AFRİKA FELSEFESİNİN SESİ
AFRİKA FELSEFESİNİN SESİ 1
Sonra bir gün bir söylenti yayılıverir; bir öğrenci Hindistan’ın İngiliz valisini öldürmüş, veya; İtalyanlar Dogali’de yenilmişler, veya; boksörler Avrupalı misyonerlerin köklerini kazımış, ve sonra dehşete kapılmış yaşlı Avrupa barbarları lanetler… ve bu talihsiz insanlara karşı yeni bir haçlı seferine girişilir.
Dikkat edin: Avrupalıların da kendi zalimleri vardı ve onlardan kurtulmak için kanlı mücadeleler vermişlerdi ve … kendi kurtarıcılarının heykellerini, mermer anıtlarını diktiler. Ama İtalyanlara, bize medeniyeti Avusturyalılar kazandırdı, demeyin; mermer sütunlar bile buna karşı çıkacaktır. Biz elbette medeniyeti yaymak için yola çıktık ve aslına bakarsanız o insanlar bizi seviyor, talihlerine de müteşekkirler.2
1.
Bugün, 21. yüzyılın ikinci on yılı tamamlanmak üzereyken, küresel Avrupa merkezci hâkimiyetin ortak insanlığın çoklu evreni tarafından yutulduğu bir dönemdeyiz. Afrika ve çeşitli Afrikalı halklar 15. yüzyıldan 20. yüzyılın yarısına kadar köle ticaretinin ve sömürgeci parçalamaların kurbanı oldular. Varlığıyla yokluğu birmiş gibi görülen Afrika kıtası Avrupa’nın -yani, yönetici sınıfları heyecanla evrensel çapta açgözlü yağmacılara dönüşen kıtalıların- gözünde karanlıklara bürülü ve tuhaf, “mantık-öncesi” insanlığa ait insanlarla doluydu.3
Atlantik’in bu yakasında, James Baldwin’in kendi kuşağının deneyimleri hakkında düşünürken söylediği gibi, Afrika adı ve imgesi kendini gizleme ve utanmayla ilişkiliydi.4 Kıtadan geriye kalan sakatlanmış artıklardan bu Kara Kıta’nın torunlarına boyun eğdirme yolu olarak yararlanıldı. Öte yandan, Atlantik’in diğer yakasında Pablo Picasso’nun estetik dehası modern sanatın yapısını ve doğasını dönüştürmeden önce birçok Afrika maskesi riyakarca ateşe atılıyordu. “Medeniyet getirme misyonunun” kendiyle gurur duyan, mutaassıp ve narsist epistemesinin canavarlar ve şeytanlar gördüğü yerde Picasso yeni bir estetik duyarlık sezmişti.5 Ve bu yüzden, en meşhur ve en Afrikalı resimlerinin (Les Mademoiselles d’Avignon [1907] ve Guernica [1937]) açıkça gösterdiği gibi Picasso modern savaşın korkunç şiddetini ve fahişeliğin kabalığını resmederken Afrika maskelerinden -ve onların yaydığı dışavurumculuktan- yararlanmıştı.
Bugün, 21. yüzyılın ikinci on yılında, geçen yüzyılın alacakaranlık yıllarında söylenmiş Gianni Vattimo ifadeleriyle; “sömürgeciliğin sonunun ve Avrupa merkezci önyargıların çözülüşünün ardından” artık, “başı çeken tek bir çizgiye indirgenemez, bir dizi hikâyeye” geri dönülemez biçimde “parçalanmış” olguların ışığından bakıldığında tarih, “bölünmez, yekpare bir anlam”mış numarası yapamaz.6
Dolayısıyla Avrupalı imparatorlukların tekilliği yerini rengârenk bir insanlığa; çoklu olan ve çokluğunu sömürgecilik öncesi dönemdeki gibi değerli bir sahiplenme olarak gören insanlığa bırakacaktır. Bu, varlığını sürdürmek için devamlı surette bizim Öteki’ne açıklığımıza bağlı olan, gerçekleşmiş bir imkândır.7
Bu çokluk, aynı şekilde bizim karşılıklı, çift taraflı sevecenlik ve dayanışma hâlimize dayanan, ortak geleceğimizin yaratıcı kaynağıdır.
