MEKKE’YE EL-İHRAM VE’L-İHLÂL:
HAC YOLUNDA KUDÜS-Ü
ŞERİF’E ZİYARET

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Uzun yıllardır Kudüs “El-Kudsü’ş-Şerîf” adıyla bilinegelmiştir. İslam rivayetlerinde Kudüs, İslam’ın ilk yıllarında Müslümanların ilk kıblesi, mucizevi gece yolculuğunda varış noktası ve peygamberin ibadet etmek için yolculuk yapılmasına izin verdiği üç mescitten birinin içinde bulunduğu yerdir. İslam teolojisinde Kudüs axis mundi (dünyanın direği, temeli) ve gökle yer arasındaki bağlantı noktası olarak görülür.

    Kudüs-ü Şerif’i ziyaret etmek gerçekten yüce bir deneyimdir. Ziyaretçileri ilk başta Kubbetü’s-Sahre’nin görüntüsü karşılar, güzelliği büyüleyicidir. Mimarisi huşu, hoşluk ve hayranlık duyguları uyandırır. Onun duyulara hitap eden görkemi varoluşsal yalnızlığı dindirir ve sonsuzluk haberlerini uyandırır. Yoğunluğu, lirizmi ve ahengi yücelik duygusunu tetikler. Mescid-i Aksâ’yı ziyaret eden Müslümanların gözlerinden bolca yaş dökülür. Sıkı Müslümanlarda, yani kimliklerini yalnızca İslam’la tanımlayan Müslümanlarda olduğu gibi İslami kurallara çok fazla uymayan, İslam yalnızca kimliklerinin bir unsuru olan kişilerde bile Mescid-i Aksâ’ya girdiklerinde karşı koyamadıkları gözyaşları akar.

    Baskın kutsallık duygusu her yana yayılmış ve Kudüs-ü Şerif’in mimari güzelliğini kuşatmıştır, görenlere aşkın bir nitelikle karşılaşılmış duygusu bahşeder. Caminin üst ve alt avlularına medrese binaları, muhteşem kapılar, sarnıçlar, inziva için kullanılan kubbeli odalar, kemer ve mihraplar, kubbevi nişler ve tonozlu galeriler saçılmıştır. Üst avlunun tam ortasında üstte, mukaddes kayanın, yani peygamberin Miraç gecesi uruc ettiği yerin üzerine inşa edilmiş Altın Kubbe parlar. Mit ve efsanenin iç içe girdiği Mescid-i Aksâ’da avlulara kutsiyet yayılmıştır.

    “Sübhanallah” (Allah’ın şanı ne yücedir) ifadesi farkında olmadan akla gelir. En dikkat çekici, şaşalı kubbesiyle Pamukçular (Kattanin) Kapısı’nın eşiğinde dururken mümin, o anın yoğunluğunun doğurduğu şaşakalma ve haz duygusuyla sarsılır.

    Kudüs İslam inancının tamamlayıcı bir unsurudur. Peygamber, yalnızca üç şehre ziyaret için yolculuk yapılmasını emretmiştir; Kudüs, Mekke ve Medine. Burada vurgulanması gereken nokta, bu üç şehir arasındaki ilişkinin hiyerarşik bir yapıda olmayıp, aksine aralarındaki ilişkinin, İslam’da kutsiyetin tezahürüne dair sembolik birer ifade olarak her birinin değerine dayanan diyalektik bir yapıda oluşudur. “(İbadet amacıyla) şu üç mescit dışında yolculuk yapılmamalıdır; Mekke’deki Mescid-i Harâm, Medine’deki benim mescidim ve Kudüs’teki Mescid-i Aksâ.”
    İslam’da kutsallık (el-kadâset) kavramı pragmatik olarak, kültürel, entelektüel ve sembolik bağlamlara oturmuş çizgilerde ifadesini bulur. Bu üç şehrin dağınık biçimde, teolojilerini ve geleneklerini kendisi sayesinde kurdukları karmaşık, sembolik bakış açıları Kur’an ve Sünnetin, yani peygamberin eylemleri ve sözleri olarak tanımlanan İslam ana akım itikadının güvenilir sembolizmini ve geleneğin razı geldiği yorumları içerirler. Kültürel olarak yayılmış menkıbe ve hikâyeler dinsel olaylara mistik bir boyut ekler.

