HASAN ÇELEBİ HÜSN-İ HAT HAKKINDA

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • “Aşk olmadan meşk olmaz.” sözü ilk hat sanatı için söylenmiştir sanki. Sizce de öyle midir?

    Bazı sanatlar var ki hayatınızı bütünüyle içine alır. Hat sanatı böyle bir sanattır. Günde altı, yedi, on iki saat yetmez hat sanatı için. 24 saat bile yetmez. İmkân olsa 30 saat bile çalışmak icap eder.

    Ecdat bir yere kadar getirmiş bu sanatı. Ecdadın getirdiği yer için bu gayret gerekli. Bu noktaya nasıl getirdikleri de bir sır fakat bazı sırları çözmek imkânına sahibiz. O günkü sır şudur ki, bu sanatın devamı için anlattığım 4 şey var:

    Bunlardan birisi ümeranın himayesi. Tabii eskiden devlet başkanının şehrin ücra bir yerinde yaşayan sanatçıdan haberdar olması mümkün değildi. Fakat tayin ettiği paşadır, validir vs. onu temsil eden makamların sanatkârı her hususta himaye etmeleri şeklinde gelişiyordu. Bilhassa hat sanatını himaye etmeleri.

    İkincisi iltifat-ı ağniyâ. Yani zenginlerin iltifat gösterip hattatların hazırlamış oldukları eserleri -pazarlık ederek değil, kıymetini takdir ederek- almak suretiyle teveccüh göstermeleri. Bir sanatın ayakta kalması için bu şart. Sanatkâr taş yemez ya… Geçinecek… Fakat sanatkârlar da her zaman yüksek fiyatlar talep etmemişler; takdir edilen miktara rıza göstermişlerdir. Çünkü bize yapılan vasiyet bu şekildedir. “Verirlerse al, vermezlerse isteme!” Yani gönlü gani olmalı. İltifat-ı ağniyâ sanat ve sanatkârın yaşatılması bakımından önemlidir.

    Üçüncüsü, muhabbet-i fukarâ. Fukara başka bir şey yapamaz ama eseri sevdiğini ibraz etmesi sanatçı için bir destektir. Öyle zamanlar olur ki anlamaz görünür fakat gelir sanatçıya hürmet muhabbet eder ki bu da sanatçının sanata olan bağlılığını devam ettirir. Muhabbet-i fukarâya misal olması babından yaşanmış bir hadise vardır. Son dönemin büyük âlimlerinden merhum Ali Ulvi Kurucu Bey’den bizzat kendi kulağımla duydum. Ali Ulvi Bey yazları, Hollanda’da sefir olan kardeşinin yanına gidiyordu. Orada bir Türk işçi ona demiş ki “Cenâb-ı Allah insanı ibadetinde muhayyer bırakmış olsa; ‘Ya Rabbi, sana şunu ibadet olarak yaptım.’ demek tercihimiz olsaydı İstanbul Üniversitesi’nin kapısı üzerindeki yazıya bakar bakar; onu ibadet sayardım.” Şimdi biz önünden geçiyoruz, görmüyoruz bile…

    Dördüncü bir durum da bu işi icra edenlerin sabrı. Sanatkârda sabır nasıl olacak? Oturdunuz işin başına ama iş çıkmadı, istediğiniz olmadı. Eğer bıkkınlığa kapılıp o işi bırakırsanız o iş olmaz. Israr edeceksiniz. Onu şuna benzetiyorum: Hz. Ali Efendimize birisi gelip bir şey soruyor. Diyor ki: “Yâ Ali! Ben günah işliyorum.” Hz. Ali Efendimiz, “Tövbe et!” diyor. “Tövbe ediyorum ama yine günah işliyorum.” diyor adam. “Yine tövbe et!” diyor Hz. Ali. “Yine günah işliyorum.” “Yine tövbe et!” Ne zamana kadar? Şeytanı usandırana kadar. İşte bu yazı işinde de o harfi âdeta usandıracaksınız. Ecdadımızın bu sanatı buralara kadar getirmesinin temel düsturlarından birisidir sabır. Hat sanatında sabır denince Hattat Sami Efendi gelir akla. Sami Efendi’ye bir yazı veriyorlar. İki kelime kısa bir şey: Nafia Vekâleti. Bunu 6 ayda yazıyor Sami Efendi. Hazrete “Çok uzamadı mı bu iş?” diye soruyorlar. Sami Efendi diyor ki: “Bu 6 ayda yazılmış, demezler; bunu Sami yazdı, derler.” Yani sanatkârın izzetini, şerefini korumak babına bıkmıyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Bu işle meşgul olanlara ders olsun; duymayanlar varsa duysun. Bir yazıya 2-3 gün yoğunlaştınız, 1 hafta yazdınız ve olmadı… Bırakın, unutun onu; başka bir çalışmaya geçin. 15-20 gün, 1 ay sonra tekrar açın bıraktığınız yazıyı. Oradaki hatalarınızı görme imkânınız olur. Nerede, ne yapmışım, niye olmamış? İşte Sami Efendi bunu yapıyordu. 6 ay boyunca Nafia Vekâletini yazıyor, bırakıyor, tekrar tekrar başlıyor… O zamanlar kalem, kâğıt imkânları da şimdiki gibi bol değil. Siyah kâğıdın üzerine zırnık mürekkeple yazılırdı. Tashihatı da siyah mürekkeple yapılırdı. Tabii kendisi böyle olduğu için herhangi bir talebe bir müsvedde getirdiği zaman talebeye şunu sorardı: “Yazmadan evvel bu kâğıdı tartmış mıydın?” Yani kaç okka mürekkep kullandın demek isterdi. Çünkü kendisi öyle muvaffak oluyordu.

