MÜSLÜMAN – YAHUDİ BİRLİKTE YAŞAM TECRÜBESİ
Araplar ve Yahudiler, Sami uluslardan varlıklarını günümüze kadar devam ettiren yegâne iki ulustur. Günümüz dünyasında Arapların 400 milyon, Yahudilerin ise 15 milyon kadar olduğu ifade edilmektedir. Bu iki milletin ilişkileri 1948 yılında İsrail’in kurulmasıyla başlamış gözükse de, aslında tarih öncesi dönemler de dâhil çok uzun bir geçmişe ve boyuta sahiptir. Araplar ve Yahudilerin milattan önceki dönemlerde de ilişkileri olmuştur. Ancak bu ilişkiler kimi zaman Arapların, kimi zaman da Yahudilerin etkin ve baskın olduğu evrelere sahiptir. Fakat milattan önceki Âsur ve Bâbil sürgünüyle tarihteki etkinliklerini kaybeden Yahudilerin aksine Araplar, yerleşik bulundukları coğrafyanın da etkisiyle bazen bağımsız çoğu zaman ise uydu devlet olarak, ancak hep kendi topraklarında varlıklarını sürdüre gelmişlerdir.
Arap-Yahudi ilişkilerinin en dikkat çeken dönemi ise hiç şüphesiz İslamiyet’le başlamıştır. Bu ilişkiler her ne kadar Arap-Yahudi ilişkileri olarak tanımlansa da, İslamiyet’ten sonraki bu dönemin aslında Müslüman-Araplarla Yahudilerin yoğun ilişkiler devresi olarak tanımlanması daha uygundur. Önemli ve sıkı ilişkilerin yaşandığı bu dönem, İslamiyet’in doğuşuyla başlamış; 800 yıllık bir süreçle “Arap-Yahudi birlikteliğinin en yaratıcı dönemi” olmuştur. Birlikteliğin zirveye ulaştığı bu dönemde Yahudilik, Helenizm ve Bâbil dönemlerinden sonra, yeni ve dinamik İslam toplumunun da etkisiyle kapsamlı bir şekil ve format kazanmıştır. Aslında Yahudilik çoğu yönüyle bu şekil ve formatını da hâlâ korumaktadır. Gelişen süreç ise, Batılı Yahudilerin 1948 yılında kurduğu İsrail Devleti’ne kadar hem Arapların hem de doğu Yahudilerinin tarih sahnesinden çekilmesi şeklinde tezahür etmiştir.
Karşılaşma
Tarih boyunca dinler, ortaya çıktıkları bölgeden başka coğrafyalara yayıldıktan sonra çeşitli etnik ve dinî gruplarla karşılaşmışlardır. Müslümanlar, Hz. Muhammed’in vefatıyla başlayıp Râşid Halifeler ve ardından da Emevîler döneminde gerçekleşen fetihlerle Atlas Okyanusu’ndan Çin Seddi’ne, Kafkaslar’dan Hind, Yemen ve Güney Afrika’ya kadar eski dünyanın nabzının attığı coğrafyanın tamamına hâkim olmuşlardı. Bu hâkimiyet siyasi sonuçlar yanında sosyo-ekonomik ve kültürel alanlarda da çok önemli neticeler meydana getirmişti.
Fetihlerle kökeni İslam öncesi dönemlerdeki sürgünlere dayanan Yahudi cemaatlerinin çoğu da İslam idaresine girmiş oldu. Daha önce Sasanî ve Bizans gibi, o dönem dünyasının güçlü iki devletinin hâkimiyetinde yaşayan Yahudiler, İslam hâkimiyetiyle birlikte tek bir devletin idaresine girmiş oldular. O dönemde dünyanın diğer bölgelerinde de Yahudiler vardı; ancak bu fetihlerle Yahudi nüfusunun büyük çoğunluğu İslam dünyasında, Müslümanların hâkimiyetinde yaşamaya başlamıştı. İslam hukukunda gayrimüslimlerin seyahat, taşınma ve ikametleri konusunda herhangi bir engel de bulunmadığı için Yahudiler, İslam dünyasının hemen her tarafına dağılmış durumdaydılar. Bu sebeple o dönem İslam dünyasının hemen her bölge ya da şehrinde Yahudilere rastlamak mümkündü.