    Kutsalın sembolik ifadesi olarak miraç, halk kültürünün, etrafında düşsel anlatılar kurduğu bir gizem elbisesiyle gizlenmiştir. Halk efsanesinde, peygamberin göklere yaptığı “hızlı ziyaretine” üzerinden başladığı, kutsal tecelliye tanıklık eden Mübarek Sahra değişmiş ve gizemli Gece Yolculuğunun simgesi olarak sembolik bir işlev yüklenmiştir. Halk kültürüne göre hâlâ bu kayada peygamberin ayak izi vardır. Bu iz “hâlâ durur”, peygamber kayaya, onu mübarek kılmak için sertçe basmıştır. Kayanın da peygamberle birlikte, Allah’la görüşmek için yükselmeye başladığına ve peygamberin ona yerinde kal emri vermese onunla birlikte yolculuğa devam edeceğine yaygın olarak inanılır. Ayak izi bugün, onun saçlarının ve sakallarının da saklandığı kutsal emanet sandığında korunmaktadır. Sufi dostum Şeyh Cemal’in aktardığı bir başka anlatıda “Peygamberler kumda iz bırakmazlar, ayak izlerinin mührü kayaların üzerinde görülür.”

    Kur’an’a göre o gece Allah kayayı ve çevresini mübarek kılmıştır. Allah tarafından mübarek ve mukaddes kılınmış (ellezî bâraknâ havlehû) kaya, Mukaddes Kaya (es-sahratü’l-mukaddese) şeklinde bir başka kimlik kazanmıştır. Roma dönemi Aelia Capitolina’sı daha sonra Beytülmakdis şeklinde yeni bir kimlik, bir Müslüman kimlik kazanmış ve bugüne kadar bu addan türemiş Kudüs adıyla anılır olmuştur.

    Ancak burada unutulmaması gereken bir nokta vardır; Gece Yolculuğu (İsrâ) her Müslüman’ın Kudüs’le derin bağının ve peygamberin Kudüs’le ruhsal bağlantısının ifadesi olarak, ayrıca Mekke’nin Kudüs’le ruhsal ve simgesel bağlantısının kanıtı olarak hizmet etmektedir.

    İslam tarihi boyunca, İslam’ın üç kutsal şehrinin methiyesine adanmış özel bir edebiyat türü vardır; yani Mekke, Medine ve Kudüs’ün. Meşhur, büyük yazarlar, teologlar, hacılar ve ziyaretçiler, şairler eserlerinde bu üç şehrin kutsiyetini gösteren mucizeler ve sıra dışı olaylar hakkındaki anlatıları bir tarz olarak işlemişlerdir. Kudüs’ün Faziletleri (Fedâilü’l-Kuds) diğer edebiyat türlerinden farklıdır hem de İslam’ın ilk yıllarına kadar geriye tarihlenir.

    İslam düşüncesindeki merkeziyeti nedeniyle Kudüs, Mekke ve Medine’ye paralel, kutsal bir yerin simgesi ve imgesi olarak görülür. Kutsallığının temelleri – Mircea Eliade’ın çok sevdiği bir kavramla söylenirse – bir hierophany, yani kutsalın tezahürünü yansıtır. Muhteşem Kubbetü’s-Sahre’nin altındaki kaya, Gece Yolculuğu’na (İsrâ) tanık olarak, onun merkezî, sembolik yapısını gözler önüne serer.

    Kudüs’ü ziyaret, tamamen Mekke ve Medine’ye yapılan ziyaretin bağlamında, yani Hac ile beraber gerçekleştirilebilir. Mademki geleneksel olarak helal – el-ihlâl; yolculuğun başlatılması – kılınmıştır, o zaman hac Kudüs’ten başlayabilir veya Kudüs ayrı olarak ziyaret edilebilir. Beytülmakdis’i ziyaret eden hacılar burada, imanlarının maddi tezahürlerini görebilir, akidelerini toplu bir uyarımla, kutsiyet bağlamında tekrar tasdik edebilir ve Leyletü’l-İsrâ’nın, Mirac’ın tezahür ettiği bu yere özgü, sembolik kutsiyet aracılığıyla İslam’la kişisel bağlantılarını kurabilirler.

    “Dedem geçen yüzyılın başında, Fas’tan Filistin’e hac için gelmiş” diye aktarıyor Nadira El-Mağribî ve Faslı kökenlerine rağmen Eriha şehriyle özel ilişkilerinin tarihini açıklıyor. “Dedem, Mescid-i Aksâ’dan taşan muhteşem ruhaniyetle dolup taşmış ve Kudüs’e yerleşmeye karar vermiş.” El-Mağribî yaygın bir soy addır ve kişinin atalarının Filistin’e Fas’tan geldiğini gösterir. Aynı şekilde El-Mısrî de bir kişinin Mısır kökenli olduğunu gösteren bir başka addır. Yine El-Afkânî, El-Buhârî, En-Nakşibendî de soy adlardır; kişinin atalarının son beş asırda Özbekistan’dan, Buhara’dan veya Afganistan’dan hac için Kudüs’e gelip yerleşmeye karar verdiğini gösterir. Asırlar boyunca farklı milletlerden, farklı tarikatlardan Sünni Müslümanlar bu şehrin kutsallığının içlerine nüfuz ettiğini hissetmiş ve Beytülmakdis’e yerleşmeye karar vermiştir. El-Mağribî devam ediyor; “Babam ilk başta Eski Şehir’de Fas Mahallesi’nde yaşıyordu. Ama ana vatanının yeşilliklerine dair içinde bir özlem vardı. Sonra yaprak dökmez muz ağaçları, palmiyeleri ve narenciye ağaçlıklarıyla meşhur Eriha şehri babam için huzur dolu bir vaha olmuştu. Eriha’da babam hem kendini evinde hissediyordu hem de burası Cuma namazı için Mescid-i Aksâ’ya oldukça yakındı.”

    Hausa, Fulani, Bergo, Kalambo, Salamaat ve Berno gibi Afrika kabilelerine mensup Nijeryalı Müslümanlar ziyaretlerinin ardından Kudüs’e yerleşmişlerdir. Bu kişiler hem Mekke’de hem de Kudüs’te, ana dili Arapça olan Sudanlılar’ın aksine Tekârneh (tekili takrûnî) diye anılırlar. Halk arasında Tekârneh oldukça dindar olarak bilinirler ve 13. yüzyıl gibi erken bir dönemde (Memlüklüler zamanında) Mescid-i Aksâ ve çevresini korumakla görevliydiler. Ürkütücülükleri, dindar ve sağlam görünümleriyle, dürüstlükleriyle tanınan bu ağırbaşlı kişiler camiye özel bir hava katarlar. Mescid-i Aksâ’nın geniş avlusunda futbol oynamamaları için çocuklara aşılanan bu muhafız korkusunu babam hatırlıyor. Bu kişiler için mescide giden Alaeddin Sokağı’ndaki Memlük binaları da tahsis edilmiştir. Bir yanda 1267’de tamamlanan Memlüklü kurucusunun adını taşıyan Alaeddin Ribat’ı öte yanda 1282’de tamamlanan Mansur Ribat’ı; her iki konaklama yeri, ribat da büyük ölçüde bu Mukaddes Şehrin Afrikalı sakinleri tarafından kullanılmaktadır.

