trajik farkındalığın ağırlığını karakteriyle paylaşmış gibidir.

    Makamat’ının her satırında kalemine, dildeki ustalığına fazlasıyla güvenen bir şair göze çarpar. Lakin bu ustalık kendisine ortak ve refik olarak seçtiği karakterinde de aynı ölçüde tebellür etmektedir. Goodman’a göre, Hemedânî’nin alaya ve mizaha olan düşkünlüğü yalnızca çağın insanını fazlasıyla çürüten zaafları göstermek için değildir. Bizzat alaya almayı yani oyun oynamayı da sever. Oyunun kendisini sevmek fazlasıyla modern bir yorum ya da izahtır. Goodman her zamanki müsteşrik tavrıyla biraz abartmış gibidir. Hemedânî pekâlâ hâle razı olan, onu kuşanan bir sufinin tavrıyla güzel eylemek derdinde de olabilir. Dildeki hazzın ya da postmodern bir yorumla bizzat oyunun kendisi için kalem oynattığını söylemek sanki Hemedânî’ye haksızlık olacaktır. Dil onun yer yer hoyratça kullandığı ve hiçbir zaman bir araç olmaktan öte anlam vermediği bir unsurdur. Evet dilde fazlasıyla ustadır. Hatta dehadır. Lakin tüm hayatına hâkim olan kayıtsızlıkla birlikte okunduğunda ve bu ustalığı ve dehası, en çok da, iyinin zannedildiği kadar iyi olmadığı kötünün ise mutlaka içinde iyi bir şeyler barındırabileceğini anlatmak istediği zamanlarda mükemmel bir silaha dönüşür. Çünkü insanlara böylesi bir hakikati sıradan, alışıldık bir dil ve üslupla anlatmak pek mümkün görünmemektedir. Bu yüzden avangarddır; bu yüzden ironiktir. Onun mizahı, yeri geldiğinde devrimi de alaya alabilecek kadar ayakları yere basan bir mizahtır. Dilinde her zaman biraz kekremsilik vardır. Tatlandırıcı kullanmaz. Sentetik bir dil ve edebiyatın taraftarı değildir. İçinden geldiği gibi yazar. Bu yüzden dilini değil, içini temiz tutmaya gayret eden bir hâlin ve tavrın adamı gibidir. O insanın yalnızca insan olarak yürüdüğü bir yolun taraftarıdır. Doğruyu, hakikati putlaştırmaz. Hatanın, günahın gölgelendirdiği ama o gölgenin altında doğru adına gemisi yürütülen sahte ve riyakâr bir din anlayışını karikatürize eder. Bunun uzun bir yol olduğunu bilir. Bu yolun tenhalığı da onu ürkütmez. Tabiri caizse bu yolun efendisi onun efsanevi karakteri Ebü’l Feth el-İskenderî’dir. Hikâyeler yazan, dedikoduları tekrarlayan, güvenilmez, binbir surat ama hep bilge, hep hikmetamiz söyleyen El-İskenderî… Bu efsanevi karakteri ve onun binbir yüzüyle ayet ya da hadisler üzerinde derme çatma kurulan güvenilmez ve istismarcı bir otoriteyi eleştirmek konusunda geniş bir alan kazanmış olur. Lakin bu alanda saygısızca boy göstermez. Geleneğin kendisini değil bu geleneğe yaslanarak kurulmuş sahtekârlar tiyatrosunu alaşağı etmenin derdindedir ve bunu da açıkça gösterir.

    Goodman’a göre Hemedânî Freud gibi temel değerler üzerinden yayılan ve hâkimiyet sağlayan korkuları hedef alır – ya da yine Goodman’ın deyimiyle sağaltır. Lakin o Freud’dan ziyade Nietzsche’ye yakındır; hesapçı bir tedaviden çok gerçekçi bir teşhis peşindedir. Haddini bilir. Risalelerindeki makul ve mutevazi tavrı bunu apaçık gösterir. Vaz etmeye değil alay etmeye meyyaldir. Onun metinlerindeki kıvraklık, tedaviden ziyade teşhise razı olma hâline mutabıktır. Bu tevekkül onun şair ya da dilbaz yanını olduğu gibi hafifmeşrep ciddiyetini de tahkim eder. Çünkü tedavi için, bir çok önemli şarttan evvel, iki taraf için de makul bir ciddiyet gerektir. Hemedânî bu ciddiyetle arasına sanki özellikle mesafe koymak ister gibidir. Bu bizzat kendi isteği değildir. İçinde bulunduğu toplumun halipürmelali onu buna sevketmiştir. Toplum çürümüştür. Kimse bunun farkında değildir ya da kabul etmemektedir. Daha da acısı ne avamı ne de havassı iyileşmek derdindedir. Bu tip durumlarda akıl sahiplerinin yapacağı pek bir şey kalmaz. Ya anarşist bir idealizm, ya küskün bir teslimiyet ya da kabına sığmaz bir ironiye yaslanılır. Hemedânî meziyetleri ve mizacının ışığında ironiyi tercih eder. Alay etmeyi ağlamaya, gülmeyi de tedavi etmeye yeğ tutar. Şâfi-i hakiki olanın el çektiği bir ortamda ilaç ya da ecza ancak tesellidir, avunmadır.

    Hemedânî birinci sınıf ironisiyle dogmatizm, softalık ya da bizim geleneğimizdeki ismiyle zahitliğe karşı cephe açarken fazlasıyla cesurdur. Goodman haklıdır: onun Makamat’ında yücelttiği asıl mesele özgürlüktür. Sufilerin “Hürlerin İmamı” olarak tavsif ettiği bir Peygamberin izinden giden birinin başka ne derdi olabilir! Elbette bu özgürlük modern bir kavram olarak değil, kulluğun ve teslimiyetin bizatihi tezahür ettiği sahih bir özgürlüktür. O bu özgürlükle çağının ötesine geçer. Bu özgürlükle tüm İslam dünyasını kuşatan kokuşmuşluğa karşı ve donuklaşıp hristiyani bir havayla zehirlenen ortodoks ahlaka karşı sufiyane bir cephe açar. Bu ziyadesiyle politik bir duruştur. Zaten mizahın içerisinde politik damar her zaman mevcuttur. Dönemin hastalıklı softalığının yanında mezhep çatışmaları, iç karışıklıklar, devlet görevlilerinin adaletten uzaklaşmaları, hırsızlık, cinayet ve yolsuzluk gibi tehditlerin farkındadır. Alaycılığının diğer yüzünde yılmaz bir cesaret durmaktadır ve bu dengede bir ip cambazı gibi asil ruhunu üflediği kelimeleriyle ilerler. Bu onun “Hürlerin İmamı”ndan tevarüs ettiği bir mirastır.

    Hemedânî ilmin hakkını her daim teslim eder. O bir âlimle bir sultanın denk olduğunu ve denk bir düzlemde konuşması gerektiğini ileri sürer. Bu elbette kokuşmuş hürmet simsarlarını ürkütecektir. Gerçi Goodman bile burada Hemedânî’nin gururuna vurgu yaparak yanılgıya düşer. Vakur bir şair olarak arzı endam eden Hemedânî ilme ve dine fazlasıyla önem verir. Hayatının geneli değerlendirildiğinde ilk bakışta Rousseau gibi iki yüzlü görünebilir ama cesaretine denk ahlakına hiçbir zaman toz kondurmamış, yalnızca muhalif tavrının gerektirdiği zamanlarda ahlakını zorlayan diline ve üslubuna sınır koymamıştır. Goodman’ın işaret ettiği gibi bildungsbrief üslubuyla babasına yazdığı mektuplarda oğlunun derin bir ilim ve sağlam bir iman sahibi olacak şekilde yetiştirilmesini talep etmektedir. Bu mektupların otobiyografik mektuplar olduğu ve Hemedânî’nin asıl şahsiyetinin en önemli belgeleri olduğunu Behmardî de kabul eder.

    Bilindiği gibi ahlak toplumdan ziyade insana yöneliktir. Klasik ahlak kitaplarında da ilk sırada ahlakın güzelleştirilmesi (Tehzîbü’l Ahlak) yani ferdin, bireyin tekâmülü vardır. Daha sonra aile gelir (Tedbîrü’l Menzil). Nihayetinde de toplumun inşası ve ihyası (Tedbir’ül medine) söz konusudur. Bu kadim sıralama merkezde insanın yani ferdin, yani bireyin olacağı anlamına gelmektedir. O hâlde ahlak insan içindir. Çünkü geniş bir insan topluluğu sözkonusu olduğunda içi kolaylıkla gereksiz şeylerle doldurulabilecek bir ideale dönüşen ahlak ancak bir insan teki söz konusu olduğunda reel bir zemine yerleşir. Bu anlamda Hemedânî’nin oğlunu işaret ederek yazdığı mektuplarda bireyci bir karakterle arzı endam eder. Haddini bilmektedir, toplumu eleştirirken gösterdiği ironik tavrını bir kenara bırakır. Çünkü neyi düzeltebileceğini ve neyi eleştirebileceğini bilen biri olarak bireysel meselelerde ciddiyetle kalem oynatmaktadır. Hemedânî dinin insân-ı kâmil olma yolunda ahlaki ve ilmî ya da Goodman’ın deyimiyle “entelektüel bir rehber” olduğuna inanır. Evet, Hemedânî ilmin yanında ahlaka da ziyadesiyle önem verir. Ahlak derken seküler kaynaklarla da beslenen daha geniş, daha evrensel bir ahlakı kastetmektedir, evet. Lakin hem Goodman hem de Behmardî Hemedânî’deki Miskeveyh etkisini fazla ciddiye almış gibidir. Çünkü ahlak eğitiminde farklı kaynaklardan istifade etmek yalnızca Miskeveyh’te değil tasavvufun geniş meşrepli ahlak eğitiminde de söz konusudur. Ki Behmardî Hemedânî’deki tasavvuf etkisini fark etmiş buna dair kısa ama ciddi bir tetkik yapabilmiştir. Onun karakterindeki antikahraman unsuru melametiyye ile bağdaştırması, kitabın isminden yola çıkarak Abdülkerim El-Cîlî ve tarik-i kadiriyye ile olan paralelliklerden söz etmesi ilginç birer tespit olarak not edilmelidir. Yine Hemedânî’nin Makamat’ındaki yolculuk figürünü tarikattaki seyr-i sülûk ile özdeşleştirmesi de önemlidir. Lakin bunların derinlemesine tetkik ve şerhe ihtiyaç duyduğu da aşikârdır.

    Hülasa etmek gerekirse, Hemedânî yaşadığı çağın gerçeklerinden hiçbir zaman uzaklaşmamış ama o gerçekleri de bihakkın tespit edip metinlerine derc etmiş büyük bir isimdir. Yalnızca yazmamış, yaşamıştır da. Onun kısa ömrüne sığdırdığı bütün eserleri her nitelikli eser gibi çağının birincil şahidi olarak değerlendirilmelidir. Bugün biraz da kompleksli bir yaklaşımla romanın babası olarak taltif edilmeye çalışılan Hemedânî özellikle Makamat’ıyla bize bir türün babası, ilk atası olmaktan çok daha değerli bir miras bırakmıştır. İnsanın bu dünyadaki hikâyesini Sâni-i Mutlak olanın tarif ve işaret ettiği şekilde yaşamak ve kaydetmenin ne manaya geldiğini gösterebilmiştir. Asıl önemli olan da budur. Bir diğer önemli husus da Hemedânî’nin kendi döneminde yaşanan ve kendisinin de kayıtsız kalamadığı siyasi, ahlaki, düşünsel tartışmalara karşı geliştirdiği yaklaşım ve bu yaklaşımın edebî metinlerinde ya da risalelerinde tezahür ettiği biçimdir. Çünkü insan kendi vaktinin çocuğudur ve her insan kendi hikâyesinden mesuldür ve diğer hikâyeler ancak bunu tahkim için vardır.

    Kaynakça
    İslam Hümanizmi, Lenn E. Goodman, Çev.Ahmet Arslan, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006.
    Badi-al-zaman-Al Hamadani, A Critical Reappraisal, Vahid Behmardi, King’s College, Cambridge, 1990.
    Bedîu’z-Zamân el-Hemezânî ve Makâmeleri, Rahmi Er, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1994.
    Don Kişot, Yaşanmış Şiir, Roger Garudy, Çev. Cemal Aydın, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016.