    Hat sanatının bu coğrafyadaki tarihî seyrine dair neler söylemek istersiniz?

    Şahsi kanaatim şudur ki, bugün itibarıyla hat sanatı toplamda yüz yıllık bir hadisedir. Yüz yılda bugünkü zirvesini yakalamıştır. Mesela 18. asırdan evvelki hatlar -çok güzel hatlar da olmakla birlikte- bugünkü emsallerle kıyaslandığında acaba burası böyle miydi diyesiniz gelir. Bu söylediğim, Hafız Osman hattı için bile böyledir. Niçin? Çünkü o zamanın anlayışı o kadardı. Ama ondan sonra gelişti, gelişti, gelişti ve bugünkü mertebeye geldi. Bir dönem (1928) değirmenin suyunu kestiler ve değirmen bir yerde durdu. 20-30 sene… Belki 20-30 sene çok fazla değil ama hattatlar ortadan kalktı, gitti; âdeta kimse kalmadı. Hamid Hoca sık sık söylerdi: “Harf inkılabı günü gecesi Cağaloğlu’ndan Bâbıâli’ye kadar, Sirkeci Caddesi üzerinde 350 hattat dükkân kapattı.”

    Ve hep ifade buyurduğunuz üzere tam o dönemde “Cenâb-ı Hak bize Hamid’i ikram etti.”

    Evet, Cenâb-ı Hak bize Hamid’i ikram etti. Bugünkü mevcut hattatların kökenine baktığınızda Hamid Bey’i görürsünüz. Hamid Bey’den geldiklerini görürsünüz. O dönemde başka hattatlarımız da var tabii. Halim (Mustafa Halim Özyazıcı) var, Necmeddin Hoca (Necmeddin Okyay) var, Macit Bey (Macit Ayral) var, Nuri Bey (Nuri Korman) var. Ben hatta başladığım zamanlar bir Necmeddin Hoca’yı tanıdım, Hamid Bey’i tanıdım… İlk Halim Bey’den başlamıştım zaten. Halim Bey ders vermeyi çok istemesine rağmen maalesef o yoldan neşet eden bir durum olmadı. Halim Bey çok istedi ama olmadı; beriki istemedi ama oldu. Burada takdir-i ilahî, izah edilemez bir husus var demek ki.

    Evet, Hamid Bey bu millete ikram edilmiş büyük üstatlardan birisidir. Hamid Hoca ile ilgili bildiklerimiz o dönemin yaşayanları tarafından gazete, dergi ve kitaplarda yer alan anekdotlar ve onu tanıyanların dilinden anlatılagelenlerden ibarettir. Bizzat kendi ağzından kendisiyle ilgili bir malumat yoktur. Şöyle de bir durum var: O dönemde biz büyüklerimizden bir şey sormaya hayâ ederdik. Hamid Bey’in hayatıyla ilgili şunu biliyoruz ki hat sanatında aleddevam herhangi bir üstadın yanında meşk etmemiştir. Çok kabiliyetli bir insan… Şimdi çalışmalarına bakınca insan hayret ediyor. Ona ait karakalem çalışmalarının olduğu bir defteri elime geçmişti. Orada öyle resimler çizmiş ki değme ressamların yapacağı iş değil. Hat sanatına çok küçük yaşlardan itibaren merak sarmış. Babası bu meşguliyetinden pek hoşnut değildir. Gece çalıştığında babası gelip lambasını kapatıyormuş. Lambayı açar babası yine kapatırmış. Vazgeçmeyince ise babası lambayı alıp götürürmüş. Hamid Bey’i bu durumdan kurtaran şöyle bir hadise oluyor: O yıllarda padişahın cülusü (tahta çıkışı) yıldönümü dolayısıyla belediye bazı yarışmalar, etkinlikler vs. düzenlermiş. Bu yarışmalardan birinde küçük Hamid’e de bir tuğra çizdiriyorlar. Çizimini beğenip karşılığında kendisine 1 altın veriyorlar. Bu etkinliğe katılmasını teşvik eden de belediyede çalışan bir akrabasıdır. Altını babasına götürünce babası inanmıyor kendisine. Tabii babası araştırınca durumu anlıyor ve hat sanatı ile olan meşguliyetine biraz daha müsamahakâr davranıyor. Hamid Bey’in hat sanatına olan hevesi ileriki yıllarda da hep devam etti.

    Hamid Bey’in hat sanatına olan istidadına örnek mukabilinden bir hatırayı da sizinle paylaşayım. Bir mektebe mi başka bir yere mi olduğundan emin değilim ama bir müracaatı esnasında yaşanıyor bu hadise. Müracaat esnasında kendisinden bir adet nüfus belgesi sureti isteniyor. Bugünkü adıyla kimlik belgesi. Tabii o zamanlar fotokopi vs. yok. Bir suretini elinle yazıyorsun. Hamid Bey de kendi el yazısı ile nüfus suretini hazırlayıp ilgili yere götürüyor. İdareciler, “Evladım, biz aslını değil suretini istiyoruz.” diye geri çeviriyorlar. Öylesine muntazam yazmıştır ki belgenin aslı zannediyorlar. Allah rahmet eylesin kendisine. Bugünkü hat talebeleri yazacakları her harfin başında Hamid Bey’in ruhuna 3 tane, 5 tane Fâtiha okusalar değer. Çünkü bu sanata muazzam katkısı oldu. Cenâb-ı Hak öyle nasip etti.

    Zatıalinizin hat sanatını bir üstat nezaretinde tedris etmesi nasıl başladı? O dönemlere ait hatıralarınızı lütfeder misiniz?

    Tabii oraya gelene kadar bu sanata olan merak bizi bırakmadı ve bazı şeyleri yapmaya çalışıyorum ama olmuyor. Niye olmuyor, nasıl olmuyor onu bilemiyoruz. İstanbul Üsküdar’da Mirzâzâde Camii’nde vazifeli olduğum yıllar. Yine Üsküdar’da Toygar Hamza Camii’nde imamlık yapan Şükrü Efendi vardı. -Şükrü Efendi İskilipli Atıf Hoca ile beraber tevkif edilmiş, sonra da bir mektup yazarak itiraz etmiş ve serbest kalmış zattı.- Bir arkadaşım işte o Şükrü Efendi’nin vazife yaptığı camiye götürdü beni. Şükrü Efendi camide Sahih-i Buhârî’yi okuturdu. Biz de dersleri takip etmeye gayret ediyoruz. Arkadaşlarım hocaefendiye, hat sanatına olan alakamdan bahsedince hoca yazı örneklerimi görmek istedi. Yazılarımı gösterdim kendisine. Hocaefendi “Evladım bu iş hocasız olmaz.” dedi. Merhum hocanın bu uyarısıyla hat sanatını öğrenmek için bir hoca bulmam gerektiğini anlamıştım ve artık iş hocayı bulmaya gelmişti.

    Hattat Hamid Aytaç Bey’le ilk tanışmanızı hatırlıyor musunuz?

    Evet Hamid Bey’i tanıdığım günü hatırlıyorum. 1964 yılının nisan veya mayıs günleri olmalı. O zamanlar bahar mevsiminde yağmurlar çok olurdu. Bir taşın üzerine yazı çıkardığını hatırlıyorum. Hava epeyce soğuk olmalı ki üzerinde kalın bir palto vardı. Uzun boyluydu ve fötr giymişti. Ağaç dallarında henüz açılmamış tomurcuklar vardı. Ağaçların yapraklarında birikmiş yağmur damlalarını, şebnemleri hatırlıyorum şimdi. Öyle bir gündü. İlk orada tanıştım. Hamid Bey’in yanında ilk öğrendiğim şey de şudur: Şevki Efendi’nin “Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyyal-Mihrâbe” ayetini yazdığı hattı vardır. Bazı camilerde görebilirsiniz. Siyah, kalın kâğıda zırnıkla yazılmış bir kalıp… Hamid Bey’i işte o yazının kalıbını çıkarırken izlemiştim. Hat sanatında ilk öğrendiğim iş de odur.

    Efendim, “Noktalar ve çizgiler arasında” ilerlemiş, bereketli bir ömrün sahibi olarak bu yolun yolcularına neler söylemek istersiniz?

    Hayatımın 18 yılı Hamid Hoca ile beraber geçti. Ondan ders almaya gayret ettim. Tabii Hamid Bey’e gelenler çok olurdu. Bunlardan bir kısmı bir yazı almak, Hocaya bir şey yazdırmak bahanesi ile geliyorlardı. Gelenlerin bir kısmı da bir ders alır gider bir daha da gelmezdi. Hoca da haklı olarak bu anlamda pek ümitli değildi ve bizi de onların arasında sayıyordu. Ama baktı ki olmuyor, sonra da bir şey demedi. Ben hep yazdım götürdüm. Kendime göre bir düstur edindim. Hocadan ders alma yolunu öyle buldum; başka da çarem yoktu. Hoca müsamaha etti ve ben de öyle devam ettim. Bana tam 2 sene ‘Rabbi Yessir’ yazdırdı. Geçirmiyordu dersten. Ben de bir şey söyleyemezdim. Sürekli gider gelirdim… Sonunda bir gün “Hocam ben müsaade istiyorum.” deyiverdim. Hocanın işte o esnadaki yaklaşımından anladım ki bir ümidi varmış demek. “Hayrola? Bir yere mi gidiyorsun?” “Hayır, bir yere gitmiyorum ama 2 senedir ‘Rabbi Yesir’ yazıyorum. Ve anlaşılan o ki bu işi yapamayacağım. Sizin vaktinizi daha da almayayım.” dedim. Şöyle bir durdu Hoca. En azı 3 dakika ama toplamda belki 4 dakika olabilir… Hocadan bir ses yok… Ben de ne söyleyeceğimi unuttum, kendimi unuttum öylece kaldım. Sonra da “Evet haklısın, sen de usandın yaza yaza.” dedi ve bana bir ders yazdı. Ki sülüsten tek dersi de odur; daha ilerisi de yoktur. Evvelden “Rabbi Yessir” yazmıştı zaten sonra Elif-Be’yi yazdı yarıya kadar. Ondan sonra ders yazmadı. Ben yazar götürürdüm. Konuşma olmazdı aramızda. Âdeta sükûtla anlaşırdık. Derslerimde onun dersleri ile olan farkları bulmaya çalışırdım saatlerce. Bazen bulurdum, bazen bulamazdım. Bu sanatın tedrisine dair eskilerin bazı güzel düsturları var. Mesela, “Hat sanatı şakirde, talebeye demir leblebi gibidir.” derler. “Onu mum hâline getiren üstadın iki dudağıdır. O iki dudağından çıkacak olan şeydir onu mum hâline getiren.” Biraz ilerleyip hat sanatına vâkıf olanlar bunun ne demek olduğunu anlayabilirler.

    Bir de şunu söylemek isterim… Darılırlar, kızarlar belki bana ama bugün hattatlarımız var. Güzel yazılar yazıyorlar, güzel istifler yapıyorlar. Fakat Osmanlıca herhangi bir şiiri yazın deseniz… Bugün bu içimizi yaralayan bir durumdur. Başkasından imdat bekliyoruz. Kütüphanelerimizin, kültürümüzün üzerini kapamış Latin harfleri ile günlük hayatımızı sürdürüyoruz. İlim tahsil edeceksek Latince tahsil ediyoruz. İlmi öğrenmenin yaşı, milliyeti, vakti, zamanı yoktur ama kendi kültürümüzü bilmemiz de lazım gelmez mi? Kim yapacak bunu? Bir yerden başlamamız lazım. Geriden gelenleri uyandıralım. Siz yapamazsanız da çocuklarınıza öğretin. Bunu mutlak surette halletmemiz lazım. Bunu ihmal etmemeliyiz.

    Efendim bu demir leblebi olarak tasvir edilen hat sanatı yolculuğunuzda “Ah! Keşke” dediğiniz oldu mu hiç?

    Evet, onlardan birisini anlatayım. Ders istemek için Hamid Hoca’ya gitmiştim. Yazı defterimi hocanın önüne koymuştum. Tabii, beğenmediği belliydi. Hoca, kurşun kalemini taşın kenarına sürterek ucunu inceltti ve o ince kalemle defterime bir nesih cimi yazdı. -Bugünkü gibi 0.3 filan yok o zamanlar. Bir de şunu hesap edin ki Şefik Bey’ler, kazaskerler zamanında kurşun kalem dahi yok. Yani bu sanat bize kadar bu şartlar altında gelmiş.- O “cim”i kaybettiğime yanarım işte. Defterimde uzun zaman durdu ama sonra kaybettim. Ah, akıl, onu niye kaybettim!