Ölü geçmişin içine çekilen sömürgeci imparatorluklar arkalarında kültürel ve tarihî çokluğu bıraktılar. Bu küresel, eşitlikçi insanlık sömürgeci yönetimin çöküşüyle serbest kalan, muazzam yaratıcılıktan gelme enerjiyle yürütülen mücadeleler aracılığıyla şimdi dünya ölçekli yeni bir topluluğun biçimlenmesi sürecinde. İyi bilindiği üzere, medeniyet ve insanlığın bu parlak şafağında merkezi mesele zorlu, dehşetli ve uzun süren Afrika bağımsızlık mücadelesidir.8 Bu bağlamda, Baldwin’in ortaya koyduğu gibi; “Bir kişinin geçmişini -tarihini- onaylamak orada boğulmak demek değildir; onun nasıl kullanılacağını öğrenmektir.”9
Peki, “nasıl kullanılacağını öğrenmek” ne demektir?
2.
Altın Sahili sömürgesinin çöküşünün ve bağımsız bir Afrika devletinin, Orta Çağ Afrika medeniyetinin adını alarak Gana adıyla doğuşunu, Kara Afrika’nın bağımsızlık tarihinin ilk yılı olan 1957’de Dr. Kwame Nkrumah şöyle ilan etti; “bağımsızlığımız [yani Gana’nın bağımsızlığı] tüm Afrika kıtasının topluca kurtuluşuna bağlanmadığı sürece anlamsızdır.”10
Nkrumah’ın ifadelerinde Afrika sesini bulur. Bu, özellikle, Avrupalı sömürgeciliğin yadsıdığı özgürlüğün ve insanlığın iadesine odaklanan bir sesti.
Bir başka deyişle ve daha somut olarak, “bağımsızlığımız,” bizi “Afrika kıtasının tümden kurtuluşu” işine bulaştırmıyorsa “anlamsızdır.” Bu açıdan Nkrumah’ın aklında yalnızca fiziksel bir coğrafya yoktu, daha önemli olarak, sömürgecilik sonrası Afrika’da hayatın kurulacağı ve o hayatın kendisi sayesinde kurulacağı manevi-kültürel bir ufuk; bir varoluş coğrafyası vardı. Nkrumah özgürlüğümüzün dayandığı ve onun yaratıcı kaynağının derinden araştırılmasının önemini vurgulamakla ilgilenir. Onun felsefi metni, Consciencism’in [Vicdancılık] özellikle bu meseleye odaklandığını vurgulamak gerek.
Marcien Towa’nın gözlemlediği gibi; “Consciencism bir bilincin; Afrika’nın başlı başına bir kendi kendini yaratım sürecinde olduğuna dair bilincin ideolojik ve felsefi formu olarak görünür.”11 Bu “başlı başına Afrika bilincinde” Nkrumah’a göre (ki Consciencism kitabının üçüncü, yani merkezî bölümünde bunu ortaya koyar) sömürgecilik sonrası Afrika’nın asli odağı, kendi özgürlüğünü sömürgeci dönem ve öncesinin mirasını sentezleyerek, sömürgecilik sonrası kendi kendine ayakta duran mevcudiyetini oluşturarak kurmaktır. Burada Nkrumah’a göre ıslah edilmesi ve yeniden meşru kılınması gereken şey daha önce sömürgeleştirilen mirası bugünün bağlamında ve bağlamıyla ortaya koymaktır. Islah edilmesi gereken şey, kendini özgürleştirme tutumuyla, sömürgeleştirilmiş dünya-da-var olmadır. Zira Afrika’nın “kendi kendini yaratım süreci, sömürgeleştirilmiş ‘şeyin’ kendini kurtarma sürecinde insanileştiği” aynı süreçtir.12
