NEYZEN BÜLENT ÖZBEK İLE BİR NEFES. NEDİR SİZİN NEYDEN DİNLEDİĞİNİZ?
Efendim, biraz klasik olacak ama neyle ilk tanışmanızı sorarak bir girizgâh yapalım. Ne zaman ve nasıl oldu ney ile tanışmanız?
Ney sazıyla tanışmam 1974-1975 yıllarıdır. Dedem Sezai Bey’i görme ve tanıma şansım olmadı. Ben dünyaya gelmeden önce vefat etmiş. Kendisi Tophane’de tüfekçi ustasıymış. Sonra Fatih’te “101 İş” diye bir atölye açmış. Dedem çok sanatkâr bir adammış. Devrin en önemli ressamları, edebiyatçıları; İbrahim Çallılar, Fikret Muallalar, Kemal Gürsesler, musiki camiasından önemli isimler atölyenin müdavimleri arasındaymış. Yani atölyesi, dönemin önemli sanat ve musiki sohbetlerinin ortak mekânıymış.Tarihi tam çıkaramıyorum ama benim ortaokul yıllarım. Fatih’te oturuyoruz. Dede mesleğidir diye yazın torna öğrenmeye, meşhur atölyeye gitmeye karar veriyorum. Dedemin çıraklığını yapmış olan Yaşar Aktuna Usta’yla tanıştım orada. Türkiye’nin en iyi tornacılarındandı kendisi. Sonraları öğreniyorum ki, bir Bektaşi babalığı da varmış. Yaşar Usta, ustasından aldığı geleneği devam ettiriyordu. Niyazi Sayınlar, Aka Gündüzler, Necdet Yaşarlar, Kemal Gürsesler, Nezih Uzeller. Musiki üstatlarının hepsi o atölyeye devam ediyorlar. Geldiklerinde kepenkleri indirir ve meşke başlarlardı. Bir gün Yaşar Usta’nın masasının üstünde bir şey gördüm. “Usta, bu nedir?” diye sordum. “Ney” dedi. “Versene çalayım!” dedim. “Evladım deli misin, millet 3-4 ay uğraşıyor ses çıkaramıyor ondan.” dedi. “Ben bir haftada çalarım.” dedim. Çalarsın çalamazsın… İddiaya girdik ustayla. Yaşar Usta ilginç birisiydi. Bir zaman Neyzen Tevfik ile meşk etmiş. Sohbette, muhabbette Neyzen Tevfik’le aynı meşrepti. Kırar geçirirdi ortalığı.
İddia üzerine, ben bir hafta sonra -ki o zaman müzik bilgim çok fazla yoktu.-“Mor koyun meler gelir, dağları deler gelir” diye bir türkü vardı. Ben bu türküyü neyle çaldım. Çok şaşırdı Yaşar Usta. “Al, bu ney sende kalsın.” dedi. Aldım neyi ve öylece eve bıraktım. Ney sazıyla ilk tanışmam bu hadise ile başladı.
Çocukluk günlerinizden kalan musiki tınıları, Yaşar Usta’dan aldığınız ney, lise yılları ve serde gençlik rüzgârı… Neyzen olma niyetiniz aşikâr değil henüz?
Liseyi bitirmemin akabinde biz Kazasker’e taşındık. Üst komşumuz Udi Zeki Büyükipekçi, oğlu Neyzen Mustafa Büyükipekçi ile tanıştık. Evde yapılan meşklere katılarak eşlik etmeye başladım. Bu tür meşk toplantılarına çocukluğumdan aşinaydım.
Dayım, Haldun Adaşol musikişinas biriydi. Her hafta evde musiki toplantıları yapardı. Radyodan önemli sanatçılar gelir; sofralar kurulurdu. Dayım udunu çıkarır, diğer enstrümanlar çıkar meşk başlar, bir fasıl olurdu evde. İşte oradan bir kulak dolgunluğum var. Çünkü orada hep beraber okuyoruz şarkıları.
Sene 1978. Şimdiki Marmara Üniversitesi İşletme’de okuyorum. Bir pazar günü kapı çaldı.
Babamın “Ooo, Fuat hoş geldin!” dediğini işittim. Babamın Fuat dediği kişi eşi ve çocukları beraber içeri girdiler. Kiralık ev bakıyorlarmış. Bizim apartmana girmişler. Eşinin topuğu kırılmış. Kadın merdivenden yuvarlanmış, korkmuş. Bir bardak su istemek üzere herhangi bir kapının ziline dokunmuşlar. Tevafuka bakın ki, yıllar öncesinden tanıştığımız bize denk gelmişler. Fuat Türkelman’ı çocukluğumdan hatırlıyordum. Henüz ilk mektep talebesiydim. Dayım, babam falan bir gün hep beraber Fuat Bey’in evine gitmiştik. Merdivenlerden çıkınca bir yere girmiştik. Çok şaşırmıştım, girdiğimiz ortam tam bir dergâh havasındaydı. Dergâhlar o zamanlar yasak tabii. Fuat denilen zat sanatkâr bir adam… Apartmanın bir katını tekke gibi tefriş etmiş. Birisi geldi. O zamanki Özbekler Tekkesi Şeyhi Necmettin Özbek Kangay. Nezih Uzel vardı, Aka Gündüz Kutbay vardı. Ama ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Babamların yanında oturuyorum. Şunu hatırlıyorum ki soyadımız Özbek deyince “Aa, siz Özbek misiniz?” falan diye şaşkınlıkla soruldu. Pek Özbek kalmadığını söylediler. Babam da şeceremizin olduğunu ve Özbek olduğumuzu söyledi; bizi dergâha davet ettiler. Sonra namaz kılındı, halılar kalktı. Mevlevi semâı yapıldı. Semazenlerin döndüğünü hatırlıyorum. Hatta daha sonraları başka bir gün konu komşu şikâyet etmiş, polis basmış o evi. O zaman öyle sıkıntılar vardı tabii.
O Fuat Bey ve ailesi yıllar sonra bir vesile ile bizim evimizdeydiler. Babamla sohbetleri esnasında “Ben konservatuarda ney hocasıyım, İstanbul Radyosu’nda da neyzenim.” dedi. Babam “Bizim Bülent’te de bir ney var.” dedi. Bana da “Getirsene neyi.” dedi. Gittim getirdim neyi. Fuat Abi bana “Bir üfle bakalım.” dedi. Ben de üfledim. Ben sana ney üflemeyi öğreteyim.” dedi. Sonra “Şuna bir de ben bakayım.” diyerek kendisi üflemeye başladı. O üfleyince nasıl da etkilendim. “Bu böyle mi çalınıyormuş?” diye kimyamın şöyle bir değiştiğini hissettim. Göğsüm şöyle bir kafes kafes oldu yani…
Bu görüşmenin ardından birçok defa yolda karşılaştık, her defasında beni ney derslerine davet etmesine rağmen gitmedim. Üniversite öğrencisiyim. Gençlik ve hercailik var. Bir gün yine karşılaştık. Beni tuttu evine götürdü. Başladık çalışmaya. “Biraz nota biliyorsun sen.” dedi. “Al bu neyi.” diyerek elime bir ney verdi. Bendeki ney çok iyi değildi. “Aka Gündüz bana hediye etmişti.” diye de ekledi. İki satırlık bir ödev verdi. “Bunu çalıp geleceksin haftaya.” dedi. Önceleri biraz zorlandım ama yazmak hoşuma gitmişti. Satırlara notaları çiziyorum. Böyle kuyrukları var falan. Kafasını, gözünü yarsam da çalabiliyordum biraz. Ertesi hafta gittim. İçerde iki tane genç çocuk var. “Bundan sonra beraber olacaksınız, tanıştırayım.” dedi. Birisi şimdi Devlet Korosu’nda Neyzen Salih Bilgin, diğer kişi de Aziz Şenol Filiz idi. Biz üçümüz artık hep beraber ders, konser, konservatuar. Sonraları anladım ki, Fuat hocamın o neyi bana vermesi boşuna değilmiş. Hani ilk derste “Al şunu, çal gel!” diye bir ney verdi ya. Ney hocanın. Bana emanet veriyor. En azından teslim etmek için bile bir kere daha o eve gitmem gerekecek. Orada öyle bir tuzağa düşmüşüm.
Daha sonra Salih Bilgin benim bir sokak altıma taşındı. Birbirimize gidip gelmeye başladık. İşin içine girip, sağda solda ney dinlemeye başlayınca işin müziğini, müzikalitesini ayırt etmeye başladık. Daha sonra Niyazi Sayın Hoca’nın ABD’den döndüğünü duyduk. Fuat Hoca çok sağlam, sazdan gürül gürül çok güzel ses çıkaran, tonu çok güzel, akordu muhteşem. Fakat Niyazi Sayın’ın üflemesinde başka bir can var, başka bir ruh var. Başka bir şeyler var. Beni daha fazla etkilemeye başladı. Ama tabii Niyazi Sayın da gelmiş geçmiş en büyük neyzen. Salih Bilgin neye ilk onunla başlamış. Niyazi Bey ABD’ye gidince Fuat’la devam etmiş. Ben yatıyor kalkıyor Niyazi Sayın dinliyorum artık. Fuat Abi “Sen bu aralar Niyazi Sayın’ı çok dinliyorsun.” diyor. Tabii kendisi üslubumun kendisi gibi gelişmesini istiyor ama benim kulağım hep o tarafa gidiyor. Bir şey diyemiyorum.
Bir bayram günü Salih Bilgin, “Ben bayramlaşmak ve elini öpmek üzere Niyazi Hoca’ya gidiyorum.” dedi. “Beni de götürsene.” dedim. “Tamam.” dedi. Beraber gittik Niyazi Sayın Hocamızın yanına. Yine bir cumartesi günü… Hoca o zamanlar Beylerbeyi’nde oturuyor. “Selamünaleyküm, aleykümselam…” Salih benim için “Bu arkadaş Fuat Abi’nin talebesi.” dedi. “Ooo, iyi hoş geldiniz.” dedi. Hoca çay demlemiş. Çay içiyoruz, sohbet ediyoruz. Hocanın orada, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin bir neyi var. Böyle patlıcan moru olmuş artık, asırlık bir ney. Onu aldı verdi bana. “Üfle bakalım, nasıl ses çıkarıyorsun?” dedi. O ney ki tuttuğun zaman bile elin ayağın birbirine dolaşıyor. Bir de Niyazi Sayın bu. Şaka değil. Şöyle bir üfledim. “Hmm…” dedi. “Sen cumartesileri öğleden sonra bana gel sana ders vereyim.” Tabii Niyazi Sayın’dan böyle bir şey duyunca ben uçtum. Çünkü evde ders yok, sadece konservatuarda ders veriyor.
Ve Niyazi Sayın Hoca’ya talebelik günleriniz başladı…
Evet, bir hafta sonra sazımı aldım heyecanla Hocaya gittim. Oturduk sohbet ettik, çay içtik. Sonraki haftalarda atölyesine giriyoruz. Tornada çalışıyor, baş pare onarıyor, ebru yapıyoruz. Kök boya eziyoruz mermer teknede. Her şey var, ney dersi haricinde. Bir hafta bana, “Sen diyorsun ki şimdi, altı aydır gidip geliyoruz bir gün bile ney üflemedik!” dedi. Ben de “Estağfirullah…” dedim ama yarım ağızla. “Musiki bir anlatım dili midir?” diye sordu bana. “Evet, müzik bir anlatım dilidir.” dedim. “Peki” dedi. “Bu saz tasavvuf musikisi sazı mıdır?” “Evet” dedim. “Peki sen tasavvufu bilmezsen bu sazla ne anlatacaksın?” dedi. Ve işte ders başladı… Evet, işin özünü işte orada anladım. Bu saz tasavvuf müziği sazıdır. Başka amaçlarla, Türk Sanat Müziği’nde de kullanılmakla birlikte neşet ettiği şey tasavvuf müziğidir. Ortaya çıkışı ve var oluşunun asli ödevi tasavvuf müziğini icra etmek. Bu sazla bir şey anlatacaksan tasavvufla ilgili bir şey anlatman lazım, o zaman da tasavvufu bilmen lazım. Sen tasavvufu bilmiyorsan ne anlatacaksın?
Neye karar verdiniz? Nasıl bir yol izlediniz hocayla?
“Hocam ne yapmak lazım?” dedim. “Okumak lazım” dedi. “Ne okuyayım?” dedim. Kitaplıktan beş tane kitap çıkarttı. “Bunları oku.” diye verdi bana. Kitaplarla ve hocanın sohbeti ile geçen bir süreç başladı.
Ne zamana kadar sürdü bu hâl?
Bir gün böyle sıkıldım, bunaldım. Neyle ilgilenmek geçiyor içimden. Kafamda düşünceler. Arafta gibi bir yerdeyim. Hayatımda bir şeyler oluyor ve bunların tümünü tetikleyen şey ney.
Yine öyle bunaldığım bir gece ezan sesine uyandım. Namazla, niyazla pek işim yok. Uykum kaçtı. Kitaplığa şöyle bir bakayım dedim. Orada bir kitap ilişti gözüme. Annem almış bir yerden. Adı Dua Hazinesi. Bir bakayım şuna, ne yazıyor diye açtım. İstihare namazından bahsediyor. Nasıl yapılacağını anlatıyor. Rüyanda muradını göreceksin gibi şeyler yazıyor. Benim de esti kafama. Ne olacak hâlim diye şunu bir yapayım dedim. Abdesti çocukluktan biliyorum. Aldım abdesti. Annemin seccadesini serdim. Namazı kıldım. Duayı da okudum ve yattım. Bir rüya gördüm. Bahçelik bir yer. Bir binanın etrafı. Tıklım tıklım insan dolu. Bilmediğim bir yer. Uyandım, gördüğümü hiçbir şeye de yormadım. Ertesi günü konservatuara Niyazi Hoca’nın dersine gidiyorum. Eski konservatuar binası Teşvikiye’deydi. Akaretler’den yukarıya çıktım, Teşvikiye’ye döndüm. Rüyamda gördüğüm yer: Teşvikiye Camii. Bahçe tıklım tıklım. Cuma namazı cemaati. Hepsi rüyada gördüklerim. “Bu işte bir hayır var, dur, ben de dâhil olayım.” dedim. Bahçede abdest aldım. Cemaatin arasına daldım. Neyi de yatırdım yanıma. Yanımda bir çocuk var. “Arkadaş sen neyzen misin?” dedi. “Talebeyim.” dedim. “Bana öğretir misin?” dedi. “Ben daha talebeyim.” dedim tekrar. Yapıştı yakama. “Olsun öğrendiğin kadarını öğretirsin.” dedi. “Yok yok sen bana öğretirsin, öğretirsin.” dedi döndü gitti. “Allah Allah, Allah’ın ne kulları var?” dedim derse gittim ben de.
Gittiğim her yerde bu çocuk çıkar oldu karşıma. Yine bir yerde dikildi karşıma. “Selamünaleyküm, aleykümselam…” “Bana da bir sosis söyle beraber yiyelim.” dedi. “Peki” dedim. “Akşam ne yapıyorsun, vaktin varsa seni bir yere götüreyim, bir meclis var oraya gideceğiz.” dedi. Bir şeylerden de ufak ufak lezzet alıyorum ya “Bir gideyim.” dedim. Oraya gittik beni tanıttılar. Niyazi Hoca’nın talebesi neyzen diye. “Geç otur.” dediler.
Ve ney sazının olmazsa olmazı tasavvufla da tanışmış oldunuz yani…
Anlatması uzun sürse de kısacık zaman dilimi içerisinde oluyor her şey. Yine bir bayram günü Niyazi Hoca’ya gittim. Yalnızdı. “Çıkar, neyini üfle.” dedi. Nasıl yani, tam bir sene olmuş. Şaşkınım. “Çıkar neyi ve üfle.” diyor bana. Bir heveslendim ki içimde çağlayanlar… Çıkardım neyi, tam üflemeye başladım ki… “Hop hop, dur!” dedi. “Bana bir tek ses üfle.” dedi. “Nasıl bir ses?” dedim. Kalbini işaret ederek “Buradan girsin oradan çıksın.” dedi. “Nasıl bir şey o?” dedim. “Ben 40 senedir arıyorum o sesi.” dedi. O zaman bende sigortalar attı. Aldım neyi kılıfına koydum. “Sen 40 senede bulamamışsın ben bir dakikada nasıl bulayım?” dedim. Vurdum kapıyı çıktım. Nasıl ağlıyorum ama. Tam bir sene ben oraya gidip gelmişim. 40 senede arayıp bulamadığı bir şeyi benden istiyor. Nasıl çıkarayım? Ne olduğunu bile bilmiyorum. Hava kararmaya başlamıştı. Yürüye yürüye büyüğümün evine gittim. Birisiyle paylaşmasam çatlayacağım yani. Bu bana reva mı diyorum kendi kendime. Rahmetli Hafız Nezih Tolon da evde. Çocuklarla beraber bayramlaşmaya, el öpmeye gelmişler. Ben de hem bayramlaşırım, nasıl gidiyor diye sorulursa da anlatırım diye düşünüyorum. Niyazi Hoca’yı şikâyet edeceğim yani. Nezih abi şen şakrak, espritüel bir adam… Sohbet, muhabbetle saatler ilerleyince destur aldılar, kalktılar. Bu saatten sonra artık konuşulacak bir şey olmaz düşüncesiyle ben de kalktım. Büyüğüm kolumdan tuttu, “Sen otur bakalım hele.” dedi. Onlar yolcu edildi. “Bülent Bey’le bize bir kahve yapın.” dedi. Biz bahçeye çıktık. Eski Çiçekçi’deki ev. “Ee, anlat bakalım. Seni biraz keyfin kaçık gördüm.” dedi. “Nasıl diyeceğim bilmiyorum.” dedim. Anlattım.“Hmm” dedi. Oğluna seslendi, “Bilmem kaç senesinde Amerika’ya gitmiştik.” dedi. “Orada Niyazi’nin taksimleri var. Arşivden çıkart bir kaset yap Bülent Bey’e verelim.” dedi. Kahve eşliğinde anlatmaya başladı. Sohbet güzel ama hiçbir şey anlamıyorum. Ruhum arınıyor.
O gece bir rüya, ben soluğu büyüğümün yanında alıyorum yine. Heyecanla anlatıyorum. Saatlerce ney üflediğimi, o sesi bulamadığımı söylüyorum. Ben bunu anlattığımda gözünden şöyle bir damla yaş süzülüverdi. “Evladım ne mutlu sana! ‘Elestu Birabbikum’ nidasını duymuşsun.” dedi. “Hani, Allah bize seslendi ya… Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Ruhun ilk duyduğu ses odur. Ruh dünyada o sesi arar. Müzikten maksat da odur. ‘Elestü Birabbikum’daki o sese yaklaşmaktır. O sese yaklaşanı sever ruh. Aşina çünkü o sese. Anladın mı Niyazi Hoca 40 senedir hangi sesi arıyor?”
Şimdi nasıl ruh hâliniz?
Hayretler içindeyim ben. “Babacığım, ben o hocaya ayıp ettim bana destur verirseniz gideyim elini öpeyim.” dedim. “Haydi kalk kalk git, durma.” dedi. Niyazi Hoca’ya gittim. O da yeni kalkmış. Kır saçları Einstein’ınki gibi dikilmiş. “Hayrola!” dedi. “Hocam elinizi öpeyim.” dedim. “Ben büyük bir halt ettim, çok büyük terbiyesizlik ettim.” “Geç geç, içeri otur.” dedi. Atölye tarafına aldı beni. Atölyede beyaz bir sehpa vardı. Üzerinde bir tane peşrev notası. Tatyos’un Şehnaz peşrevi. Üzerinde de bir tane ney duruyor. “Bu peşrevi çalsana bana.” dedi. Düşünsenize, benim oraya geleceğime dair hazırlık yapmış. Nota ve ney orada hazır. “Hocam!” dedim. “Üfle üfle.” dedi. “Dur!” dedi. “Senin üfleyişin değişmiş.” dedi. “Beni daha önce dinlemedin ki!” diyemiyorum ki… “Sen dün buradan kalktın bir yerlere mi gittin?” diye sordu. “Eyvallah.” dedim. “Ne oldu?” dedi. Böyleyken böyle dedim, anlattım olan biteni. “Anladın mı şimdi Niyazi’nin hangi sesi aradığını?” dediğini söyledim. “Duyduğun belli çıkan sesten.” dedi. “Estağfirullah hocam.” falan dedim.
Ve artık neyzensiniz…
Tabii neyle ilişkim bu minval üzere aldı başını gitti. Çok kısa bir süre içerisinde musikinin en ileri gelen insanlarından konserlerinde çalmam için davetler almaya başladım. Hayatımda büyük bir yer etmeye başladı ney. Muhasebecilikle uğraşıyordum, askere gittim geldim ve dedim ki ben neyzen olacağım. Çünkü hayatımın büyük bir bölümünü kaplamaya başlamıştı ney. Ben bütün talebelerime de onu söylüyorum: Musikiden maksat “Elestu Birabbikum” nidasına nameyi yaklaştırabilmektir. Onu yaklaştırdığın zaman senin muhatabın olan ruh onu kolay algılıyor, özümsüyor, kabul ediyor. Ezcümle, müzik bir anlatım dilidir. Anlattığın şeyi bilmen lazım. Bilmediğin şeyi anlatırsan gülerler sana. Bu sebepten ben neyzenim diyen adamın bir tasavvufi terbiyeden geçmiş olması gerekir. İşte herkes ney üfler ama neyzen olamaz. Her eğitim fakültesinden mezun olanın öğretmen olamadığı gibi. Öğretmen olmak başka bir şeydir. Bir nevi irşat makamıdır. Bir sürü insan herhangi bir parçayı neyle çalıyor fakat birisi çaldığında “Bu adam bir başka!” diyorsun. Adam falso bile çalıyor olsa “Ya adam ne çaldı…” diyorsun. Aralardaki falso sesleri duymuyorsun. Çünkü orada anlatmak istediğini veriyor. O duyguyu veriyor. Bütün mesele bu. O duyguyu vermek.
Müzik duygunun ifadesi ile ortaya çıkıyor. Nota dediğin şey duygunun alfabesi. İş sadece melodi veya notayı doğru çalmak değil. O duyguyu verebilmek. Adam öyle beste yapmış ki: “Kandilli yüzerken uykularda, mehtabı sürükledik sularda…” Öyle bir beste ki.. Sözle melodinin birleşmesi. Musikide mana prozodisi denir buna. Ancak yaşadığın bir şeyi doğru anlatırsın.
Nedir sizin neyden dinlediğiniz?
İşaret edilen şeyin altındaki satır arasını iyi okumak lazımdır. “Dinle neyden!” Hadi ben masanın üzerine bir tane ney koyayım da dinleyin bakalım. Dinleyin bakalım kim şikâyet ediyor kim hikâyet ediyor? Neyin ses verebilmesi için bir neyzene ihtiyacı vardır. Allah Âdem’i çamurdan halk etti. Peki ne dedi? “Ben ruhumdan Âdeme ruh üfledim.” O ruhu üflemeseydi Âdem’den ses çıkar mıydı? Âdemoğlunun da dünyadayken vatan-ı aslîsine özlemi, feryadı, kâinattaki huzursuzluğu, tedirginliği bilmem nesi filan tamam eyvallah… Ama o nefes Cenâb-ı Allah’ın bizatihi kendi nefesi. O bize bu nefesi üflemeseydi bizden o ses çıkmazdı. Feryat edemezdik. Kime feryat edeceksin. Neyzen olmasa neyden ses çıkmaz. Yaratan’ın nefesi olmasaydı kâinattan da ses çıkmazdı. Kâinatın kendisi olmazdı. “Ol” dedi. Ney burada neyzenin elinde bir araçtır. Eğer neyzen doğru teçhizatla donanmışsa anlattığı ifade doğrudur. Ve manevi olarak ruhun o vatan-ı aslîsine dönüş arzusunu o saz vasıtasıyla güzel dile getirir. Neden? Çünkü ney yanlış üflemeyi kabul etmez. Ses vermez ney. Mutlaka doğru üflemen lazım. Ney mana olarak büyük bir sazdır, kutsal bir sazdır. Ancak şöyle bir şeydir: Ney bir zaman neyzenin de mürşidi gibidir. Mürşididir demiyorum, mürşidi gibidir. Bir müddet ona bir mürşitlik yapar. Neden? Bakın şu lafı unutmayın ki su temizdir, temizler. Suyla abdest alıyoruz, temiz şeyle. Kirli şeyle temizlenemezsin. Temizle temizlenirsin. İnsan-ı kâmile remz olmuş bir enstrüman seni önce kendine benzetmeye çalışır.
Etkisi ve manası güçlü bir saz…
Neyi onun istediği gibi tutacaksın, dudağını onun istediği açıda koyacaksın, onun istediği ılıklıkta ve onun istediği şiddette üfleyeceksin ki ancak ses versin. Onu onun istediği gibi tutmazsan, onunla aranı iyi tutmazsan sana o istediğin sesi vermez. Önce kendisine benzetmeye çalışır, seni dosdoğru bir adam olma hâline getirir. Bak ben neyle tanıştım kimlerle tanıştım. Ben namazla alakası olmayan bir adamdım. Bir sürü zatla tanıştım. Ne içindi bütün bunlar? Ney üflemek içindi. Altı üstü bir peşrev çalacağım yani. Ama önce kendisine benzetiyor. Sabırla, istenilen kıvamda bir sesi yakalayacağım diye gayret ediyorsun. Büyüğüm derdi ki “Her gayret biraz zahmetten olur.” Biraz zahmeti olacak işin. Ney üflemek için baya bir zahmet çekmek icap ediyor.
Yani, sadece yetenek yetmiyor.
Çok yetenekli insanlar var. Âdeta neyi tersten üflüyor. Harika melodiler çıkartan adamlar var ama neyzen demiyoruz. Çünkü bende harekete geçirdiği ruh hâli başka. Şeyhlerin sıfatları sayılır bir eserde. Hâl şeyhi, kal şeyhi, takke şeyhi, tekke şeyhi, avrat şeyhi diye. Sayar sayar. Bir yerde der ki “Gerçek bir şeyhin yanına vardığında onu nasıl anlarsın?” Onun yanına vardığın zaman ibadet etmek ihtiyacın zuhur eder. Şurada iki rekât bir namaz kılayım gibi. Tespih çekeyim ya da şöyle köşede dua edeyim hâli gibi. Evet, neyzen adamdan da ney dinlediğin zaman sende o manevi duygular vs. bir şeyler açığa çıkar. Dinliyorsun adam güzel melodiler çıkarıyor falan ama sende öyle kapılar açılmıyor. Bu sesi duyduğunda kalkıp sema ettin mi? Allah deyip dönmeye başladın mı? Sana onu yaptırabiliyor mu? Mutrıptan maksat semazenin aşkını artırmaktır. İşte o duyguyu verebiliyorsan neyzensin.
Ney geleneğinde bir icazet kültürü var mıdır?
Bir gün bir sema ayininin olduğunu söylendi. Radyoda kemancı Aslan Hepgür vardı. “Aslan abini ara mutrib heyeti oluştursun. Bir de Niyazi Hoca’yı ara neyzenbaşı olarak gelsin başınızda bulunsun.” dedi, “Eyvallah.” dedik. Niyazi Hoca’yı aradım. Hoca, rahatsız olduğunu söyledi.
Hoca’ya “Bir neyzenbaşı lazım.” dedim. “Sen yap.” dedi. Hocam ben nasıl yaparım dediğimde Bana “Evladım! Sana kanat taktık, uç artık. Gider neyzenbaşılığa çıkar bir güzel de yaparsın.” dedi. Neyzenbaşılığa çıkışım da budur. Kendisi gelmedi iş fakire düştü. Büyüğüme olup biteni izah için yanına gittim. Kapıdan girdiğimde “Neyzenbaşı hoş geldin!” diye hitapta bulundu. Ezcümle, bu işin desturu vardır.
Genel gidişatı nasıl buluyorsunuz? Şimdi her yerde ney kursları var. Taliplisi de çok gibi.
Kurslarda sazdan ses çıkarmayı ya da bir eser çalmayı öğretiyorlar. İstidadı varsa talebe kendi gayretleriyle öğreniyor. İşin manevi tarafını öğretebilen çok az insan var. Bu kadar ney talebesinin olması gelecekte çok iyi neyzenler olacağı anlamını taşımıyor. Ayrıca ney sazı enteresandır ki çalarak öğrenilmiyor, dinleyerek öğreniliyor. Biz Niyazi Hoca’yı dinleyerek öğrendik. Yani ney sazını dinlemek esastır. O sesleri duyacaksın, sonra o sesleri taklit etmeye çalışacaksın. Ama tabii bu iş insanlarda bazı duyguların tezahürü için vesile de oluyor. İşte ney üfleyeceğim diye başlıyor eğer hakikaten işe gönül verirse devam ediyor. Evet piyasada sağda solda üflediği şey dinlenebilecek epeyce genç var. Üfledikleri dinlenir ama işin o manevi ruhunu kazanabilmeye yönelik de bir mesai sarf etmek gerekir.
Bir sürü insan ney alacak eline ve umacağız ki bu işin hakikatine erecekler. Güzel ney üfleyecekler, ruhumuzu zenginleştirecekler. Elest bezminde duyduğumuz o muhabbeti oradan alacağız. Umuttur ki bu iş körelmez, artar. Mühim olan çokluk değil. Kantiteye bakmayacağız, kaliteye bakacağız.
Yurtdışında sayısız konsere katıldınız. Yurtdışındaki insanların neye ilgisi nasıl? Bu konudaki izlenimlerinizi lütfeder misiniz?
Evet, neye özel bir ilgi var. Onu bilmeyen, o sazla ilk defa tanışan ona bir flütmüş gibi bakıyor. Ama manevi konularda birazcık meraklı olan kişiler o sazdaki farkı hissediyorlar, soruyorlar. Öğrenmek isteyenler çıkıyor ama daha çok sesini sevdim ben de bir şeyler çalabileyim minvalinden.
Ney üflemeye ilgi duyanlara ne önerirsiniz?
Bu sanatla meşgul olanın çok okuması lazımdır. Kendi duygu dünyasını çok açması lazım. Bir meselen olacak ki, o mesele hakkında bir şeyler anlatabilesin. Bilmiyorsun ki hiçbir şey, ne anlatacaksın? Bir de muhabbet. Beşerî ya da manevi aşk diye bir şey yok. Aşk bir tanedir. Beşeri Yaratan’dan ayrı mı tutacağız? Yaratan’ın kulunu sevmeyen Yaratan’ı nasıl sevecek? O bizim beşeri tanımlama adına kullandığımız bir ifade. Ama aşk bir tanedir. Yaratan’ın kuluna âşık olamıyorsan Yaratan’a nasıl âşık olacaksın ki? Onun cüzüne aşık olamamışsın ki. Bir çiçeği gördüğün zaman kalbin titremiyorsa… Yolda gördüğü bir yavru kediye tekme vuran bir adamdan nasıl bir aşk bekleyeceksin? Ben Peygamber’e ölüyorum diyeceksin, gelen kediye pis diye tekme savuracaksın. Ne oldu şimdi? Bizim üstümüze düşen algı antenlerimizi devamlı zımparalamak, temizlemek ki Yaratan’ın o güzelliklerinden alabileceğimiz sinyallerin miktarını arttırabilmek. O sinyalleri artırdığımız zaman karşımızdaki insanlara, insanlığa güzel olan şeylere muhabbetimiz artacak.
Hani kalpte “fuad” noktası vardır ya. Bir leke… Bir tane iki tane üç tane sonra simsiyah oluyor. Kalp kararmış oluyor yani. İşte bunların hepsini temizleyen şey sanat. En büyük sanatkâr Cenâb-ı Allah.
Herkes neyzen olabilir mi?
Neyzen olmak başka bir şey, ney üflemek başka bir şeydir. Bir meselesi olmaktır neyzenlik. İnsan bir şeylerle yüklenir, içi dolar. Hazreti Ali’nin kuyuya anlattığı gibi bir yere anlatmam lazım. Birilerine anlatmam lazım diye dayanamayıp eline sazı alan adamdır neyzen. Öbür türlü müzisyen oluyorsun.
Sizin hikâyenizde de olduğu gibi… Neyin âdeta size talip olması…
O ilk tanışıklığınızda sazlıktan koparılmış kuru bir kamıştı ney… Dokundunuz ve seyrüseferiniz başladı. O yüzden söyledim ya, su temizler. Ney kâmil insanı remz eder, insanı kemale götürür. İşte sende öyle bir şey murat edildiyse o işte şalter odur. Neyi yakalayınca o seni alıp öbür tarafa çekiveriyor. Rüyayla, komşuyla, hocayla, talebe ile… Tabii ki senin de o konuda istidadın varsa. Dünyanın en iyi neyini versinler sana, duvara asar bırakırsan orada süs diye kalır.
Kader gayrete âşıktır derler… “Beni bu gayret kocattı.” diyor Şeyh Galip. O gayretten vazgeçtiğin zaman zaten bir yere vasıl olamıyorsun ki. Çünkü bir şeyi merak ettiğin zaman, peşine düştüğün zaman bir şeylerden feragat etmen gerekiyor. İlahi okuyoruz ya “Vasıl olmaz hakka kimse cümleden dur olmadan.” Hakk’a talipsen başka bir şeyle uğraşmaman lazım. İşte neye de talipsen onun için gerekli olan zamanı ayırman lazım.
Türkiye ve diğer doğu ülkelerindeki ney üfleme arasında ne gibi farklar var? Bir kıyaslama yapmanız mümkün mü?
Onlarda da var ama bizim ney gibi üflemiyorlar Bizim anladığımız klasik ney tekniği ile üflemiyorlar. Onlarda basınçlı bir nefes yoktur. Daha hafif bir üfleyiş ve bol parmak hareketi vardır. Bizde daha bir güçlü üfleyiş vardır. Bizde dudak onlarda daha çok parmaklar devrededir. Daha çok flüt veya kaval gibi onlarınki. Arabistan’da, Mısır’da, Suriye’de, İran’da değişik tarzlar var. Ama bizim üflememiz bize has. Mesela İran’da çok iyi bir neyzenle karşılaştım. Parmakları sazın üzerinde uçuyor âdeta. Bana da üflemeyi teklif etti. Üfledim ben de. “Aa, irfan musikisi bu.” dedi. Tabirin güzelliğine bakınız: “İrfan musikisi…”
Neresindesiniz bu meşkin? Bir yere vardım diyebiliyor musunuz?
Nerdee… Dede Efendi diyor ki “Musiki bir deryadır, biz ancak ayaklarımızı sokabildik.” Oldum demek öldüm demektir, diye bir laf var. Yani keskin bıçak olmak lazım. Lazım olduğunda kesebilmek için. Evde çalışıyoruz, mesai harcıyoruz bir yerde ihtiyaç olacak, gel çal diyecekler diye. Üflemezsen körelirsin.