ERSAN BAYRAKTAR
İLE SARAYBOSNA YÜRÜYÜŞÜ
Ersan Bayraktar 1990 İstanbul’da Bosna göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümünden mezun oldu. Üniversite yılları boyunca kısa film projelerinde yönetmenlik, görüntü yönetmenliği yaptı. Televizyon kanallarında ve medya kuruluşlarında görüntü yönetmeni, yönetmen yardımcısı, editör kameraman olarak çalıştı. Uluslararası belgesel projelerinde ve reklam filmlerinde kamera operatörlüğü ve görüntü yönetmenliği yaptı. „Saraybosna Yürüyüşü“ isimli ilk uzun metraj belgesel projesini çekti. Film dünya prömiyerini Sarajevo Film Festivali’nde yaptı.
Her şeyin çabukça tüketildiği, unutulduğu, “retroya” dönüştüğü bir zamanda, bu belgeseli yapmaya sevk eden saikler neler oldu?
“Retro” dediğiniz zaman benim aklıma Yugoslavya geliyor. Turkiye’de doğdum. Fakat genç yaşında dilini dahi bilmediği bir ülkeye gelin olarak gelmiş, çocukluğunu ve gençliğini Komünist Yugoslavya Cumhuriyeti’nde geçirmiş Müslüman bir annenin çocuğuyum. Ailemin bir bölümü de Saraybosna’da yaşıyor. Ailesinin yaşadığı şehrin kuşatıldığını ve sivillerin katledildiğini televizyondan izleyen genç bir anneyi düşünün. Onun hissettiği dizginlenmesi zor duygunun ve ızdırabın evladına geçmemesi söz konusu olabilir mi? Savaş sonrası Saraybosna’da geçen çocukluk yıllarımda savaş tanıklarının dizlerinin dibine oturur, anılarını dinlerdim. İşte o nesil, kendilerine yapılan katliama sabrederek ve direnerek yakın tarihe isimlerini kahramanlar, gaziler ve şehitler olarak yazdılar. Çocuklarına ise zafer öyküleri anlattılar. O insanların evlatları olarak bize düşen de bu öyküleri anlatmak.
Savaşı büyük bir anlatı yerine, insanın hikâyesiyle anlatmanızın sebebi nedir?
Biz, insanlığın eli kolu bağlanmış gibi izlemekten başka hiçbir şey yapamadığı bir çağda, onları koltuklarından kaldıracak şeyler izletmeyi amaçladık. Savaş yaşadığımız her anın içinde mevcut. Bosna Savaşı 1996’da dayatılan Dayton Anlaşması ile son bulmuş bir savaş değildir. Bosna Savaşı kahramanlarının içinde hâlâ devam eder. Biz Saraybosna Kuşatması’nı tanıklarının üzerindeki izleri takip ederek aramaya başladık. Bu izler bizi savaşın özünde ne olduğuna dair düşünmeye itti. Büyük bir anlatı yerine savaşın ne olduğunu halkta görmeyi umduk. Biz gidip yabancı bir ülkede tanımadığımız insanlarla film çekmedik. Ailemizin, dostlarımızın hikâyesini anlattık.
Hikâye nasıl belirlendi ve bu 10 kişi nasıl seçildi?
Saraybosna’dayken elimizden gelen tek şeyin yürümek ve dinlemek olduğunu fark ettik. Hayatları ve yolları kesişen kahramanlarla bir yürüyüşe çıkmıştık. Saraybosna Kuşatması’nın ilk kurşunu Bağımsızlık Referandumu sonrası yapılan bir yürüyüş esnasında atılmış ve bu kurşun Dubrovnikli Tıp Fakültesi öğrencisi Suada Dilberovic’e isabet etmişti. Savaş bir yürüyüşle başlamıştı. Film de Saraybosna sokaklarında bir yürüyüşle başlıyor. Yürüyüşle devam ediyor ve bitiyor. Bu yüzden filme Saraybosna Yürüyüşü ismini verdik. Filmin ön araştırmaları sırasında Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı köprüde savaş kitapları satan Nermin Boşnjak isminde bir genç ile karşılaştık. Kendisi ile biraz sohbet ettik. Bu gencin Tarih Bölümü Yüksek Lisans mezunu Bosnalı bir genç olduğunu ve babasının da savaş gazisi olduğunu öğrendik. Hikâyesi bizi etkiledi ve profesyonel bir yürütücü yapımcı bulmak yerine bu işi Nermin’e teklif ettik. Kendisine savaşın en önemli olaylarının ve cephelerinin listesini verdik. Zaten kendisi de konuya tam anlamıyla hâkimdi. Kuşatmanın en önemli olayların tanıklarını kısa bir süre sonra buldu. Bosna ordusunda savaşmış Saraybosnalı bir Sırp olan Dragan, Avdo Hüseinović, Esed Muraćević ve Savaş Mağduru Kadınlar Derneği Başkanı Bakira Hasećić bu konuda bize yardım ettiler. Bir çok savaş tanığı ile yapılan görüşmeler sonrası bu 10 kişi belirlendi.
Festivalde Uluslararası tepki nasıldı? Türkiye ve dünyada başka nerelerde gösterilecek?
Filmin dünya prömiyerinin Sarajevo Film Festivali’nde gerçekleştirilmesi bizim için çok önemliydi. Güzel tepkiler aldık. Birçok ülkeden yapımcılar ve basın mensupları filme ilgi gösterdi. Filmin uluslararası festivallerde gösterilmesi için çalışmalarımız devam ediyor.
Anlattığınız hikâyelerin hepsi insanın canını acıtıyor. İçinde sizi en çok etkileyen bir parça var mı?
Üç çocuğu ve kocası şehit olan Sajme Hamziç: “Şarapnel parçası kocamın beyinciğine isabet etmiş. Kafatasını parçalamış. Kafasının arkası açılmış beyni görünüyor, bembeyaz. Afedersiniz, beynin o kısmı beyaz olur.” diyor. “Beynin o kısmı beyaz olur.” Bu söz, bu bilgi her ne derseniz deyin, beni çok etkiledi. Bir de üzerine “Biriyle selamlaşacak kadar aklım kalsın diye dua ettim.’’ diyor. Bu kadın hangi aklı hangi mantığı kullanarak tutunabilir hayata? Hayatını izlerken görüyoruz ki bu kadın Allah’a sığınmış, hamd ediyor. Olayın ne kadar mantıklığı olduğu veya o durumda yapılması gerekenin ne olduğu kimin umurunda. Bu hikâyenin, kahramanını yücelttiği konuma bakar mısınız? Ne kadar gayret bizi bir hikâyede bu kahramanın eriştiği yere eriştirebilir? Hikâyemiz bir kitap gibi okunsa, bir film gibi izlense bu karakterin yanında kim oluruz? Herhangi bir durumda aklımızı ve mantığımızı kullanarak doğru olan kararı vermeye çalışıyoruz. Ziba Jazic gözleri önünde kocasının boynu kesilmiş, tecavüz mağduru bir savaş kahramanı. Burada hangi aklı hangi mantığı kullanmak gerekir? Bu hikâyedeki zulüm modern dünyanın adalet terazisinin ve aklının ürünüdür. Bu kahramanlar bize, hikâyemizde Güzel’e ulaşmak niyetiyle amel etmeyi öğretti. Elbette adalet para babalarının emrindeki mahkeme salonlarında değil, insan olmanın derinliklerinde aranacaktır. Hüküm Allah’ındır. Biz hikâyenin zerreleriyiz. Zerre olarak neyi sever neye meyledersek onunla beraber olur o hikâyeyi yaşarız. Bu kahramanlar bize gösterdi ki kısacık hayatımızda bize kalan tek şey hikâyemiz.
Burada anlatılan hikâye bir kahramanlık hikâyesidir. İnsan dostunun güçsüz ve acınası bir Hâlde görünmesini ister mi? Tabii ki çekimler sırasında çok fazla gözyaşı döküldü. Filmin içinde yer almayan çok daha ağır sahneler vardı. Ama bunlar dostlar arasında sır olarak kaldı. Film sadece bu dostluktan seyirciye düşen küçük bir pay. Kim isterse görmezden gelsin. Allah her şeyi biliyor. Allah dost ülkelerden Bosna’ya yardım edilmemesi için çabalayan zalimleri biliyor. Allah Srebrenica’yı güvenli bölge ilan edip Boşnak Halkı’nı silahsızlandıran ve sonra Sırplara teslim edenlerin kim olduklarını biliyor. Saraybosna havaalanında şehre erzak götüren halka spot ışıklarını tutarak Sırplar tarafından kolayca katledilmelerini sağlayan Fransız askerlerini, “Macaristan’a karşı çıkacak bir savaş için tatbikat yapıyoruz” yalanı ile Yugoslav Halkı Ordu’sunu ele geçirerek Saraybosna’yı kuşatanları, tüm dünyanın katliamı canlı yayında nasıl izlediğini ve kimlerin sustuğunu Allah biliyor. Allah Bakira Hasećić’in millet gözetmeden savaş mağduru kadınların hakları için verdiği mücadeleyi ve onu durdurmaya çalışanları biliyor. İçimizi acıtan birşey varsa o da bizlerin içine düştüğü vefasız ve riyakâr hâldir. Peki acaba toprağın altında yatan şehitlerimiz bu vefasız ve riyakâr hâlimiz için ne düşünüyor? Yoksa onlar için haşa “ölü” mü diyeceğiz?