Dolayısıyla, sömürgeciliğin çöküşü, yakın zamanda gerçekleşmiş özgürlüğümüzün bir bağlamı olarak mirasımızı yeniden düşünmeyi ve ilan etmeyi zorunlu kılar. Burada, Avrupa’nın Afrika’yı “medenileştirme” ve insanlığın genel iyileştirilmesi adı altında sömürgeleştirdiği unutulmamalıdır. O hâlde bu gidişatın tersine çevrilmesi, yani sömürgeciliğin tasfiyesi Avrupa’nın bu saldırgan, küresel çılgınlığında kendini meşru görmesini sağlayan inanç ve fikirler üzerine yeniden düşünmeyi mecburen içerir. Dolayısıyla bu yeniden düşünme asli olarak yaşayan mirasımız üzerine eleştirel bir derin düşünmedir;13 olduğumuz şeyin, olmamız mümkün olan şeyin ışığında “nasıl kullanılacağını öğrenmek” ve bunun sistematik araştırılmasıdır. Bu, bağlantılı, süregiden ve yorumlayıcı bir süreçtir -ki Fanon’un yukarıda alıntılanan sözleriyle- sömürgeleşmiş ‘şeyin’ kendini özgürleştirme sürecinde insanileştiği süreçtir. Bu aynı şekilde, Towa’nın ortaya koyduğu gibi, Nkrumah’ın “Consciencism”ı tanımlamasında da mevcuttur: Afrika’nın “kendi kendisini yaratım sürecinde” kendisinden sahip olduğu öz-bilinç “şekli”.
Bu bağlamda, Afrika felsefesinin modern uygulaması, diğer şeylerin yanında, imparatorluğun teorik payandasını oluşturan -ve kalıntı olarak hâlâ oluşturmaya devam eden- kavram simetrisinin sistematik olarak yapı sökümüne odaklanır. Bir başka ifadeyle imparatorluğun teorik “örtüsünün” düşünsel olarak altının kazılması zorunludur. Ve böylece Afrika felsefesinin modern uygulaması bir açıdan, baskıcı Avrupa geleneğinin kusurlu, kendini beğenmiş iddiaları ve savunulamaz, epistemolojik varsayımları üzerinden altının kazınması suretiyle sistematik bir okumasını ve yeniden okumasını da kendinde barındırır.
Çok uzun zamandır Avrupa felsefesi, içine yerleştiği toplumsal-tarihsel oluşumlarla insani varoluşu kendinde ve kendi başına yalın Hakikatin ifadesiyle eş anlamlı görüyor. Hans-Georg Gadamer’in bize söylediği gibi, modern Avrupa düşüncesinden ilhamını alan aydınlanma “önyargıya karşı önyargı”14 zeminine dayanıyordu. Kişinin önyargıları veya kalın inançları bilimsel olarak15
temellenir ve bunlar sadece önyargıların sınırlarının ötesine geçer. Bunun sonucunda epistemolojik olarak savunulamaz olan bu iddialar, düşünürleri kendi bakış açısının veya önyargısının tam da Doğrunun ölçütü olduğuna dair bir inancın tuzağına düşürür. Bu kendini kandırma numarasının kılıfında düşünür aslına bakılırsa kendi çağının ve kültürünün önyargılarını ya da peşin hükümlerini aşkınlaştırır. Bu, Gadamer’in açıkça ortaya konulmuş Aydınlanma eleştirisidir. Burada, felsefi hermenötik üzerinden onun etkileyici biçimde yaptığı şey önce Nietzsche’nin sonra da Heidegger’in mesele hâline getirdiği, yerleşik olmayan bakış açısının imkânsızlığı düşüncesini sahiplenmektir.
Hepimiz, yaşanmış tarihselciliğimizin sınırlarında var oluyoruz. Düşünmemizin mihenk taşı ve kaynağı, yaşanmış varoluşumuz böylece bizim sonlu yerleşikliğimizdir. Gadamer’in, Hakikat ve Yöntem’de dobra dobra söylediği gibi “herhangi bir bakışaçısının ötesindeki … bakışaçısı (überstandpunktliche Standpunkt)” aslında “saf bir yanılsamadır (eine reine illusion).”16 Bu noktada, kendi tarihi içerisinde Batı’nın “saf yanılsamaya” sıkıca tutunduğu bir dönemde kendini küreselleştirdiğini ve aynı zamanda küreyi zapt ettiğini vurgulamak gereklidir. Bu metafiziksel yanlış kavramlaştırmanın simetrisi geri alınamaz biçimde, vaktiyle sömürgeleştirilmiş olanların mücadelesi sayesinde siyasal varoluş düzeyinde yıkıldı. Buna göre bu fiilî durumun kendi somut, de jure, felsefi zemini ve geçerliğinin tedarik edilmesi suretiyle kimliğinin doğrulanması zorunludur. Başka deyişle, insan özgürlüğü ve dayanışmasına elverişli ontolojik-varoluşsal yapıların etkin olarak beslenmesi ve keşfedilmesi zorunludur.
Buna ek olarak ve yukarıda söylenenlerin ışığında modern Afrika felsefesi de hem sömürgecilik öncesi teorik mirasımızın hem de Afrika’da yürütülen sömürgecilik karşıtı mücadelenin ürettiği, yakın tarihli entelektüel serveti sistematik olarak araştırmakla yükümlüdür. Bizim mirasımız, Gadamer’in söylediği gibi, yalnızca “durağanlık”17 tarafından sürdürülmez. Çünkü o daimî surette, bugünün ilgileri ve zorunlulukları üzerinden elenmeye ve araştırılmaya ihtiyaç duyacak şekilde kendini sürdürür. Geçmişimizin değerli bulunan yapısı ve özü bu yolla; daha ayrıntılı, iyi elenmiş ve ince ayarlanmış mirasımızda yerini alan yeni gelişmeler ve anlayışların ışığıyla arzu edilebilir bir gelecek olarak özelleştirilebilir.
3.
Geçmişin bu şekilde ekilip biçilmesi tamamen felsefi bir görevdir. Aslında tıpkı 17. yüzyılda Etiyopyalı filozof Zar’a Ya’kûb’un işaret ettiği gibi;
“İnsan, hakikati ve doğanın gizli şeylerini bilmeye can atar, ancak bu çaba zor bir çabadır ve yalnızca muazzam bir emek ve sabırla başarıya ulaşabilir… Bu yüzden insanlar babalarından duydukları şeyi alelacele kabul ederler ve her türlü (eleştirel) sorgulamadan kaçınırlar.”18
Bu “(eleştirel) sorgulama,” geleneğin bu ekilip biçilmesi felsefenin her daim içinde yerleştiği mirasla ilişkisi bakımından kendisine uygun düşen görevidir. Felsefe bugünün ihtiyaçlarına göre geçmişi elekten geçirip yararsız olanları, bozuk olanları göz ardı eder ve geriye kalan, yararlı gibi görünenleri muhafaza eder. Gelenekler bu yolla kurulur, kalıcı hâle gelir ve yorumlamaya, yeniden yorumlamaya ayrılmış daimî bir mesaiyle varlıklarını sürdürürler. Tersi doğruymuş gibi görünse de geçmişte değerli olan gücünü öylece sürdürmez, zira bugünün canlı ilgileri tarafından talep edilmeli ve işlenmelidir. Ya da Frederick Douglass’ın ortaya koyduğu gibi; “Geçmişle yalnızca, onu şimdi ve gelecek için kullanışlı hâle getirebildiğimiz sürece ilgiliyiz.”19
Dolayısıyla Afrika felsefesinin sesi özgürlüğümüzün çağrısının anlamını -bugünün bağlamıyla- dinlemeye, ondan “öğrenmeye” ve karşılık olarak ona ses vermeye ve onu izah etmeye yönelmiştir. Böylece o, Avrupa merkezciliğin olumsuz bir eleştirisi ve sömürge dönemi, sömürge öncesi ve sonrası dönemi Afrika mirasının sistematik ekip biçimi, temellük edilmesidir. Afrika’nın felsefedeki sesi, kendisinin dışlandığı “insanlık kavramının”20 araştırılmasına, ıslah edilmesine ve somut biçimde pekiştirilmesine odaklanmıştır. Tüm bunların, siyasal ve kavramsal açıdan akort edilmiş felsefi bir temizliğine mecburuz.
