KARTAL VE GÜVERCİN: AKIL BAĞLAR, HAYAL ÇÖZER

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Bilgilerimizi zihin kritik ederken işin en güç kısmı doğru ile yanlışı ayırt etmede değildir; bilgi sandıklarımız ile gerçekten bilgi olan arasında kesin çizgiyi çizebilmededir. Bir şeyi tarif edebilmek o çizgiyi çizebilmek demektir. Benzerleri ayrıştırmak, soğukkanlı bir süreç içinde soyutlayıcı bir yaklaşımla mümkündür. O kadar çok şey duyar, o kadar çok şey öğreniriz ki, en sonunda neyin bilgi, neyin zan, neyin alışkanlık olduğunu unutarak karmakarışık bir yekûnun etkisi altında düşünmeye çalışırız. Bir dil içinde doğmamız ve yaşamamız zaten bu kaosun sebebidir. Zihnimizdeki en kesin önerme bile zanlarca kuşatılarak vehme dönüşür. Biz ise anlamını yitirmiş önermeyi “kesin bilgi” sayarak güvende yaşamayı sürdürürüz. İmam Kuşeyrî’nin ifadesiyle, “Çadır (lafızlar) varlığını korurken çadırda yaşayanlar (anlamlar) değişir.” Felsefenin insan için hayatiyeti tam burada ortaya çıkar: İnsanın içinde doğduğu bu kaotik dünyadan saf bir zihin inşa etmedeki ısrar! Bunu yapmanın yolu önce dili ayıklamaktır. İnsanın “nâtık (konuşan/düşünen)” olması hakiki anlamına kavuşarak dış dünyaya mutabık idrake bu ayıklama sürecinde ulaşır. Tasavvuf ise ayıklamanın bağlı olduğu ahlaki yetkinleşme sürecine dikkatimizi çekerek “ahlak” ile akıl arasındaki irtibatı gösterir. Felsefe ve bir ölçüde tasavvuf bunun için neyin zan, neyin duyum, neyin âdet, neyin bilgi olduğunu tespitle doğru düşünmeye bizi taşır. Akıl sözlük anlamında (Arapça) statik ve durağan bir anlam (bağlamak) taşısa bile, temel özelliği “tanımın tanımında” beyan edilen “ağyar (ait olmayan unsurlar)” ile “efradı (nesneye ait unsurlar)” tefrik ve temyizdir. Başka bir anlatımla akıl insanın en dinamik ve dirençli yönü hâline gelerek sürekli bir tecdit ile insanın en çok arzuladığı konforu bozarak bilgiye benzer olanlara karşı bilginin sahihliğini muhafaza eder. İnsan bu hareketten yoruldukça, statik ve durağan dünyanın rahatlığına kendini bırakmak ister. Lakin bu mücadelenin sıkıntılarına göğüs germek “insan” olmanın anlamıdır. Müslüman düşünürler “Allah’ın insana arz eylediği emanet” ruhtur veya akıldır derken bu imtiyazlı duruma işaret ederler.

    Akıl bağ veya bağlamak anlamındaki bir kökten türetilmiş Arapça bir kelimedir. Bedevilerin evren telakkisinin izlerini taşıyacak şekilde “deveyi bağlamak” anlamından a-k-l kökü yeni anlamlarla zenginleşerek insanın ayırıcı özelliğinin adı olmuştur: İnsan akıllı canlıdır (hayvan-ı nâtık) yani düşünen-konuşan varlıktır dediğimizde, daha uygununu bulamayacağımız bir kelimeyi seçtik demektir. Aklın mahiyeti hususunda ciddi tartışmalar olagelmiştir. Bir kısmı aklın ruhun temel özelliği, bir kısmı insandaki bir cevher, bir kısmı insanın bir gücü, bir kısmı ise insanda yaratılmış ve yeni bilgilerle gelişen (inkişaf) ilahî bir nur olduğunu iddia etmiştir. Modern çağda akıl klasik anlamını büsbütün yitirerek beyin hücrelerinin çalışma fonksiyonlarına dikkatimiz çekilmiştir. Bunların ayrıntılarına girmeden tasavvufta yaygın bir sembolizm üzerinden aklın işlevini ve hayalle irtibatını anlamaya çalışacağız:

    Kartal ve Güvercin: Akıl ve Hayal/Nefs
    Sufilerin sembolik anlatımlarında en nefis olanlarından biri akıl ile nefs veya hayal karşıtlığını kuşlar üzerinden kuran anlatımdır. Bu karşıtlık tasavvufun gelişim seyrinde belirleyici rol oynayan insan-ı kâmil teorisinin bir neticesi olarak yeni bir insan tanımına varmayı hedefler. Muhakkik metafizikçiler tasavvufun erken döneminden tevarüs edilen düşünceleri yeniden yorumlarken klasik felsefenin akıl-hayal karşıtlığından ortaya konulan bazı sorunları aşmak üzere güçlü iddialarla donanmış bir teori geliştirdiler. Bu teoride insanın tanımındaki “hayvan-ı nâtık” yerine “kevn-i câmi” yerleştirilerek dinî düşüncenin istilzam ettiği insan-evren anlayışı izah edildi. Hayvan-ı nâtık yani düşünen canlı canlılar arasında “akletmek” özelliğini insana mahsus kılan bir teori idi. Her şeyin canlı sayıldığı bir evren telakkisinde aynı zamanda her şeyi akıllı kabul edilince, birinci tanım eksik kaldı. “Akıllı insan” insan hakkında bir bilgi verse bile tam tanım sayılmaz artık; çünkü akletmek belirli bir şekilde öteki canlılarda (hatta cansız diye bir sınıf yok ise her şeyde) bulunan bir nitelikti. Muhakkik sufiler “Her şey Allah’a hamd eder.” mealindeki ayetler ile hadislerden evrenin sadece canlı değil aynı zamanda akıllı olduğu neticesini çıkarttı. Akıllı olmak insana mahsus olmadığı gibi buradan bir insan tanımı çıkartmak da doğru ve yeterli tanım değildi. İnsanın tanımı ona mahsus başka bir özellikle yapılabilir. O da kevn-i câmi yani bütün varlıkların özelliklerini kendinde birleştiren/toplayan ve bu sayede Allah’a benzeyen varlık olarak insandır: İnsan kevn-i câmidir! Hayvan-ı nâtıkın yani düşünen canlı anlayışının kevn-i câmi, yani toplayıcı varlığa doğru terakkisi dinî düşüncenin istilzam ettiği bazı önermeler dikkate alınmadan anlaşılamaz. Bu düşüncede Allah’ın mutlak yaratıcı olması, insanı bir gaye üzere var etmesi, her şeyin Allah ile irtibatlı olması gibi umdeler gizlidir. En nihayetinde “İnsan eşref-i mahlukattır.” ilkesi tanımın mesnedini teşkil eder. Her şeyin emanet sayıldığı bir varlık düzeninde “eşref-i mahlukat” emanete en çok riayet eden anlamıyla ahlakın kaynağı hâline gelecektir.

    İnsanın hayal gücü veya bazen onunla aynı anlamda kullanılan nefsi birinci tanımda aklın akıl olmasının önündeki engellerden birisidir. Hayal eşyayı bozar, olmayanı var gösterir, var olanı yok eder, yeni terkipler kurar, nesnelerin özellikleriyle oynar, kısaca eşyayı olduğu hâl yerine başka şekilde anlamaya teşnedir. Buna mukabil akıl, var olanı bulunduğu hâl üzere görmeye, gördüğünü en uygun kelimeyle ifade etmeye çabalar. Bu faaliyet bir anlamda bağlamak, sınırlamaktır. Demek ki hayal çözerken akıl bağlar; hayal genişletirken akıl daraltır ve sınırlar. Aklın anlama ve ifade etmedeki mutabakatına sıdk yani doğruluk denilir. Hayal için böyle bir zorunluluk yoktur: O haz ilkesiyle çalışarak nesneler ile ilişki kurar. “Eşyayı olduğu hâl üzere görmek” aklın idealini anlatır. Aklın gayeye ulaşmasının önündeki en ciddi engel ise hazların etkisiyle hareket eden hayalin bozucu etkileridir. Akıl hayale karşı özgürleşerek akıl hâline gelirken zanlardan ve tahayyülden uzaklaşarak bilgiye ulaşırız. Hayal şiirsel bir üslupla olguyu sübjektif alana taşırken akıl insanı nesnel dünyanın katı ve soğuk dünyasına çıkartabilmek üzere sübjektif olandan uzaklaştırmak ister. Düşünce sübjektif olanın nesnel olanı yok etmesinin önünde bir set çizerek dili nesnel gerçeklikte inşa etmek ister. Bu nedenle Platon şiiri aklı-düşünceyi bozucu bir unsur sayarak kahramanlık öyküleri anlatan destan yazarı Homeros’u şehirden uzak tutmak ister. Dinî düşüncede ise akıl bir alt kademeye indirilirken (tikel güç) hayal ile mukabil fakat tikel olmada eşit bir güç sayılır. Bu nedenle akıl ile hayal birbiriyle çelişen fakat insanı tanımlamada her ikisi de yetersiz kalan bir güçtür. Ne hayal insana aradığını verir ne tek başına akıl!

    Sufiler aklı “ukab” yani kartal kelimesiyle anlatır. Buna mukabil güvercin anlamındaki “verka” ise nefsi ve hayali anlatır. Akıl ile nefs veya hayal insanın iki temel gücüdür. Bunlar nesneyi algılamada-anlatmada iki farklı yol takip eder: Biri yaklaşırken öteki uzaklaşır, biri bağlardan kurtularak sonsuz imkânlarda uçarken öteki ayrıştırarak ve bağlayarak zabt ü rabt altına almak ister. Kartal gücü anlatırken güvercin barışın, ünsiyetin, irtibat kurmanın sembolüdür. Devletler ve toplumlar güçlerini anlatmak için en çok kartal veya aslan sembollerinden yararlanır; her ikisinin ortak özelliği güçtür. Bununla birlikte kartal üzerinde biraz daha durmak gerekir. Kartal kuşlar arasında kudretiyle tebarüz eder; yükseklere uçar, pençesi güçlüdür vs. Ancak meseleyi bu kadarla değerlendirmek doğru olmaz. Kartal güç olduğu kadar bilgi ve aklın sembolüdür. Başka bir anlatımla kartal birinci anlamıyla güce işaret ederken ikinci anlamıyla bize gücün kaynağını gösterir. Devletler gücü nereden devşirecektir? Kartal akla karşılık gelerek insanın elde edebileceği bilginin kaynağı kabul edilir. Demek ki bu sembolik anlatımda söylenen şey, aklın mutlak üstünlüğü ve sahip olduğu kudrettir. Platon nefis bir benzetmeyle varlıklar arasında görece zayıf kalanlardan birisi olan insanın kendini nasıl koruyabileceğini anlatır: Grek toplumunun varlık telakkisine göre, tanrılar her varlığa kendilerini koruyabilecekleri kabiliyet verir. Her varlık kendisine mahsus kabiliyetle varlığını sürdürür, kendisini tehlikelere karşı onunla korur, ihtiyaçlarını onunla giderir. Söz gelişi hayvanlardan birine sabır veya direnç, ötekine koku alma güdüsü verilir. İnsana sıra geldiğinde ise ona verilebilecek bir şey yoktur. İnsana sadece aklı verilir. İnsan onunla kendini koruyacak, ihtiyaçlarını karşılayacak, varlığını akıl maharetiyle idame ettirecektir. Kartal için pençe, başka bir hayvan için güçlü çene veya dişler, başka biri için tırnaklar ne ise insan için akıl odur.

    Kartal ile akıl arasında buradan irtibat kurulabilir. Ancak meseleye biraz daha eğilince işin başka bir veçhesi daha kendini gösterir. Kartal yükseklerden uçarak nesneyi olabildiğince geniş bir açıdan görme imkânı kazanır: Yüksek soyutlama gücü! 13. asrın büyük sufi şairlerinden Feridüddin Attar Mantıkut’-tayr’da kartalın soyutlama gücüne vurgu yaparken böyle bir soyutlama gücünün iktiza ettiği disiplin ve ahlakı anlatır. Bu güç sahibine bireysellik, özgüven, başkasını beğenmemek gibi huylar kazandırır. Çünkü insan ancak yüksek bir sabır ve disiplinle öyle bir soyutlama derecesine ulaşabilir; bunun neticesi ise söz konusu huylarla bezenmek olabilir. Öyleyse akıl soyutlama ve yüksekten bakış ile nesneleri ayrıştırırken kartala benzer. Bu iki özellik, yani bilgi-akıl ile iktidar arasındaki irtibat kartalı iki özelliğin temsilcisi hâline getirir. Hayal ise bu iki güce karşı başka bir alana taşıyarak aklın bağladığını çözmekle “imkân” kapılarını bize açar. Masallar hayal gücünün imkânlarını anlatır. Hayal gücü akıl tarafından daraltılan dünyayı tekrar “imkân” hâline döndürerek sonsuz ihtimallere kapıları açar. Muhakkik düşünürler bu iki gücün birbirini terbiye edebileceğini düşünmüşlerdir. Daha doğrusu gaye hakikati olduğu hâl üzere idrak etmek ise akıl ile hayal bizi beraberce ona ulaştırabilir. Bu noktada aklın gücü bir açmaza dönerek onu tutuculuğa sevk ederken hayal tutuculuğu bozmanın yollarından biri olur. Bunu nasıl anlayabiliriz?

    Her şeyden önce akıl varlıkla “bağ” kurmak üzerinden ilişki sağlar. Hadiseler arasında irtibat kurar, sebep sonuç ilişkisini tespit eder, soyutlama yaparak nesneyi tarif dairesinde sınırlamak ve tutmak ister vs. Kur’ân-ı Kerîm’de kullanılan başka kelimeler bu anlamı pekiştirir: Tedebbür işin sonunu başına bağlamak demekken fikir-tefekkür ölçmek ve biçmek demektir. Her bakımdan akıl ile bağ ve bağlama arasındaki irtibat açıktır. Peki aklın bu faaliyetinde belirleyici olan saik nedir? Akıl dünyayla “maslahat” üzerinden irtibat kurarken faydayı çekmek ve zararlıyı uzaklaştırmak ister. Aklın imkânları burada ortaya çıktığı gibi zaman içinde bu “imkân” daralır ve akıl olma vasfını yitirerek korumacılığa döner. Akıl kendince gördüğü faydayı insana gösterirken insan yegâne fayda olarak ona bağlanır; aklın tutuculuğu buradan ortaya çıkar. Artık insan kendine her ne söylense elde ettiği ilk faydayı bırakmak istemez. Din ile akıl arasındaki çelişki de aklın fayda ve zarar tanımında ortaya çıkar. Akıl duyularla algıladığı evrende kâr ve zararını tasavvur edebilirken din ona geniş bir varlık alanında kâr ve zararı gösterir. Bu durumda akıl içinde bulunduğu dünyanın daralmasından kurtulmadıkça dinin sözünü ettiği kâr ve faydaya karşı “muhafazakâr” davranacak, korkacak ve insanı korkutacaktır. Din ise değişimi ve yenilenmeyi temsil ederek insanı yeni dünyalara ulaştıracaktır. Muhakkik düşünürler korku yerini cesarete, elindekini tutmak güdüsü yerini terke, kibir merhamete, körlük ve şaşılık adalete ve basirete bırakmadan aklın insanı saadete ulaştıramayacağını söyler. Din ile karşılaşan akıl iman ve ahlakla yeniden var olarak yeni bir isim kazanır: Kalp! Kalp birinci akıl ile hayal gücünün ardındaki esas düşünme melekesidir.