Dünyada savaşlar hâlâ devam ediyor, hâlâ uluslararası merciler doğrudan müdahale edemiyor ve olan biten savaşı yapanlardan çok sivillere, masumlara oluyor. Fakat savaş esnasında ve akabinde, bir türlü de olsa hayat devam ediyor. Bu nasıl oluyor? İnsanlar nasıl tekrardan hayata tutunabiliyor ya da aksi de oluyor mu?
Dedo Pozder’in dediği gibi “İnsan her koşula alışıyor.” Saraybosna Kuşatması 3,5 yıl sürdü. 10 bin kişi öldürüldü. 56 bin kişi ağır yara aldı. Her gün ortalama 329 bomba şehri vurdu. 22 Temmuz 1993 tarihinde bir günde 3777 bomba atıldı. Saraybosna Halkı tüm bu koşullara rağmen hayata tutundu. İnsanlar yaşayabilmek için işlerine devam etmek zorundaydılar. İsmeta Tunoviç gibi öğretmenler bodrum katlarında eğitim ve öğretime devam ettiler. Kadınlar uzun su kuyruklarına girip evlerine su taşıdılar. Su kuyruklarında birçok insan hayatını kaybetti. Çocuklar sokaklarda savaş oyunları oynadılar. Erkekler ise cephede savaştılar. Şaban Begoviç cephede olmanın şehirde olmaktan daha kolay olduğunu söylüyor. Cephede en azından silahınız var ve kendinizi savunabiliyorsunuz. Oysa sokaklarda birçok kişi sniperların hedefi oluyor. Yüksek yerlere mevzilenmiş birçok sniper yaşlı, kadın, çocuk demeden herkesi vuruyor. Şehrin en önemli noktaları bombalanıyor. Markale Pazarı’nda 2 büyük katliam yaşandı. Uydudan yeri belirlenerek bilinçli bir şekilde pazar yeri vuruldu. Siviller defalarca hedef alındı. Sırp kuvvetleri için Saraybosna’da hareket eden her canlı düşmandı. Grbavica’da ve daha birçok bölgede mahsur kalan insanların başlarına geleni artık biliyoruz. Savaş sonrasında bir çok yara taze olduğu için herşey konuşulamıyordu. Fakat artık herşey açık seçik ortada. Köy yerlerinde erkekler kamplara gönderildi ve askerler komutanlarının emri ile sistematik tecavüzlere başladılar. Dünya kamuoyu tüm olanlara sessiz kaldı. Nato askeri “tarafsızlık” ilkesiyle Bosna Halkı’nın öldürülmesine göz yumdu. Sırplar Avrupa’nın en büyük dördüncü ordusuna sahipken, silahsız ve savunmasız olan Bosna’ya silah ambargosu uygulandı. Kuşatmanın tek geçilebilen bölgesine, Saraybosna Havaalanı’na NATO karargâhı kuruldu. Boşnaklar kendilerini kurtarma vaadi ile gelen Nato’nun karargâhı altından geçen gizli bir tünel kazdılar. Bu tünel Saraybosna’nın umudu oldu. Yiyecek ve içecekler, ilaç yardımları, silahlar ve şehrin elektriği bu tünelden sağlandı.
Boşnaklar savaşın sonuna doğru güçlendiler. Kaybettikleri yerleri geri almaya ve Sırp kuvvetlerini geri püskürtmeye başladılar. Sırplar Saraybosna’da 300.000 Bosnalı’ya yapmayı planladıkları soykırımı gerçekleştiremeyeceklerini anladıklarında Srebrenica’ya yöneldiler. Hollandalı askerler tek bir kurşun sıkmadan Srebrenica’yı teslim ettiler. Hatta Sırplarla içki içip eğlendiler. Sırplar 10.000’den fazla Boşnak’ı katlettiler. Hedeflerine ulaştıklarında güçlenen Bosna – Herksek ordusunu durdurmak için Dayton Anlaşmasını Alija’ya zorla imzalattılar ve savaşı bitirdiler. Amacı kahraman olmak değil, halkına barış getirmek olan Alija, Dayton Anlaşması’nı imzaladığı günü hayatının en zor günü olarak anlatır. Bakın size uluslararası mercilerin doğrudan müdahalesinden bahsediyorum. Onlar zulmü engellemek şöyle dursun, zulme zemin hazırlıyorlar. Yapılan zulme ve oynanan alçakça oyunlara rağmen Sırplar 2 haftada almayı planladıkları şehri 3,5 yılda alamadılar. Su borularından yaptıkları el yapımı silahlarla Avrupa’nın en büyük 4. ordusu olan Yugoslav Halk Ordusu’na karşı koyan bu halk nesiller boyunca unutulmayacak bir destan yazdı. Edis Kolar’ın dediği gibi “Ne için savaştığınız ne ile savaştığınızdan daha önemlidir.’’
Savaşın üzerinden 20 yıldan fazla bir zaman geçti. Bu gün hâlâ binlerce insan kayıp. Bulunamamış onlarca toplu mezar var. Hayatta kalanlar gerçekleri anlatmak için kaldıklarını söylüyorlar. Bu kahramanlar yaraları tekrar tekrar kanayacak bile olsa hikâyelerini bizlere anlattılar. Boş hevesler peşinde koştuğumuz böyle bir zamanda hayata tutunmak için bizden daha iyi sebepleri var aslında. Ve bu konuda bizden çok daha deneyimliler.
Boşnakların en dikkat çeken özelliği trajik durumlara karşı verdikleri komik ve olağan tepkilerdir. Filmlerinde ve ağıtlarında bu zıtlık her zaman görülür. Amcam Şefkija Muratović bir savaş gazisi. Savaşta yanına havan topu düşmüş ve bacağının bir bölümü parçalanmış. Hiçbir şekilde uyuşturulmadan kaba etinden kesilen parça bacağına dikilmiş. Bu olayı öyle bir anlatır ki; gülmekten karnınıza ağrılar girerken, içten içe nasıl böyle bir şeye gülebildiğinizi sorgularsınız. Onların hayata tutunacak güçleri de nedenleri de var. Fakat yeni neslin olanlara karşı duyarsızlığı ve vefasızlığı onların canını acıtıyor. Verdikleri mücadelenin gelecek nesillere bir ders olmasını istiyorlar. Bu gün bir çok savaş suçlusu delil yetersizliği bahanesi ile serbest bırakılıyor. Tüm bu olanları yaşamış, zulüm görmüş bir savaş mağdurunun, suçluların beraatini izlerken neler hissettiğini düşünebiliyor musunuz? Boşnak gencinin henüz çok taze olan savaştan bile bihaber olduğunu görmek onların hayata tutunmasını zorlaştırıyor. Savaştan kaçan birçok kişinin ceplerini para ile doldurup Bosna’ya dönmeleri ve gerçek kahramanların bu gün zor şartlarda yaşaması onların hayata tutunmalarını zorlaştırıyor. Yaşadıkları her türlü zulme rağmen onlar bu gün dimdik ayakta. Onları ayakta tutan şey Allah’ın adaletine olan inançları. Onlar çok iyi biliyorlar ki “Allah kalbi kırıklarladır.’’
Hem unutulmaması gereken hem de insanların unutup hayata devam etmek istedikleri bir olay hakkında film yapmak sizin için zor oldu mu?
O insanlar kendi gündelik hayatlarında olanları unutup yaşamaya devam etmek istiyorlar. Bu onların anın kıymetini bilmelerinden kaynaklanıyor. Fakat bizlerin unutmasını istemiyorlar. Bizden istedikleri tek şey bunun bir küpe gibi kulağımızda durması. Bir gün tekrar yaşanmaması. Yani bunu bizler için istiyorlar. Bu tür bir durumda kalırsak olanları hatırlayıp hareket etmemizi istiyorlar.
Geçmişimizin, ilmimizin, eserlerimizin hatta dinimizin unutturulmaya çalışıldığı bir dönemde en çok ihtiyacımız olan şey hatırlamak ve hatırlatmaktır. Olanları unutmak bunlara neden olan zihniyete hizmet etmektir. Bu hikâye hatırladığımız sürece bitmemiştir. Yine de bizler bu hikâyeyi unutmayarak ve unutturmayarak üzerimize düşenin sadece bir kısmını yapmış oluyoruz. Başta da dediğim gibi kahramanlarımız gündelik hayatları içerisinde olanları unutmak, hayata devam etmek istiyorlar. O hâlde hükûmetler ve bizler onları rahat şartlarda yaşatmakla mükellefiz. Fakat şimdi savaş mağdurları İskenderija’da çadırlarda kalıyorlar. Bir çok savaş kahramanı zor şartlar altında yaşıyor. Dedo Pozder ilerleyen yaşına rağmen hala günün 15 saati pazarcılık yapıyor. Sajme Hamzić yıllardır tek başına yaşıyor ve hiç kimse ziyaretine gitmiyor. Ziba Jazić kızını evlendirebilmek için taksitlerle boğuşuyor ve antidepresanlarla ayakta duruyor. Hâlâ birçok savaş mağduru maaşlarının bir bölümünü batılı ilaç şirketlerinin pazarladığı antidepresanlara harcıyor. Bizlerden bulamadıkları ruhsal desteği onlara tüm olanlara çomak tutan Batı medeniyeti pazarlıyor.
Bu durum şöyle sorular doğuruyor: Acaba Bosna Hükûmeti’nin ileri gelenlerinden bazıları Alija ile aynı amaçla savaşmadılar mı? Kendini milletine adayan Alija, savaş kahramanlarının bu durumunu görse ne der? Bu sadece Bosna Hükûmeti’ni değil bizleri de ilgilendiren bir durum. Yoksa bizlerin kalbi dilimizle ikrar ettiğimizi tasdik etmiyor mu? Bu insanlar kardeşlerimiz değil mi? O hâlde bizlere düşen bir diğer görev de bu kahramanları rahat yaşatmaktır. Onlar bizim duymaya zorlandığımız şeyleri yaşadılar. Bizden bekledikleri tek şey ise unutmamak. Fakat bizlere düşen bundan fazlası.
Bosna Savaşı’nın Avrupa’nın göbeğinde olmasının günümüzde faal bir şekilde yapılan Avrupa ve Avrupalı tartışmalarına (kültürel birlik, ekonomik birlik) nasıl bir etkisi olabilir?
Saraybosna Kuşatması tarihimizin daha birçok meselesi gibi orada apaçık yazmakta. Bir savaş tanığı bir sohbetimizde şöyle bir şey demişti: “Biz sahte bir hayale kapılıp (Yugoslavya) diğer milletlerle çok fazla iç içe girmiştik. Allah bize komşularımızın kim olduğunu gösterdi. Ve sınırları belirledi.”
Modern Dünya’nın sözde kural koyucuları dünyanın başına gelen her krizde bozgunculuklarını yine kendi şirketlerinin ve yardım kuruluşlarının paçavraları ile örtmeye çalışıyor. Hangi tarafsızlık? Her eylem bir yöne doğrudur. Her tercih bir taraf seçmektir. Ben tarafsızlığa inanmıyorum. Modern dünyanın “tarafsızlık” yalanının ne demek olduğunu ve ne şekilde uygulandığını Saraybosna’da, Srebrenica’da ve tüm Bosna’da izledik, gördük. Ve hâlâ dünyanın her yerinde izlemeye devam ediyoruz. Her şey apaçık ortada. Herkes aynı şekilde anlamadı. Çünkü herkesin canı aynı şekilde yanmadı. Aynı şeye inanmayanlar nasıl‚ “bir” olabilir. Sömürgecilik anlayışıyla zenginleşerek zahiri ilimlerde gelişebilmiş fakat insan olmak ilminden bihaber bir topluma nasıl medeni denebilir? Alija bizlere diyor ki: “Bunu hiç unutma evlat. Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır. Ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.”
Sözde özgürlük savaşçıları ve şuursuz simsarları kendileri dışında her kültü, eğitim kurumunu ve anlayışını, geçmişten gelen her türlü kaynağı yok ediyorlar. İçimizi acıtan şey “düşmanımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği.” Bosna’da kimlere soykırım yapıldı. Sırp Komutan Mladić Srebrenica’ya girdiklerinde neden Türk’lerden intikam aldıklarını söyledi? Neye inandığımız konusunda samimi olursak yaşadığımız sorunun temeline de daha rahat ineriz. Hâlâ kültürel ve ekonomik birlikten bahsedilmesini çok anlayamıyorum. Bosna bu tartışmalar için yeterli bir örnek değil mi? Her yönüyle Saraybosna bana Cemil Meriç’in bir sözünü hatırlatıyor: “Olympos Dağı’nın çocukları Hira Mağarası’nın evlatlarını asla kabullenmeyecekler.”
Söz ile gönüllere aktarılan sırrın evlatları elbet Saraybosna’nın da öyküsünü unutmayacak ve unutturmayacaklardır. Bu öyküyü Hz. Peygamber’in öğrettiği biçimde okuyacak, “Sabredenler, aralarında yardımlaşanlar, Allah yolunda cihat edenler” hitaplarına da “haddi aşanlar, zulmedenler” hitaplarına da kimlerin muhatap olduğunu göreceklerdir.