Baldwin’in kaydettiği gibi; “Korkunç ve amansız bir yasadır; kimse kendini azaltmaksızın bir başkasının insanlığını inkâr edemez; kendi kurbanının yüzünde kendini görür herkes.”21 Afrika felsefesinin sesinin Batı’yı yüzleşmeye zorladığı şey işte bu görmedir. Kendi grotesk resminden dehşete kapılıp yüzünü çeviren Dorian Grey gibi Batı da, Avrupa da emperyal geçmişinin ucube eserleriyle yüzleşmeli ve onları üstlenmelidir. Çünkü şu ifade gayet doğrudur; “Portresi Dorian Grey için neyse Afrika da Avrupa için odur.”22
Bir Avrupalı gazeteci tarafından yakınlarda “kıtalararası tekne insanları” diye tanımlanan, son dönemde Batı kıyılarına su baskını gibi taşan, çoğu Afrikalı, “üçüncü dünyalı” çaresiz sığınmacılar sömürgeci haylazlıkların en son kurbanlarıdır aslında.23
Kendimizin dışındaki hiç kimseyi düşünmeyen, zenginlik peşindeki yağmacı teşebbüsler yoksul taşranın aksine, bizim dışımızdaki herkesi dışarda bırakan bir merkez yarattı. Tüm bunları söylerken maksadım Avrupa’yı reddetmek ya da yalnızca Afrika’ya sarılmak değil; maksadım yalnızca hepimizi kapsayacak bir geleceği kuran “bir sentez… Yeni bir [küresel] toplum türünün”24 gelişimine yardım etmek.
Afrika felsefesinin sesi böylece bu sorumluluğun, kendi kendine yüklediği seslendirmedir. Diasporada ve kıta üzerindeki somut-pratik çabaların (yani siyasal, kültürel ve ekonomik çabaların) felsefi karşılığı Batı’yı kendisini görmeye, bizzat kendi imalatı olan groteskleri görmeye zorlamaktır. Bu görmede -ve geri kalanımızın bumerang gibi dönen karşı bakışında- Fanon’un yakın bir zamanda onayladığı gibi, şunu ortaya koymak mümkündür; “sur pied un homme neuf”,25 yani “yeni bir insan ortaya koy”.
* Prof. Dr., Morgan State Üniversitesi Felsefe ve Din Araştırmaları Bölümü
- 1 Bu makalenin ilk hâli, Morgan Devlet Üniversitesi’nde 2 Aralık 2004’te Annual Bill of Rights TransAfrica Convocation Day’de yaptığım açılış konuşmasıdır. Metindeki alıntılarda aksi belirtilmediği sürece tüm vurgular özgün metindendir.
- 2 Antonio Gramsci, “Oppressed and Oppressors,” History, Philosophy, and Culture in the Young Gramsci içinde, (ed.) Pedro Cavalcanti ve Paul Piccone (Saint Louis, MO: Telos Press, 1975), s. 156 (1910 yılında yazdığı bir öğrenci denemesi). Henüz bir lise öğrencisiyken ve İtalya’yı da kapsayan Batı kendine dair hayali, emperyal bir kavrayışa sıkıca tutunmuşken yazdığı bu yazı Gramsci’nin insancıllığının ve Batı’nın dünyanın geri kalanıyla kurduğu ilişkiyi, bu paradoksu nasıl basiretle sezebildiğinin muazzam bir kanıtıdır. Yukarıda alıntılanan metinde Gramsci’nin andığı “Dogali” adı, İtalyan sömürge güçlerinin Ras Alula’nın (bir Etiyopya Beyi) güçleri tarafından yenilgiye uğratıldığı, 1887’de gerçekleşen Dogali Savaşı’na gönderme yapıyor. Savaş bugünkü Eritre’nin dağlık bölgelerinin sert ve kayayla dolu doğu tarafında gerçekleşmişti. Bölgenin yerli nüfusu birbirleriyle mücadele hâlinde olan, yayılmacı emeller peşindeki Etiyopya güçleriyle İtalyan sömürge güçlerinin hücumlarını def etme işine girişmişti. Şunu kaydetmek ilginç olacaktır; Fransızca civilisation kelimesinden türemiş civilization terimi İngilizceye 18. yüzyılın ortasında, keşif veya yağma girişimlerindeki (ki ikisi aynı anlama gelir) Batı’nın “vahşi” diye damgaladıkları diğer halklarla karşılaştığı sırada, bunun karşısında “medeni” olma ihtiyacından dolayı girmiştir. Bu son mesele için Dictionary.com’daki “civilization” maddesine bakınız. (http://www.dictionary.com/browse/civilization).
- 3 Gayet iyi bilindiği gibi, felsefe eğitimi almış ve 1904’te Sorbonne’da Modern Felsefe Tarihi kürsüsüne seçilmiş bir antropolog olan Lévy-Bruhl’ün eserinin merkezinde yer alan ilkel -ya da mantık öncesi- zihniyet kavramı Avrupa’nın 1950’ler gibi geç bir tarihe kadar Avrupalı olmayanlara dair kavrayışlarını belirleyen temel fikir olmuştur. Ölümünden sonra yayımlanan defterlerinin de belgelediği gibi, yaşamının sonuna doğru bu miyop bakış açısını reddetmesi Lévy-Bruhl’ün itibar hanesine yazılır.
- 4 James Baldwin, “East River, Downtown: Postscript to a Letter from Harlem” (1961), Nobody Knows My Name içinde, (New York: Vintage Books, 1993), ss. 79–80.
- 5 Picasso Afrika maskelerinin dışavurumculuğunu sergilerken bu dışavurumculuktan çağın Avrupa sanatındaki saf natüralist/temsilî yapının yanına ikinci bir yol açmak için yararlandı. Bu konu için lütfen bakınız; “Picasso’s African-influenced Period–1907 to 1909 [Picasso’nun Afrika etkisindeki dönemi: 1907-1909]” (https://www.pablopicasso.org/africanperiod.jsp).
- 6 Gianni Vattimo, Credere di Credere (Milan: Garzanti, 1996), s. 22.
- 7 Bu mesele için şu kitabımın sonuç bölümüne bakınız; Contested Memory: The Icons of the Occidental Tradition (Trenton, NJ: Africa World Press, 2007).
- Bu mücadelenin vaatleri ve başarısızlığının ayrıntılı bir izahı için şu kitabımın ilk bölümüne bakınız; Existence and Heritage (New York: SUNY Press, 2015).
- 9 James Baldwin, The Fire Next Time (New York: Vintage Books, 1993), s. 81.
- 10 Kwame Nkrumah, “Extract from the Midnight Pronouncement of Independence, 5 – 6 March 1957,” Revolutionary Path içinde, (London, UK: Panaf Book, 1980), s. 121.
- 11 Marcien Towa, “Consciencisme,” Présence Africaine, no. 85, 1973, s. 148, (vurgular bana ait).
- 12 Frantz Fanon, Les damnés de la terre (Paris, France: La Découverte, 2002), s. 40.
- 13 Bu mesele için şu kitabımın ilk bölümüne bakınız; Our Heritage (Lanham, MD: Rowman and Littlefield, 2000).
- 14 Hans-Georg Gadamer, Truth and Method, (New York: Crossroad Pub., 1982), s. 242.
- 15 Anne Hogon’ın ortaya koyduğu gibi; “Sir Isaac Newton’ın keşifleriyle, René Descartes ve Francis Bacon’ın yazılarıyla, Diderot’nun 1751’de ilk ansiklopediyi yayımlamasıyla heyecanlanan Avrupa seçkinleri bilim ve özellikle etnografya tarafından giderek büyülenir hâle gelmişlerdi… Öte yandan doğal dünyanın olgularına duyulan ilgi kendinde erek değildi. 18. yüzyılın sonuna doğru, insan aklının görevinin evrenin yasalarının keşfedilmesi sayesinde dünyanın gerçek efendiliğini elde etmek olduğuna inanılıyordu. Bu yüzden Afrika Derneği, mevcut iyimserliğiyle tereddüt etmeksizin, Afrika’nın keşfi sayesinde insani bilgiyi genişletmenin […] yararına dair kanaatini ilan etti.” The Exploration of Africa, From Cairo to the Cape, (New York: Harry N. Abrams, 1993), s. 19-20 (vurgular bana ait). Bu, Gadamer’in eleştirdiği “bilimsel” yaklaşımın kaynağıdır. Bu bilimcilik artık tümüyle aşılmıştır. Bu konu için bakınız; Gianni Vattimo, “The Age of Interpretation,” The Future of Religion içinde, (ed.) Santiago Zabala (New York: Colombia University Press, 2005), s. 45.
- 16 Gadamer, Truth and Method, s. 339; Wahrheit und Methode, (Tübingen: J. C. B. Mohr, 1965) s. 358. Özgün metin şöyle: “Der überstandpunktliche Standpunkt, von dem aus seine wahre Identität gedacht würde, ist eine reine Illusion.”
- 17 Gadamer’in dediği gibi; “En katı gelenek bile, bir kez var olanın durağanlığından dolayı, doğa tarafından sürdürülmez. Onun kabul edilmesi, kucaklanması ve geliştirilmesi gerekir.” Truth and Method, s. 250.
- 18 Claude Sumner, Classical Ethiopian Philosophy (Ethiopia, Addis Ababa: Commercial Printing Press, 1985), s. 235.
- 19 Frederick Douglass, “What to the Slave Is the Fourth of July?” Narrative of the Life of Frederick Douglass An American Slave Written by Himself içinde, seçilmiş eleştiri yazıları, belgeler ve konuşmalarla birlikte 2. Baskı, (Edisyon ve Giriş) David Blight (Boston, MA: Bedford/St. Martin’s, 2003), s. 154.
- 20 Aimé Césaire, “An Interview with Aimé Césaire,” Haitili, militan şair René Depestre ile Küba, Havana’da, Cultural Congress of Havana (1967) kapsamında yapılan ve şu kitaba eklenen metin; Discourse on Colonialism (New York: Monthly Review Press, 1972), s. 79
- 21 James Baldwin, “Fifth Avenue, Uptown: A Letter from Harlem” (1960), Nobody Knows My Name içinde, s. 71.
- 22 Chinua Achebe, “An Image of Africa: Racism in Conrad’s Heart of Darkness” (1975), Hopes and Impediments içinde, (New York: Anchor Books, 1989), s. 17.
- 23 Bu mesele için bakınız; Doug Saunders, “The real reasons why migrants risk everything for a new life elsewhere,” The Globe and Mail içinde, 24 Nisan 2015’te yayımlanıp 25 Mart 2017’de şurada paylaşıldı; https://www.theglobeandmail.com/news/world/the-real-reasons-why-migrants-risk-everything-for-a-new-life-elsewhere/article24105000/. Bu “araştırmacı” gazetecilik olduğu iddia edilen faaliyette Mr. Saunders’ın aklına -hiçbir surette- Afrika’yla Avrupa’nın çarpık ekonomik ilişkisi (ki bu ilişki acımasız, sömürgeci geçmişe ve aynı derecede zalim yeni sömürgeci şimdiye dayanır) sorusu gelmemiş. Bu ilişki Afrika’yı Avrupa’ya bağımlı kılar ve onun “kıtalararası tekne insanları” dediği şeyin de kaynağıdır. Mr. Sounders’a göre; “insanların bu, bir oraya bir buraya akışı on yıllardır kıta ekonomisinin bir parçasıdır.” Gerçekten de öyle! Peki bu durum “doğal” bir durum mu?
- 24 Ousmane Sembene, The Last of the Empire (London, UK: Heinemann Educational Books, 1983), s. 135.
- 25 Frantz Fanon, Les damnés de la terre, s. 305.