    Ribatlar, torunları bugün, Mescid-i Aksâ’da daha iyi ibadet edebilmek için şehre yerleşen hacıların konaklama yerleriydi. Öte yandan zaviyeler ise Arapça konuşmayan, gezgin hacılar için, bunların Beytülmakdis’i ziyaretleri sırasında konaklayabileceği, manevi öğretileriyle ve tefekkürleriyle tanışabileceği merkezlerdi. Zaviye ve ribat kabaca Hristiyanlarda, rahiplerin gezginleri ve hacıları misafir ettikleri yurtlara benzer. Orta Çağlarda Türk, Orta ve Uzak Asyalı ve Hindistanlı (Hindistan’ın bölünmesinden önceki anlamıyla) Müslümanları ağırlamak amacıyla, Osmanlı döneminde bu yapıların sayısı artmıştır. 13. yüzyılda Faslı Müslümanlar olan Murâbıtlar şehirle komşuluk ilişkileri kurdular. Haçlılara karşı yapılan savaşta yer aldılar ve deniz savaşlarında Selahaddin’in kuvvetlerine katılacak bir donanma gönderdiler. Mescid-i Aksâ’nın batı tarafındaki kendi mahallelerinin çevresine camiler, medreseler ve evlerin inşa edilmesine yetecek kadar yüksek bağışlarda bulundular. Bu Fas Mahallesi, İsrail’in 1967’de Kudüs’ü işgalinden hemen sonra Yahudi Mahallesi’ni genişletmek, Ağlama Duvarı’nın etrafına yer açmak için yıkıldı.

    Erken Osmanlı döneminde şehir anadili Arapça olmayan, Müslüman coğrafyasının her yanından hacıların akınına uğradı; Kudüs’e uğrayıp bir süre kalmak, dua edip tefekküre dalmak isteyen Hindistanlı, Afganistanlı, Orta Asyalı, Endonezyalı ve Türk birçok hacı buradaydı. 20. yüzyılın gelip çatmasından önce ve modern Arap ulus devletlerinin kurulmasından evvel içsel dinî tecrübe, yani zikir büyük ölçüde ana akım inanca dâhil ritüeller içerisinde işliyordu. Her zaviyenin cemaati bir şeyhin, yani bir tarikatın başı olan ve özellikle kendi hemşerileri arasında ağırlığı olan kişinin manevi önderliğini kabul edebilirdi. Zevâyâ (zaviye kelimesinin çoğulu) hacılar için konaklama yerleri ve çeşitli sufi ekollerinin serpildiği merkezler olarak daha sonra Kudüs’ün cazibesini artırmışlardır. Mesela Ez-Zâviyetü’l-Hindiyye (Hindistan Zaviyesi), En-Nakşibendiyye (Orta Asyalıların) ve El-Afkâniyye (Afganlara hizmet eden zaviye) hâlâ varlıklarını sürdürmektedirler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin müritleri tarafından kurulan Mevlevi Zaviyesi bugün camiye dönüştü ve odalarında da yerli aileler kalıyor. Habsü’l-‘Abîd, Filistin’deki Afrikalı topluluğun Mansur ve Alaeddin Ribatına verdiği üzücü addır, bu ad her iki ribatın Osmanlı’nın son döneminde hapishane olarak kullanılmasından dolayı böyle yerleşmiştir. Hapishanenin 20. yüzyılda taşınmasından sonra Takârneh, tıpkı uzun yıllardır olduğu gibi, tekrar her iki ribatta yaşama haklarını kazanmışlardır. Ama ribatların hapishane olarak kullanılmasına dair eski anılar “Zenciler Hapishanesi” olarak çevirebileceğimiz Arapça adda hâlâ görülebilir. Hem “köle” hem de “zenci” anlamına gelen ‘abd’ kelimesi meseleyi güçleştiriyor. Çünkü bu kelime, her zaman hür olan ve Filistin’e kendi inançları gereği yerleşen Takârneh’ı tam olarak karşılayan bir adlandırma değildir.

    Maalesef Fas Mahallesi, Altı Gün Savaşlarından hemen sonra İsrailliler tarafından imha edilen Haretü’l-Mağribî bugün artık yok. Osmanlı’nın esnek idari sistemi her bir etnik yapıya “millet” sistemi aracılığıyla meşru bir konum vererek bunların hayatını sürdürmelerine izin verdi. Bu sistemde her etnik topluluk komşularından ayrı bir şekilde kendi kimliğinde var olabiliyordu. Bu liberal Osmanlı sistemi yalnızca Müslüman hacılar için değil aynı zamanda Hristiyan ve Yahudi ziyaretçiler için bu etnik mozaiğin kurulmasında önemli bir rol oynadı. Kudüs nüfusunun kültürel çok türlülüğü de Osmanlı’nın yıkılışında sonra birçok Yahudi, Yunan ve Ermeni topluluğunun buraya yerleşmesini cesaretlendiren, şehrin kozmopolit imgesinin yaratılmasına ciddi biçimde etki etti.

    Murâbıtlar’dan kalma ve Halife Ömer’in 7. yüzyılda Kudüs’ü alışına katılan aristokrat aileler Mukaddes Sahra’nın İslam teolojisindeki sembolik değerinin tam olarak farkındadır. Nusaybî ailesi bunun en önemli örneğidir. Deyişlere konu olan basit görünümüne ve zor yaşam şartlarına rağmen, İslam hâkimiyeti boyunca oturma izni alabilenler şehrin kutsiyetinden kopamamışlardır. Bu kişiler Allah aşkı uğruna sağlıklarından ve yaşam düzenlerinden olmuşlardır. İşte Arapça bir deyiş; az şeyle yaşayabilen, yani kısıtlı bir yaşama uyum sağlayabilecek kişi Kudüs’te ve El-Halîl’de yaşar (ellezî yerdâ bi’l-kalîl yeskünü bi’l-Kudsi ve’l-Halîl).

    Mescid-i Aksâ’nın geniş alt ve üst avlusu nişlerle, halvetgâhlarla, medrese odalarıyla, sembolik kapı ve kemerler, kuyularla, şadırvanlarla, çilehanelerle bezelidir. Bu mimarinin öyküsü Kudüs’te 14. yüzyıl İslam’ının izlerini taşır. Bütünsellikleri içinde bu binalar, adları Aksâ’nın altın kubbesinin altındaki Mukaddes Sahra’yla birleşerek ölümsüzleşen şehzadeler, emirler, sultanlar ve dinsel simalar kafilesinin görsel arşivi gibidir.

    Son bin yıl boyunca Müslümanlar Kudüs’e hac için gelerek Harem-i Şerif’in etrafında bir müddet kalmışlardır. Meşhur âlim Gazzâlî’nin Bâbü’r-Rahmân’ın üzerindeki küçük bir medresede bir müddet kaldığı ve başyapıtı İhyâü ‘Ulûmi’d-dîn’i yazmaya burada başladığına inanılır. İçe işleyen bir huzur ve aşkınlık duygusu yayan Kudüs’ün kutsallığı, devrik Memlük sultanları için şehri uygun bir sürgün yeri hâline getirmiştir. Sultanların şatafatlı türbeleri, Ortaçağlarda sayısı iyice artan medrese binalarının içinde yer alır.

    Bugün göçmen işçilerin yaşadığı, harap ve yıpranmış ama yine de hoş görünümleriyle Ortaçağ Memlük medreseleri zamanın akışının şahidi olarak hâlâ ayaktalar. Bu yapılar, Kudüs’ün İslam için merkezi konumunun veciz birer ifadesi olarak duruyorlar. Tarihin iniş çıkışlarının kurbanları için bu şehir, kısa adıyla Kudüs her Müslümanın kalbinde ve zihninde etkili, duygusal bir heyecanı tetikler; geçmişe duyulan özlem, manevi duygular, Allah aşkı ve peygamberiyle karşılaşma gibi çağrışım ve hisler…
    *Al-Quds Üniversitesi Antropoloji bölümü