Öte yandan Yahudiler de Müslümanlar için pek çok gayrimüslim topluluktan sadece birini teşkil ediyorlardı. İslam toplumunda genel nüfus içerisinde Yahudiler, Hristiyan, Süryanî, Mecusî, Sabiî ve Hindu gibi değişik din ve mezheplerine mensup alt gruplar içerisinde sınırlı nüfusa sahip küçük bir dinî grubu oluşturmaktaydılar.
Leat Leat (Yavaş Yavaş) Bir Adım At: Geniş Topluma Kapı Aralama
Başlangıçta Yahudiler Müslümanlara karşı tarihsel refleksleriyle hareket ederek mesafeli durmayı tercih ettiler. Bu tercih bilinçlidir. Yahudi düşüncesinde “ben ve öteki” kavramı çok belirgin olup “bozulmamak için uzak durmak” felsefesi üzerine bina edilmiştir. Tarihsel tecrübeden hareketle Müslümanları önceki zalim idareler gibi zanneden Yahudiler, bu mesafeli duruşu fetihlerden sonraki birkaç on yıl boyunca da sürdürmüşlerdi. Geleneksel kabulde yabancı idareler altında günahlarının kefaretini ödediklerine inanan Yahudiler, İslami dönemde de bu kefaretlerini ödemeye devam edeceklerdi. Bu sebeple fetihlerden sonra Yahudiler özde köylü yapılarıyla kozmopolit şehirlerden uzak, taşrada yaşamayı tercih etmişlerdi. Ancak Yahudilerin, Müslümanların eskilerden çok farklı olduklarını anlamaları uzun sürmemiştir. Bu farkına varışta prensiplerini Kur’an’ın koyduğu, uygulamasını ise Hz. Muhammed’in belirleyip fiilen gösterdiği bir arada yaşama pratiğinin de etkili olduğu belirtilmelidir. Doğuş dönemleri esas alındığında “öteki” ile bir arada yaşama konusunda Müslümanlar Yahudilerden daha şanslı idiler. Zira Müslümanlarda bir arada yaşam tecrübesi Hz. Muhammed ve ilk halifelerin yarım asra yaklaşan tecrübeleriyle şekillenmişti. Oysa Yahudiliğin böyle bir şansı olmamıştı. Mısır’da köle olarak yaşayan Yahudiler, Hz. Musa önderliğinde Mısır’dan Çıkış’ta, Tanrı’nın gazabına uğradıkları için Filistin topraklarına hemen girememiş; çölde vefatı nedeniyle de Hz. Musa öğretilerini bizzat pratiğe dökme fırsatı bulamamıştı. Tevrat, Ken’an İli’ne (Filistin) girildiğinde bölgede yaşayan halklara (Hiti, Emori, Ken’ani, Perizi, Hivi, Yevusi ve Girgaşi) kesinlikle eman verilmemesini emretmiştir. Yahudilikte bu milletlerle yapılacak savaşlar, “Tanrı’nın yapılmasını zorunlu kıldığı savaşlar” (milhemet ha-mitsva) olarak tanımlamıştır. Bu sebeple de söz konusu milletlere herhangi bir barış teklifi yapılmayacağı gibi, savaşın kazanılması durumunda bunlara hayat hakkı da tanınmamıştır. Kadınları ve çocukları da dâhil bunların toptan yok edilmesi emredilmiştir [bk. Tesniye (Devarim) 20/16-18]. Bu emir, Yeşu (Yehoşu’a) zamanında yapılan savaşlarda ele geçirilen topraklarda uygulanmış; bölgedeki halklar yok edilmişlerdir. Eski Ahid’in Yeşu kitabında buna dair pek çok örnek bulunmaktadır [mesela bk. 6/21; 7/19-22; 10/7-10; 35, 40].
İslam fetihlerinin Yahudiler için her anlamda bir iyileşme olduğu tartışmasız kabul gören bir olgudur. İslam idaresinde “zimme” adı verilen “hukuki bir teminat”la statü kazanan Yahudiler, önceki idarelerde olduğu gibi, hâkimiyetine girdikleri bu yeni idarede dejenerasyon kaynağı olarak görülmemişler; aksine özgür bireyler olarak ibadetlerini ve diğer dinî ritüellerini özgürce yaşamışlardır.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, fetihlerden sonra geniş topluma karşı birkaç on yıl boyunca mesafeli duran Yahudiler bir süre sonra Müslümanların olumlu tutumları nedeniyle “öteki”yle bütünleşmenin önündeki zihnî ve psikolojik engellerinden kurtulmaya başlamışlardır. Ancak, dinî çevrelerde asırların getirdiği “öteki”ne karşı temkinli olma hâlinin devam ettiği, asimile olma endişesiyle bu kesimlerin Yahudi olmayanlarla ilişkilerini asgari seviyede tuttukları da belirtilmelidir.
Bir Biz Vardır Bizde, Bizden içeru
İnsana din, mezhep ya da meşrebinden ziyade insan olduğu için değer veren Müslümanların makul tutum ve davranışları, önceki milletlerle yaşadıkları tecrübenin tersine Yahudilerin İslam toplumuna entegre sürecini hızlandırmıştır. Çok değil, daha Râşid Halifeler döneminden itibaren Yahudiler, yeni kurulan şehirlere akın etmeye ve İslam toplumuyla bütünleşmeye başlamışlardır. İslam dünyasının ilk üç asırda (miladî VIII-X. asırlar) yaşadığı sosyo-kültürel ve iktisadi transformasyonun da bunda etkili olduğu belirtilmelidir. Bu dönemde İslam dünyasında, ekonomik alanda yaşanan muazzam canlılık, yaygın bir şehirleşmeyi ve yoğun nüfus hareketliliklerini de beraberinde getirmişti. Yahudiler bu hareketli toplumun fırsatlarından yararlanarak toplumsal bir dönüşüm de yaşamışlardır. Mesleki gettoların olmaması sebebiyle başta ticaret olmak üzere, istedikleri her türlü meslek dalında rahatça faaliyet gösteren Yahudiler, İslam toplumuna entegrasyonlarına paralel olarak bazı iş kollarında da yegâne söz sahibi olmuşlardı. Yahudiler işte bu süreçte özde köylü/taşra yapısından da sıyrılmaya başlamışlardır. İslam şehirlerindeki geniş imkânları fırsata çeviren Yahudiler, tıpkı modern dönemlerdeki gibi, tarihlerinde benzeri görülmemiş bir toplumsal dönüşüm yaşamışlardır.
IX. ve X. asırlar, İslam dünyasında Yahudiler de dâhil diğer bütün grupların, kendi dinî gelenekleri çerçevesinde, rengini “İslam kültürü”nden alan geniş İslam coğrafyasında bir arada yaşadıkları ve birbirinden etkilendikleri dönemdir. Hodgson bunu “yüksek halifelik medeniyeti” olarak tanımlamaktadır (bk. İslam’ın Serüveni, İstanbul 1995, I, 179-182). Yahudilerin tarihlerinde temasta bulunup en fazla etkisinde kaldığı medeniyet Orta Çağ dünyasına her manada hâkim olan İslam medeniyeti olmuştur. Yahudilik bu medeniyetten kendi isteğiyle verimli bir kazanç sağlarken, bağımsızlık ve bütünlüğünü Yunan-Helen medeniyeti başta olmak üzere, öncekilerden çok daha iyi koruyabilmiştir. İslam medeniyeti Yahudiliğin bağımsızlık ve bütünlüğüne -Batı Medeniyetine nazaran- daha çok hassasiyet göstermiş ve bu ilkeleri daima gözetmiştir. Bu sebeple de Yahudilik, İslam medeniyetinde bağımsızlık ve bütünlüğünü, modern dünyada yapabildiğinden çok daha iyi korumuştur. Öte yandan diğer medeniyetlere kıyasla Yahudilerin İslam medeniyetine tavırlarının da çok fazla yumuşadığı belirtilmelidir. Yeni birliktelikte müslümanların Yahudiliğin baştan beri savunduğu tevhit inancına sahip olması, bu medeniyet havzasındaki bir takım düşüncelere karşı uzlaştırıcı bir tavrın ortaya çıkmasına da yol açmıştır.
İslami dönem, Yahudi literatürünün de en üretken dönemi olmuş; şiir, dil ve edebî çalışmalar İslam kültür ve medeniyetinin etkisinde gelişmiştir. Yahudi ilim adamları Müslüman meslektaşlarının o dönemde kullandıkları bilimsel yöntemlerden olabildiğince istifade etmişlerdir. Bu açıdan Yahudi düşüncesini esasen, İslam bilim ve düşüncesinin Yahudi hayatına süzülerek giriş yaptığı bilim ve düşünce olarak nitelemek çok da yanlış olmayacaktır. VIII ve XI. yüzyıllar arasında Arapça yazan Yahudi tabip, matematikçi, astronom ya da filozoflar sayesinde Yahudiler arasında “bilim” belki de tarihlerinde ilk kez bu şekilde sistematik olarak bilinmeye ve kullanılmaya başlanmıştır. Bütün bu bilimsel faaliyetler, belli ekonomik standardı ve özgürlüğü yakalamış bir toplum tarafından gerçekleştirilmiştir ki, bu zeminin yakalanmasında en önemli etken de İslam medeniyetinin Yahudilere sağladığı özgür bilimsel ortam olmuştur. Bu dönüşümün tamamlandığı asır, X. yüzyıldır. Bu yüzyıl Yahudi tarihi açısından da “altın çağ” kabul edilmektedir. Bu dönemde Yahudiler kalben ve dinen Yahudi olsalar da şeklen, ruhen ve sosyo-kültürel açıdan geniş toplumun üyesi Müslümanlardan hiç de farklı değillerdi.
Kader Bir, Keder Bir
İslam dünyasında Moğol istilasından sonra başlayan hızlı gerileme, Batı’da Osmanlılar’ın İslam dünyasının kaderini ellerine almalarıyla yeniden yükselişe geçmiştir. Doğu İslam dünyasında Abbasî, Fatımî ve Memlük halklarının gerileme ve çöküş kaderini paylaşan Yahudiler, Osmanlılarla birlikte yükseliş kaderine de ortak olmuşlardır. Roma-Bizans döneminden beri Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan Romanyotlar; Fatih, Yavuz ve Kanûnî dönemlerinde doğu bölgelerindeki toprak kazanımlarıyla Osmanlı hâkimiyetine giren Araplaşmış Yahudiler (Müsta’ravim/Mizrahim); kökenleri sürgün ve iskânlara dayanan Aşkenaz ve Sefarad Yahudi cemaatleri, varlıklarını Osmanlı hâkimiyetinde özgür bir şekilde devam ettirmişlerdir. 1492 yılında İspanya’dan sürülen Sefarad Yahudileri, beraberlerinde getirdikleri insan gücü, bilgi ve zenginlikle küçülmekte olan Doğu Yahudileri için de taze bir kan olmuş; dindaşlarının o sırada yükselme süreci başlayan Avrupa dünyasına açılmalarını sağlamışlardı. Sarayda sultanların danışmanları, hekimleri ya da bankerleri (cehbez) olarak önemli vazifeler üstlenen Yahudiler, XV. asrın sonu ile XVI. asırlarda akli ve dinî ilimlerde de önemli başarılara imza atmışlardır. Dünya siyasetine Türklerin hâkim olduğu bu asırlar, Yahudilerin İslam dünyasındaki “ikinci altın çağı” kabul edilebilir. XVIII. yüzyıla kadar devam eden bu süreçte Yahudiler Avrupa’daki dindaşlarının yaşadıkları baskı ortamından çok uzak liberal koşullar altında Osmanlılarla verimli bir birliktelik sürdürmüşlerdir. Ancak XVIII. asırdan itibaren Osmanlı topraklarında başlayan gerileme, daha önce Abbasî, Fatımî ve Memlük Yahudilerinin yaşadığı şekilde Osmanlı Yahudilerini de etkilemişti. Geniş Müslüman toplumun kaderi, aynı toplumu paylaşmaları nedeniyle Yahudileri de etkilemişti.
Siz Öte, Biz Beri
Modern dönem öncesindeki ilişki ve algıya tezat bir şekilde tarafların birbirlerine bakışları günümüzde büyük ölçüde değişmiştir. Bu değişim, bölgede mevcut istikrarsızlığı beslemesi yanında, yeni problemlerin çıkmasına da zemin hazırlamaktadır.
Tarih boyunca bir arada yaşama tecrübesine ve derin ilişkilere sahip bu iki din mensuplarının algı ve bakışlarının değişeceği de muhakkaktır. Bu sebeple günümüzde yaşanan bir takım olumsuz olaylar nedeniyle değişen algının, ideolojik ve politik kaygılardan uzak insani ve akıllı politikalarla aşılabilecek bir yönü mutlaka bulunmaktadır. Yazının başından beri bahsedilen tarihî tecrübeler, insani ve adil kalıcı çözümlerin üretilmesi noktasında önemli referanslar olarak durmaktadır.
* Prof., Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi