İSLAM DÜŞÜNCESİNİN YUNAN DÜŞÜNCE MİRASINDAN ETKİLENMESİ ÜZERİNE
İslam’ın filizlenme evresinin akabinde, yani İslam’ın bir medeniyet olarak zuhuru sürecinde Müslümanlar kendilerini medeniyet taşıyıcı pek çok fikrî geleneğin karşısında buldular. Bu bağlamda Orta Asya ve Hint alt kıtasının ilkel ya da milli dinleri, Orta Doğu’nun semavi dinleri ile ezoterik/hermetik öğretileri, nihayet Akdeniz merkezli ve pagan kökenli Yunan felsefesinin muhtelif şubeleri zikredilebilir. Yalnızca bir din değil aynı zamanda bir medeniyet olarak tebarüz eden İslam’ın, temeddün süreci içerisinde bunlar arasından en çok müstefit olduğu kaynağın Yunan düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz. İslam medeniyetinin akıl ve ruh boyutunu inşa eden kelam, felsefe ve tasavvuf az ya da çok bu mirasın çekim gücünde kalmışlar ve ondan etkilenmişlerdir. Bu yazıda bahse konu olan etkilenmenin mahiyeti üzerinde durmaya çalışacağız.
İki dinamik gücün birbiriyle karşılaşmaları durumunda her iki taraf için tesir ve teessürün ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Bunu, karşılıklı ifade ve istifade olarak değerlendirmek de mümkündür. Bu noktada İslam’ın Yunan düşünce mirasından etkilenmesi, karşı karşıya kalmanın bir sonucu olan, karşılıklı etkileşim (tefâul) şeklinde değerlendirilebilir mi? Başka bir ifadeyle İslam ve Yunan düşünceleri arasında bir tesir ve teessürden ya da ifade ve istifade hâlinden bahsetmek mümkün müdür?
Bu sorulara cevaptan önce Müslümanların, kendilerini karşısında buldukları dönemde Yunan düşüncesi ikincil ya da üçüncül yorumcular elinde muhafaza edilmeye çalışılan yitik bir miras olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla bu miras adına Müslümanlardan istifade etmeyi mümkün kılacak dinamik bir irade yoktu. Şu hâlde İslam ve Yunan düşünceleri arasında gerçekleşen “etkilenmeyi” karşılıklı bir etkileşim olarak değerlendirmek zordur. İslam düşüncesinin, karşılaştığı düşünce gelenekleri arasında Yunan düşünce geleneği ile ilişkisini vicdan (buluş/bulmak) ilişkisi olarak nitelemek daha doğru olacaktır. Nitekim Müslümanlar, koyuldukları temeddün yolunda karşılarına çıkan Yunan düşüncesini faydalı bir nesne olarak telakki etmişler ve onu edinip, kendi din tasavvurlarını sarsmayacak bir hüviyette kullanmışlardır. Bu ilişkide İslam Düşüncesi özne, yani vâcid (bulan) iken, Yunan Düşüncesi nesne, yani mevcut olandır (bulunan). Bu faal duruşun neticesinde İslam düşüncesi Yunan düşüncesi karşısında daha ziyade edilgen değil etkin bir tavır içerisindedir. Zira doğrudan Yunan düşüncesinin, Müslümanları bu düşünceyi öğrenmeye ve edinmeye zorladığı söylenemez. Müslümanlar bu düşünceyi haddizatında şayan-ı hayret bulmuşlar, kurucularına saygı göstermişler, ondan faydalanmanın doğru olduğuna kanaat getirip, onu, geliştirmekte oldukları düşünce geleneği ile – kısmen ya da büyük oranda – bir biçimde mezcetmişlerdir. Bu, isteksizce (kerhen) ortaya konan bir tutum olmayıp, bilakis bile isteye (tav’an) girişilen bir çabadır. Bunun en büyük şahidi, a) tercüme hareketi ile b) bu hareketten önce başlamış olan ve onunla birlikte sürgit devam eden şifahi bilgi-fikir aktarımı yönündeki gayretlerdir. Emevîler döneminde başlayan, Abbasîler döneminde evc-i bâlâsına (zirve) ulaşan bu hareket ve gayretler hicri ikinci ile dördüncü asırlar süresince devam etmiştir. Nihayetinde yitik “Yunan düşüncesi” İslam medeniyetinin düşünce zemininde korunmak, yeniden yorumlanmak ve geliştirilmek amacıyla büyük bir özveriyle fidelenmiş ve nihayetinde bu bilgi ve fikir aktarımı başarı ile tamamlanmıştır.
Bu düşünceyi salt Yunan düşüncesi olarak adlandırmak ve böylelikle bu düşüncenin bütün ilmî ve fikrî kazanımlarını Yunan aklına mal etmek elbette ki insaflı bir yaklaşım olmayacaktır. Nitekim pek çok araştırmacı bütün bu düşünce mirasının Sümerler, Fenikeliler, Keldânîler ve Mısırlılar’dan sonra Yunan’a aktarıldığını kaydeder. Şu hâlde söz konusu olan, yalnızca bir ırkın ve medeniyetin ürettiği bir birikim olmayıp, hemen neredeyse bütün insanlığın, hasılasında emeğinin ve katkısının bulunduğu bir mirastır ki, bunu kadim bilgi mirası, philosophia perennis (ezelî/evrensel hikmet) gibi mekân, zaman ve ırklar üstü kavramlarla ifade etmek daha doğru olacaktır. Büyük düşünür Câhiz’in (ö. 255/869) şu sözleri bu kanaati teyit etmektedir: “Hint kitapları nakledildi, Yunani hikmetler tercüme edildi, Fars edebiyatı aktarıldı. Bunların bazıları oldukça iyi, bazıları ise eksikti. […] Bu kitaplar milletten millete, asırdan asıra, dilden dile nakledilmiş ve bize kadar ulaşmıştır. Biz bunları tevarüs edenlerin ve inceleyenlerin sonuncusuyuz.” (Kitâbü’l-hayevân, I, 53) Ancak bütün bu düşünce mirasının İslam’dan önceki hamili ve aynı zamanda hamisi Yunan filozoflardı. İslam düşünürleri bu mirasa onların kitapları ve takipçileri üzerinden ulaştılar. Bu nedenle onlar bu düşünce yekûnunu Yunan düşüncesi olarak adlandırmakta bir beis görmediler. Buna bağlı olarak biz de bu düşünceyi Yunan düşüncesi olarak ifade ettik.
Müslümanların, bu düşünce mirasının şifahi ve kitabi (tercüme) yolla aktarımının failleri olmaları, onların Yunan düşüncesini, bulunduğu yerden kendi iradeleri ve ihtiyarları ile temellük ettiklerini, öğrenip özümsediklerini ortaya koymaktadır. Müslümanlar bu düşünceyi, fetihler yoluyla içlerine ve ruhlarına nüfuz ettikleri Mısır, Antakya, Harran, Suriye ve Cündişâpûr gibi şehirlerde varlıklarını sürdüren Yunan düşünce mirasının hamili niteliğindeki mektepler ve ilim adamlarıyla temas kurarak öğrenmişlerdir. Bu öğrenmenin nedenleri sadedinde, şehirleşmenin fiziki ve kurumsal yollarını öğrenmek, hastaları iyileştirmek, vakitleri tayin ve tespit etmek gibi pratik nedenler, inanç esaslarını savunmak gibi dinî nedenler ve bizatihi fikrî tekâmülü sağlamak gibi felsefi nedenler ileri sürülebilir. Ancak son kertede önemli olan husus Yunan düşüncesinin bir şekilde öğrenilmiş ve tevarüs edilmiş olmasıdır. Neticede Müslümanlar, hicri dördüncü asırda, klasik Yunan’da yedi özgür sanat/bilim olarak adlandırılan ve geç antik dönemde Romalıların Trivium (Dil, Mantık, Retorik) ve Quadrivium (Aritmetik, Geometri, Astronomi, Müzik) şeklinde tasnif ettikleri ilimleri mütekâmil (yetkin ve bütüncül) bir vaziyette öğrenmiş durumdaydılar. Bu sonuç, her ne kadar tek taraflı bir etkilenme olarak gözükse de kesinlikle edilgen bir tavrın ürünü değildir.
Konumuz itibarıyla burada şu iki soru önem arz etmektedir: Birincisi, Müslümanların, oldukça sofistike bir bünyeye sahip olan Yunan düşünce ve bilimi karşısında edilgen ve asimile olmalarını engelleyecek birikimleri var mıydı? Ya da altında ezilmeden bu mirası tevarüs edecek fikrî altyapıya sahip miydiler? İkincisi, bu gelişmiş düşüncenin Müslümanları dönüştürdüğü ileri sürülebilir mi? Ya da bu miras ile karşılaşılmasının akabinde Müslümanların dinî tasavvurlarında bir zemin kaybı yaşanmış mıdır?
Bu yazının sınırları içerisinde yukarıdaki soruları bütün boyutları ile incelemenin mümkün olmadığını itiraf etmeliyim. Ancak bir nebze de olsa bu hususlara dair fikirler verebilecek cevaplar önermeye çalışacağım. Birinci sorun bağlamında öncelikle şu hususu ifade edebiliriz: Bir dinî tasavvurun farklı ya da karşıt fikir sistemleri tarafından asimile edilmesini engelleyen iki önemli amil vardır: Bunlar, a) amelî ve itikadi yönleriyle güçlü bir şekilde örgülenmiş dinî yaşantı ve b) bu yaşantıyı her şartta muhafaza eden etkin bir siyasi iradedir. Yunan düşüncesinin aktarım dönemine tekabül eden tercüme hareketleri sürecini öncesiyle ve sonrasıyla değerlendirdiğimizde görmekteyiz ki, Müslümanlar bu dönemde kelâm ilminin sağladığı formasyonla kâmil sıfatlarla muttasıf Tanrı ekseninde güçlü bir tevhit düşüncesine (bu sıfatların Tanrı ile ilişkisinin keyfiyeti ile ilgili tartışmalar bu meyanda dikkatimizin dışındadır), fıkıh ve hadis ilimlerinin sağladığı formasyonla da bir dinî-amelî hayata sahiptiler. Müslümanların bağlı oldukları merkezî tasavvurun belirleyicisi olan sabiteler, bu disiplinlerin misyonlarıyla muhafaza ediliyordu. Ayrıca mezkûr süreçte hâkim olan siyasi irade/ler dinin bu sabitelerini kurumlar ya da kişiler üzerinden koruma ve kollama noktasında büyük bir hassasiyet göstermiştir. Dolayısıyla Müslümanların Yunan düşüncesinin aktarılması karşısındaki tavrı asimilasyon (temsîl-benzeme) olarak değil, entegrasyon (telîf-bütünleşme) olarak değerlendirilmelidir. Müslümanların, kelâm ve fıkıh ilimleri ekseninde ve Kur’ân-ı Hakîm’i anlama yolunda geliştirdikleri akli melekeleri bunun böyle olmasını mümkün kılmıştır. Burada şu noktanın altını çizmek isteriz: Müslümanlar kadim akli birikimi, daha dar bir ifadeyle Yunan düşüncesini İslam düşüncesinin kodlarına eklemlemişlerdir. Bu, Müslümanların medeniyet olmaları yolunda atılan önemli bir adımdı ve büyük oranda başarıyla tamamlanmıştır. Ancak bu başarı, kendisini daha önemli bir başarı ile gerçekleştirmiştir. Bu da Müslümanların itikadi, fikrî ve amelî boyutta zemin kaybına uğramamış olmalarıdır. Birinci başarıyı felsefi geleneğe, ikinci başarıyı ise hadis ve kelâm boyutlarıyla birlikte fıkhi geleneğe bağlamak mümkündür. Şu hâlde, İslam, eğer sağlam bir zemin üzerinde sabit ve güçlü bir medeniyet olmuşsa bunu hem dinî-fıkhi hem de aklî-felsefi düşünce geleneklerine borçludur. Felsefesiz fıkıh toplumu medeniyet fikri ve vasıtalarından mahrum ederken, fıkıhsız felsefe dinî-vahyî zeminin kaybolmasına yol açar.
İkinci olarak dikkat çekmeye çalıştığımız sorun, Yunan mirası, İslam düşüncesi olarak adlandırılan düşünce dünyasının doğası ve mahiyeti üzerinde bir değişime neden olmuş mudur? Bu soruyu cevaplamak için “İslam düşüncesinin mahiyeti” ile neyi kastettiğimizi, diğer bir ifadeyle bu düşüncenin özünü neyin oluşturduğunu açıklığa kavuşturmamız gerekir. Hemen belirtelim ki, kastettiğimiz husus “umde” olarak nitelenebilecek şu üç ana ilkedir: a) Zatı itibarıyla bütün âlemin ötesinde olan (müte‘âl), ilmi, iradesi ve kudreti ile her şeyi kuşatan (mutlak) ve yaratılanların kusurlarından berî olan (münezzeh) Allah tasavvuru, b) kulluğa, hayata, hukuka ve ahlaka yön veren peygamber tasavvuru, c) ölümden sonraki hesap gününü, ceza ve mükâfatı haşrı ve neşri ihtiva eden me‘âd (öte dünya) tasavvuru. Denilebilir ki, bu üç umde İslam dininin günümüze dek süren seyrüseferinde varlık göstermiş olan muhtelif fırka ve mezheplerin tamamının ittifak ettikleri üst kimlik kodlarını oluşturmaktadır. İslam düşünce dünyasını oluşturan üç nazari gelenekten hiçbirisi, yani kelâm, tasavvuf ve felsefe ve bunların birbiriyle yakın ya da birbirine oldukça karşıt bir yapı arz eden farklı alt fraksiyonları bu üç ana umdeden hemen neredeyse hiçbir zaman ayrılmamışlardır. Şöyle ki kelâm ilminin bu umdeleri kabul ve savunma refleksinin oldukça gelişkindir. Öte yandan bu durum, kelâm ilminin Yunan düşüncesinden istifade etmediği anlamına da gelmemektedir. Kelâmcılar – özellikle hudûs delili ekseninde – Allah’ın varlığının ispatı için âlemin hâdis olmasının temellendirilmesi gerektiğini savunmuşlar ve bu çerçevede Demokritosçu tabiat anlayışını yararlı bir ifade biçimi olarak benimsemişlerdir. Neticede kelâm Demokritos’un Tanrı’yı reddeden maddeci görüşünü Allah’ın varlığını ispat eden bir argümana dönüştürmüştür. Sufiler ise âlemi tecelli ve mezâhir kavramlarıyla izah ederler ki, onlara göre Hakk’ın Zât’ı (Hakîkat-i Mutlak) âlemin, yani bütün tecellilerin ötesindedir. Ve bütün tecelliler O’nun sevgisi ile zuhur bulmuşlardır. O’nun sevgisi aynı zamanda O’nun irade ve rızasını da kapsamaktadır. Sufiler ayrıca velayet kavramı üzerinden nübüvveti, yine tecelli kavramı üzerinden haşrı ve neşri kabul etmektedirler. Dolayısıyla onlar da mezkûr ilkelere bağlılıkta sebat göstermişlerdir. Kanaatimize göre kelâm ve tasavvuf disiplinleri için Yunan düşüncesi büyük oranda faydalanılacak bir araç olarak telakki edilmiştir. Felsefeciler ise Yunan düşünce mirasını belli bir düşünceyi ispatlamak için yaralı bir araç olarak görmemiş, bilakis onu hassaten ilgilenilmesi, öğrenilmesi ve geliştirilmesi gereken bizatihi amaç olarak değerlendirmişlerdir. İslam düşüncesinde felsefi geleneği temsil eden hat, önemli ölçüde Yunan düşüncesinin mantık, fizik, metafizik ve siyaset ilkelerini kabul etmiştir. Bununla beraber İslam felsefecileri, âlemin Allah’tan illet-malûl (neden-sonuç) ilişkisi gereği zorunlu olarak sadır olduğunu savunsalar da, geliştirdikleri inayet teorisi ekseninde hiçbir şeyin Allah’ın irade, kudret ve rızası olmadan O’ndan sudur edemeyeceğini ve O’nun inayetinin her şeyi kuşattığını kabul ederler. Diğer taraftan felsefeciler, iç duyulardan (havâss-ı bâtıne) mütehayyile kuvveti ile nübüvveti temellendirmekte, farklı bir zaviyeden de olsa haşrı reddetmemektedirler. Bu durumda, Yunan düşüncesini, âdeta bir Yunan filozofu edasıyla tahsil ve talim etmenin, zorunlu olarak İslam’ın temel rükün ve umdeleri ile çelişmeyi ya da çatışmayı gerektirdiği ileri sürülemez. Nitekim Fahreddin er-Râzî öncesi İbn Sînâ münekkitlerinden kabul edilen İbn Gaylân el-Belhî’nin şu sözleri de bu hususa işaret etmektedir: “Birçok Müslüman, felsefecilerin tezlerini kabullenmeye ve onların, eserlerine derç ettikleri sapkınlıkları araştırmaya meyleder hâle gelmeye başlamışlardır. […] Müslümanlardan felsefecilerin tezlerini kabullenmeye meyilli olanların çoğu aynı zamanda nübüvveti ve iyiler için mutlu, kötüler için acı bir [son] olan âhiret hayatını kabul ettiklerini de ifade ederler.” (Hudûd, s. 7 – 9) Netice olarak, İslam düşüncesinin üç temsilcisinden birisinin herhangi bir şekilde zemin kaybına uğradığını, özünü değiştirdiğini ileri sürmek kolay değildir.
Hasılı, İslam düşüncesi, medeniyet ürünü olan başkaca pek çok kaynak yanında Yunan düşüncesinden de istifade etmiştir. Bu istifadenin mahiyeti, kelâm ve tasavvuf meslekleri itibarıyla, büyük ölçüde, ana fikri, a) Yunan felsefi dilinin güçlü kavramlarıyla daha makul düzlemde ifade etmek, b) Yunan düşüncesinin sofistike unsurları ile zenginleştirmek ve c) Yunan felsefesinde yer alan çözümlemeler ile temellendirmek şeklinde araç (vesîle) olarak kendini göstermiştir. İslam felsefesi, yani Meşşâî gelenek açısından baktığımızda ise bu istifade, Yunan düşüncesinin felsefi müktesebatını hemen bütün disiplinleri ile sahiplenmek ve onu İslam toprağında yeniden üretip geliştirmek şeklinde amaç (mesele) olarak zuhur etmiştir. Ancak her hâlükârda sabitelerin sağlamlığına bağlı olarak üç mesleğin hiçbirisinde öze müteallik bir dönüşüm yaşanmamıştır. Düşünce düzeninde yöntem ve içerik, ilke ve mesele (mesâil-mebâdi’) bazlı değişimleri ana gövdeyi besleyen, zenginleştiren birer gelişim (tekâmül) evresi olarak değerlendirmek daha münasip olacaktır.
* Çanakkale 18 Mart Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi