NESNE VE İLİŞKİ – DİJİTAL NESNELERİN İNCELENMESİ GİRİŞİMİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Facebook, Twitter ve e-mail hesaplarımızla; resimler, linkler, durum güncellemeleri ve yorumlar gibi girdilerle uğraşırken bugün veri diye adlandırdığımız tüm bu şeyler nedir? Ayrıca, kolayca gözlemleyebileceğimiz üzere, aslında çok daha fazla veriye sahip oluyoruz ve fiziksel varlıklar da giderek veri hâline gelme sürecindeler; e-kitaplarımız var mesela, “şeylerin interneti” var, bunlarla bir RFID (Radyo Frekansı ile Tanımlama)’e ulaşmak suretiyle veya başka araçlar sayesinde fiziksel varlıklara dijital bir kimlik verilebiliyor. Bunun iki genel işleyiş tarzı var ki ben bunlara şeylere veri olarak kimlik kazandırma ve verilere şey olarak kimlik kazandırma diyorum. Bunlar iki farklı değer düzeninde dururlar; biri veriden nesneye yönelmişken diğeri de nesneden veriye dönüktür. Kitabımda inceleme nesnelerimi “dijital nesneler” olarak bu ilk düzenle özdeşleştirdim. Bunlar hem soyut hem de somut olarak nesnelerdir; somutturlar, zira aygıtlarımızı kullanırken bunlarla her zaman karşılıklı etkileşim içindeyizdir. Soyutturlar, zira bunlar belirli bir nesnelliğe göre düzenlenmiş verilerdir. Buradaki nesnellik iki anlamdadır; rastgele verilerden değil de nesneden gelir ve farklı özneler tarafından paylaşılabilir. Burada, dijital nesnenin neye benzediğine dair bir izlenim edinebilmenizi sağlayacak, oldukça basit bir dijital nesne örneği vardır. Bu da bir arkadaşın arkadaşı diyebileceğimiz bir ontolojidir. Bu kelime filozofların kulaklarını tırmalayabilir, ayrıca bazı Heideggercilere göre bunu, esasen ontik olduğu için, ontoloji diye adlandırmaktan daha kötü bir şey yoktur. Adlandırma aynı şekilde Brentano, erken dönem Husserl ve Ingarden’ın biçimsel ontoloji çizgisinde çalışan analitik felsefecileri de rahatsız edecektir.

    Burada bir kez daha geriye dönüp şunu ortaya koymamız gerekiyor; bunlar mantıksal bir beyan oldukları gibi, aynı zamanda esas olarak veridirler. Peki veri nedir? Veri; verili, verilen şey demektir ve bunu karşılayan Fransızca kelime donnée hâlâ bu anlamı korur. Fenomenolojik soruşturma, mesela Hume’dan Husserl’e kadar, aynı zamanda verili de olan verinin örgütlenişiyle ilgilidir. Husserl’in Formal and Transcendental Logic (Biçimsel ve Transandantal Mantık) kitabı üzerine olan meşhur çalışmasında Suzanne Bachelard mesela hem Gegebene hem de Daten kelimelerini donnée ile karşılamıştır. Peki, veri kelimesi 20. yüzyılın ortasında yeni bir anlam kazanmışken, yani bilişimsel enformasyon ve karşılıklı etkileşim hâlinde olduğumuz teknolojik çevre gibi anlamlar kazanmışken; bu yeni anlam asli olarak Husserl’in yüklemleme öncesi deneyim [pre-predicative experience] dediği şeyden oluşan “verili”nin anlamını yerinden etmişken algı ve bilişle genel olarak uğraşan fenomenolojik veya felsefi soruşturmalarda bu neye işaret eder? Öte yandan, en başta dijital nesneleri anlamadan bu soruları soruşturamayız.

    Dijital nesneler söz konusu olduğunda ortaya şu sorular çıkıyor; bunlar nasıl varlığa geliyorlar ve hangi yolda var oluyorlar? Filozoflar yıllardır nesne odaklı, nesneye yönelmiş felsefeden söz ediyorlar, ancak onların açımladıkları nesneler daima modernite öncesi nesneleridir. Örneğin birçok durumda, mesela Platon örneğindeki gibi sandalyelerden veya biraz ileri zamanlar için Hume örneğinde bilardo toplarından, daha yakın zamanlar için de Heideggerci tarzda çekiçten söz ediliyor. Nesneleri bu şekilde genelleme ve onlara “içlerine çekilme” gücü “bahşetme” eğilimine, Kantçı “Das Ding an sich” kavramını -ama yalnızca olumsuz kullanımını tekrarlayarak- yeniden canlandırmak suretiyle onların karmaşıklığını basitçe sınırlamaya karşı çıkmamak oldukça zor. Dijital nesnelere dair incelememde benim görevim iki hedefin peşinde; ilk olarak bunların varlıklarının ontolojik açıdan hesabını vermek ki bu da sonuç olarak dijitallik olgusu ışığında yeni bir nesne kavrayışı tanımlar; ikinci olarak da bireyleşme ve bireyleştirme meselesi üzerinden dijital nesnelerin teknolojik işleyiş zeminindeki doğuşunu anlamak.

    O hâlde, benim doğal, teknik ve dijital nesneler şeklinde gönderme yapacağım nesneler arasındaki sürekliliğe ve süreksizliğe bakmak zorunludur. Doğal nesnelerle, nesneleri özlerini kavrayarak anlama yolunu kastediyorum; mesela karşımızda duran elmayı veya mikrofonu biçimleri ve işlevleriyle bilmek gibi. Teknik nesneler konusunda ise önceki örneklerimize; masa, bilardo topu ve çekiç örneklerine işaret edebiliriz. Bu nesneler günlük yaşamlarımızda karşılıklı etkileşimde olduğumuz nesnelerdir. Bunların her biri Heidegger’in ilişkiler bağı [Bezugszasammenhang] dediği şeyden oluşur. Mesela bir çekici kullanırken onun biçimini veya özünü dikkate almayız, çekici bunları zaten biliyormuşuz gibi kullanırız, çünkü tüm göndergesel ilişkilerin bir bütünlüğü içindeyizdir. Ancak öte yandan, burada Gilbert Simondon’u izleyerek teknik nesnelerin oluşunda bir somutlaştırma sürecinden söz edebiliriz. Zira teknik nesnelerde başka bir ilişkiler biçimi, yani biçimsel ve nedensel ilişkiler vardır. Bunu Simondon’un somutlaştırma dediği şey üzerinden ortaya koymama müsaade edilirse, teknik nesnelerde somutlaştırma onların işleyişindeki nedensel ilişkilerin keşfedilmesi ve maddileştirilmesidir. Mesela buhar makinesine baktığımızda söz konusu ilişkilerin dişliler, tekerlekler ve makaralar gibi şeylerin fiziksel teması aracılığıyla gerçekleştiğini görüyoruz. Yine elektronik âletlere baktığımızda, mesela transistorda bu ilişkilerin elektronların teması aracılığıyla ve dijital nesnelerde veriler aracılığıyla gerçekleştiğini görüyoruz.

    Biçim, ilişkiler bağı ve somutlaştırma sorunu dijital nesnelerde tanımlayabileceğimiz sürekliliklerdir, ancak öte yandan burada süreksizlikler de söz konusudur. İlk olarak, daha önce söylediğim gibi, değinmek zorunda olduğumuz yeni bir maddilik türü vardır; ikinci olarak dijital nesneler tamamen bir töz yokluğu sergiler. Mesela verilerin bu topluluğuna baktığımızda tamamen yüklemlerden kurulduğunu görürüz ve bu yüklemleri aldığımızda ortada hiçbir şey kalmaz. Aslında onlar yalnızca verilerdir. Sonrasında şöyle sormak isteyebiliriz; veriler tam olarak nedir ve verilerde bir töz, mesela onların biçimleri var mıdır? Bu kadim metafizik sorularından kaçamayız, ama öte yandan bu sorulara, onları hem felsefe hem de teknoloji tarihine yerleştirerek yanıt vermemiz de gerekmez. Benim çıkış noktam töz sorunundan ayrılmak ve teknik nesneler konusunda Heidegger’i ve Simondon’u yeniden okuyarak ilişkiler sorununu açıklamaktır. Bu yaparken şunu biliyorum; Heidegger Varlık ve Zaman’ın ilk bölümünde ilişki kuramını reddetmişti ve Simondon her ne kadar asli tezi olan L’individuation à la lumière des notions de forme et d’information’da (Biçim ve Enformasyon Kavramları Üzerinden Bireyleşme) ilişkilere varlık adı verse de tamamlayıcı tezi olan Du mode d’existence des objets techniques’de (Teknik Nesnelerin Varoluş Tarzı) bunları açıkça izah etmekten kaçınmıştı.

    İlişki meselesinde kesinlikle, Graham Harman’ın nesne odaklı ontolojisinden bir ayrım yapmak istiyorum. Evvela, Harman, Heidegger’de bulabileceğimiz yeni bir tözün var olduğunu iddia ediyor. Harman’ın bu iddiasını reddetmek istiyor ve felsefenin “töz fetişizmi”nden kurtulması gerektiğini söyleyen Peter Sloterdijk’e katılıyorum. İkinci olarak, Harman, Heidegger’in “el altında” diye adlandırdığı şeyin işleyeceği bir “çekilmenin” var olduğunu iddia ediyor. Mesela çivi çakmak için elime bir çekiç aldığımda bu nesne kendini tüm ilişkilerden çeker. Oysa ben aksine inanıyorum, yani Heidegger’in el altında olanı (Zuhandene) ilişkiler bakımından oldukça zengin bir varlıktır. Öte yandan bu ilişkilere yalnızca fenomenolojinin bakış açısıyla bakmamalı, ayrıca bu ilişkileri teknolojik işleyişteki yerlerine de yerleştirmeliyiz. Heidegger’in sözünü ettiği Umgang ve Jakop von Uexküll’ün Umwelt’ine üstü kapalı gönderme yapan şey ilkel çevrelerden yalnızca biri olduğuna göre yalnızca bir çekici değil otomatik bir makineyi de ele almalıyız.

    Töz ve İlişkiler

    Öyleyse varlık ile ilişki arasındaki ilişkiye nasıl yaklaşacağız, bu kuracağımız ilişki bir zemin mi yoksa zeminsizlik mi? Bizzat Aristoteles’in de ortaya koyduğu, töz ile göreli [relative] arasındaki ikilemi anlamak için Aristoteles’in Kategoriler’ini kısaca gözden geçirmek istiyorum. Kategoriler’de Aristoteles töz ve ilinekleri (arızları) tanımlar, ve ilinek (arız) varlığı ve yokluğu bir şeyin tözüne etki etmeyen şey anlamına gelir. Oluş ve Bozuluş Üzerine’de (De Generatione et Corruptione) bir elmanın yeşilden kırmızıya döndüğünde ortada niteliksel bir değişim olduğunu ama elmanın elma olarak kaldığını görüyoruz. Ama ortada niteliksel olmayan bir değişim varsa nesne artık var olmamaktadır, mesela bir masa yanıp kül olduğunda yok olmaktadır. Aristoteles Kategoriler’de göreli (ta pros ti) dediği şeyi şöyle tanımlıyor;

    “Başka bir şeye ait veya başka bir şeyle ilişkili olan, başka bir şeye gönderme yaparak açıklanan şeylere göreli denir.”

    Eğer burada Aristoteles mantığını izlersek şu üç noktayı çıkarsayabiliriz; 1) ilişkiler, tözle ilişkili olan ögelerdir, 2) tözle ilişkili olan ögeler ilineklerdir, 3) töz bir ilişki değildir. Buradaki temel soru şudur; “başka bir şeye gönderme yaparak açıklanan” ne demektir, bu, bir şeyin varlığının başka bir şeye bağlı olduğu anlamına mı gelir? “Göreli”ye ayırdığı bölümün sonlarına doğru bizzat Aristoteles’in de kuşkuya düştüğünü görüyoruz:

    “Aslında, şayet göreliye dair tanımımız eksiksizse hiçbir tözün göreli olmadığını kanıtlamak -imkânsız değilse de- çok zordur. Öte yandan eğer tanımımız eksiksiz değilse, eğer bu şeyler yalnızca, dışsal bir nesneyle ilişkili olmanın varoluşun zorunlu bir koşulu olması durumunda doğru biçimde göreli diye adlandırılabiliyorsa belki de söz konusu ikilemin bir parça açıklaması bulunmuştur.”

    Aristoteles’in bu ikilemi skolastik gelenekte fazlasıyla çözümlenmiştir. Bu gelenekte Albertus Magnus, Aegidius Romanus ve Henricus Gandavensis gibi filozoflar arasında ilişkinin doğasına dair birçok tartışma bulabiliyoruz. Burada şöyle bir özet yapabiliriz muhtemelen; ilişki iki ana kategoriye göre ele alınıyordu; relationes secundum dici, yani konuşmaya göre ilişki ve relationes secundum esse, yani varlığa göre ilişki. Varlık ilişkisel olduğuna göre ve dolayısıyla töz kavramı, eğer yalnızca psikolojik bir ihtiyaç değilse gereksiz gibi göründüğüne göre bu ikinci ilişki türü asla gerçekten çözülmüş bir sorun değildir. Bu, David Hume’un getirdiği bir kanıttır, kanıt gayet basittir; tözün bir ideasına veya izlenimine sahip olmadığımıza göre onun var olmaması mümkündür ve biz de onu boşa çıkartabiliriz. Hume’un tözü reddi iki ana çıkarıma dayanıyordu; ilk olarak, bir nesnenin mahiyeti yalnızca, ilkeler, yakınlık, benzerlik ve nedensellik altındaki ilişkiler birliğinin bir sonucudur; ikinci olarak, daha sonra Kant’ın şekillendirdiği gibi, duyusal veriler kavramlar yerine ilişkiler tarafından organize edilir. Öte yandan Hume bahsinde, bu ilişkilerin gerçek ilişkiler olduğunu, yalnızca zihinsel karşılaştırmaların sonuçları olmadıklarını eklemek zorundayız. Mesela “Simmias Sokrates’ten daha uzundur” dediğimizde eğer Simmias ve Sokrates var olmasalardı bile “-den uzun” [kavramı/ilişkisi] var olurdu.

    Töz-ilinek yapısına dair benzer bir eleştiri de matematikte gerçekleşmiştir. Zira özne-yükleme dayanan tür önermeleri, ilişkisel önermelerin altını oymuştur, dolayısıyla tıpkı Aristoteles’in kategorileri gibi ilişkiler de yüklemler olarak görülmüştür. Mesela “[şu] elma yeşildir,” dediğimizde bu bir tür önermesidir. Ancak “A elması B elmasından daha büyüktür,” dediğimizde “daha büyüktür” A’nın veya B’nin yüklemi değildir. Bernard Russell bu konuda oldukça eleştireldir ve Matematiğin İlkeleri kitabının 24. bölümünde Peano, Schröde ve Pierce’i şöyle eleştirir;

    “[…] onların yöntemi teknik olarak şundan maluldür (yöntemlerinin bu durumdan felsefi olarak malul olup olmadığını burada tartışmıyorum); onlar bir ilişkiyi çiftlerin bir sınıfı, türü olarak ele alıyorlar, bu yüzden tekil ilişkilerle uğraşırken toplama formüllerini açıklamaya ihtiyaç duyuyorlar. Bu görüş bence, belki de bilinçsizce, felsefi bir hatadan çıkıyor; bu hata ise ilişkisel önermelerin tür önermelerinden (ya da tür önermelerinin âdet olarak karıştırıldığı özne-yüklem önermelerinden) daha az kesin olduğunu iddia etmenin alışkanlık hâline getirilmesidir ve bu da ilişkileri bir ‘tür’ çeşidi olarak görme arzusunu doğurur.”

    Aynı bölümde Russell ilişkisel kalkulus dediği bir şey ileri sürer ki onun biçimi basitçe şöyle ortaya konabilir; A, B ile, ilişkinin doğasını belirleyen bir ilişki grubuna göre ilişkilidir. Bu ilişkisel kalkulus daha sonra matematikte daha da geliştirilecek ve matematikçi Edgar Todd’un keşfettiği ilişkisel veri tabanının kuramsal inşasında kullanılacaktır. Elbette Russell’ın ilişkisel veri tabanı kavrayışına dair eleştirisinden beri uzunca bir tarih, felsefe tarihinde erişebileceğimiz ilişkisel düşünme tarihi söz konusudur ki bu düşünme türünün tözü düşünme yerine ilişkisel düşünme olduğunu belirtmek yeterlidir. Mesela bu düşünme tarzını, hiç de tesadüf olarak değil, Whitehead’in eserinde, özellikle The Concept of Nature’da (Doğa Kavramı) bulabiliriz.

    İlişki sorununa erişme ve onu tözselcilik ve indirgemecilikten kurtarma denemesi nesneye dair yeni bir anlama yolu öne sürer ve bu deneme dijital nesnelere dair mümkün bir kuramı oluşturmanın hesaplanmasında epistemolojik bir kavrayışa dayanır. Eğer varlığın ilişkisel olduğunu söyleyebilirsek bu noktadan kalkıp nesnelerin ve burada ilgilendiğimiz dijital nesnelerin bireyleşmeleri hakkında olduğu gibi bireyleştirilmeleri hakkında da konuşabiliriz. Bu iki kavram, kitabımın iki ana muhatabından biri olan Gilbert Simondon’dan geliyor; her ne kadar onun tüm terminolojisini aynen kullanmaktan bilerek kaçınmayı denesem de. Simondon’un aynı zamanda tözselci olmayan bir düşünme öne sürmesi şaşırtıcı değildir, çünkü tözselci yaklaşım bireyleşme işlemini, zaten bireyleşmiş bir gerçekliği onun zemini olarak öne sürmek suretiyle baltalar. Hatta Simondon Kant’ın numen’inin tözsel bir şey olmadığını, aksine esasen ilişkisel bir şey olduğunu öne sürer.

    Tamamlayıcı tezi olan On the Mode of Existence of Technical Objects’de Simondon teknik nesnelerin bireyleştirilmesi dediği şeyi tartışır. Ancak diğer yandan o, asli tezi olan L’individuation à la lumière des notions de forme et d’information‘da bireyleşme kavramını yalnızca fiziksel, canlı ve psişik varlığa tahsis eder. Bireyleştirme ve bireyleşme arasındaki fark şöyledir; asli tezinde bireyleştirme bedensel özelleşme ve fiziksel tasarlama olarak tanımlanırken bireyleşme ise gelen enformasyon tarafından tetiklenen ve böylece sorunun çözümü olarak transdüktif bir yeniden yapılandırmaya neden olan -dolayısıyla artık birey olarak kabul edilen ve kuantum sıçraması olarak sunulan- bir süreç şeklinde tanımlanır. Simondon’un kullandığı en basit örnek kristalleşmedir. Kristalleşmede fazlasıyla doyuma ulaşmış eriyik gelen enformasyon tarafından -ki bu ısı olabilir- etkin hâle getirilir ve bu tohumlar bir yarı dengeli duruma ulaşıncaya kadar ilerleyerek yayılmaya başlarlar. Burada spekülatif bir soru doğuyor; dijital nesnelerin ve hatta teknik nesnelerin -Simondon’un çalışmasında açık kapı bıraktığı- bireyleşmeleri hakkında konuşmamız mümkün mü? Asli tezinin birinci sayfasında Simondon bir tuğlanın bireyleşmesini tartışır, ama bir yandan da bu tuğlayı teknik bir nesne olarak adlandırmayıp fiziksel bir varlık olarak adlandırır. Simondon’a göre tamamlayıcı tezinde tartıştığı teknik nesnelerin diyot, triyot, transistor, radyo, televizyon ve çağının endüstriyel nesneleri gibi kuantum mekaniğine dayanan başlıca teknik nesneler olması anlaşılabilir bir durumdur. Bu durum ayrıca bireyleşme ve bireyleştirme sorununun yeniden ele alınacağı bazı boşlukların var olduğu anlamına gelir.

    Bireyleştirme ve Bireyleşme

    Dijital nesnelerin bireyleşmesine dair bir kuram geliştireceksek Simondon’un ilk çalışmasında taslağını sunduğu birey-öncesi, bireyleşme ve bireyleşmişe dair kurama ihanet etme tehlikesi göze alınacaktır. Bu kurama göre; birey-öncesi gerçeklik hiç tükenmeyecek biçimde apeirondur ve dolayısıyla bir başka bireyleşmenin meydana gelmesine olanak tanır. Öte yandan Simondon’un bir kenara koyduğu bazı ilkelere dayanan böyle bir kuramı oluşturmak ve bunu Heidegger’in yaptığı dünya-da-var olmak çözümlemesiyle desteklemek mümkündür. Burada maksat dijital nesnelerin bireyleşmeleri ve bireyleştirilmeleri kavramını bitirmek değildir ve zaten bu mümkün de değildir, zira Simondon da teknik nesneler meselesini bitirememişti. Onun yerine burada maksat bu meselelerin soruşturulması için bazı geçitlere işaret etmektir. Önce bireyleştirme ile başlayacağız.

    Kitabımda dijital nesnelerin ortaya çıkışını, bu nesnelerin bireyleştirilmesinin izlerini işaret dillerinin gelişimi tarihinde sürerek göstermeyi denemiştim. İşaret dilleri verileri bir şemaya göre düzenlemek için kullanılan yapısal kelime hazineleridir; yukarıda gördüğümüz örnekte bir temasın yapısal bir temsilidir mesela. İşaret dillerinin ilk işlevi uygunluk sorununu çözmektir, zira iki yazılım yalnızca, işledikleri veriler aynı yapı ve semantikte olursa birbirleriyle iletişim kurabilirler. 1960’larda IBM’de GML’nin icadı farklı yazılımlar arası iletişim sorununu çözme girişimiydi. GML’nin icadından kalkıp bugün, HTML1-5, XML, XHTML1.0, 2.0 aşamalarını geçen, semantik web dediğimiz şeye gelirsek dijital nesnelerin somutlaşma sürecini keşfederiz. Bu da şu anlama gelir; söz konusu süreç verinin nesnel olarak tanımlanmasından kalkıp verinin nesneleştirilmesine doğru işler. Bu süreçte nesnellik ve nesne-arası ilişkileri oldukça arı hâle gelmiştir. Semantik web hareketi, Webin mucidi Tim Berners-Lee tarafından yapılanmış verinin webini (ağını) karakterize etmek için 2001’de tasarlanmıştır. Bu durum bazı faillere, yani Web çapında enformasyonu kendiliğinden aratıp sentezleyecek uygulamalara, programlara olanak tanıyacaktı. 2001’den bu yana sözde web ontolojilerine dair giderek daha çok şey duyuyoruz. Heidegger’in ontik dediği bu ontolojilerin ontolojik olana karşıt olmadığını; bunun yerine ontolojik farkı iki ayrı değer düzeni olarak kavramamız gerektiğini; önümüzde duran felsefi görevin de bir çözüme ulaşmak için, yani bizzat düşünmenin bireyleştirilmesine varmak için onların uyumsuzluğuna aracılık etmek olduğunu kitabımda göstermeye girişmiştim.

    Ontoloji hakkındaki sorun bizi biçimler sorununa geri gönderiyor, çünkü bu ontolojiler esasında teknik bir şema olarak işleyen ve içeriği belirleyen, nesnenin hylēsi diyebileceğimiz biçimlerdir. Bu sezgisel, madde biçimci düşünme tarzı Simondon tarafından iki ana nedenle eleştirilmiştir; ilk olarak, madde biçimcilik, bireyleşmenin aslında farklı failler arasındaki enformasyon işlemi olduğunu görmezden gelir. Mesela tuğla yapımı yalnızca, kili kalıba dökmek gibi maddeye biçim vermek olarak görülürse birden çok etkeni -çalışanın elleri, kalıbın iç duvarındaki baskı, kilin nemi gibi- içeren enformasyon süreci göz ardı edilme durumundadır. İkinci olarak, madde biçimcilik zaten bireyleşmiş bir biçimi varsayar. Yani tıpkı tözsel atomculuk gibi o da bireyleşmeyi zaten bireyleşmiş bir gerçeklikle açıklamak ister. Dijital nesnelerin bireyleşmesini açıklamak için teknik gelişimde zorunlu olarak bulduğumuz biçim sorununu yeniden gözden geçirmemiz zorunludur. Bunu yapabilmek için de ontolojileri basitçe biçimler olarak görmeyip ilişkinin -bir ontolojide önden varsayılmış ilişkilerin ve aynı zamanda farklı ontolojiler arasındaki iletişimde üretilmiş ilişkilerin- kaynağı olarak görmeliyiz.

    Ancak öte yandan buraya kadar tartıştığımız ontolojiler yalnızca, benim söylemsel ilişkiler dediğim ilişkilerdir. Bu ilişkiler relationes secundum dicinin yeni bir ifadesidir, yani onlar konuşma kabiliyetine göre üretilmişlerdir. Adı, açıkça teknolojinin işleyiş diliyle ilişkili olan semantik web, webde ilişkileri açık hâle getirme girişimiydi. Bu ilişkileri sentaksa karşıt olarak yalnızca semantik diye adlandırmak veya John Searle’ün meşhur Çin Odası deneyinde eleştirmeye giriştiği şekilde onların yalnızca sentaks olup semantikle hiç ilgilerinin olmadığını söylemek yanlış anlama olacaktır. Çünkü makineler için hem semantik hem de sentaks yalnızca ilişkilerdir ve Google translate bugün kötü bir çevirmenden daha iyi çeviri yapabilse de dili semantik ve sentaks üzerinden gerçekten anlayamaz. Hatta daha genel bir beyanda bulunup bilim ve teknolojinin çoğunlukla biçimsel ve nedensel ilişkiler olan söylemler ilişkilerin keşfi ve somutlaştırılmasıyla ilgilendiğini söyleyebiliriz. Fransız mühendis Jean-Marie Claude Guimbal tarafından icat edilen ve Simondon’un sık sık alıntıladığı Guimbal türbini örneğini ele alalım. Guimbal motorundan önce türbinler aşırı ısınma sorunuyla maluldü ve bu yüzden kendilerini yakıyorlardı. Guimbal’in tasarımı motoru suyun, mesela bir nehrin içine koymaktı. Böylece nehir motorun itici gücü olarak iş görebilecek ve aynı zamanda aşırı ısınma sorununu çözen, soğutucu etken olarak hizmet edebilecekti. Nehir, Simondon’un türbinin birleşmiş çevresi diye adlandırdığı şeydir; tekno-coğrafi çevredir. Guimbal’in icadı makine ve çevre arasındaki ilişkinin böylesi bir keşfi ve somutlaştırılmasıdır ve nehri, bir bileşen olarak koymaksızın makinenin işleyişinin bir parçası olarak etkili biçimde olaya katar.

    Az önce gönderme yaptığımız ve fenomenologlara göre saf biçimde ontik olan web ontolojileri de aynı şekilde, mucitlerinin bilinci dışında, webin uzamsallığını kuran söylemsel ilişkilerin kaynaklarıdır. Gördüğümüz gibi dijital nesnelerin bireyleştirilmesi dünya-da-var olma tarzına, bir teknik sistem diye adlandırabileceğimiz bir müdahaledir. Bu noktada varoluşsal ilişkiler dediğim ve bu kitapta tam olarak açıklamadığım kavramı takdim etmek istiyorum. Varoluşsal ilişkiler relationes secundum essenin yeni bir ifadesidir. Bu ilişkileri söylemsel ve varoluşsal ilişkiler olarak yeniden tanımlamak durumundayım, yalnızca teolojik bir tartışmadan kaçınmak istediğim için değil aynı zamanda onları Heidegger ve Simondon okumama uydurmayı istediğim için. Varoluşsal ilişkilerle biçimsel ve mantıksal olanı aşan, aynı zamanda dünyanın zamansal deneyimini özsel olarak kuran ilişkileri kastediyorum. Böyle bir dünya birlikte yaşadığımız nesnelerce kurulur ve bundan dolayı söylemsel ilişkiler varoluşsal ilişkilerle faaliyete girer. Öyle ki söylemsel ilişkiler varoluşsal ilişkileri bitirme eğilimindeyken aynı zamanda onların yeni biçimlerini üretirler. Zaman hem söylemsel ilişki olabilir, mesela saat zamanı, mantıksal zaman gibi; hem de dünya-da-var olmanın koşulu olan varoluşsal bir ilişki olabilir ki buna da topolojik zaman diyebiliriz.

    Şimdi, teknik nesnelerin dünyadaki yerlerini belirlediğimizde onların bireyleşmeleri hakkında konuşabiliriz, zira nesne kendini söylemsel ilişkilerin biçimselleştirilmesi aracılığıyla bireyleştirir ve nesne kendini dünyayla olan ilişkilerini yeni bir şema çizme ve özelleştirmeye göre farklı kılarak bireyleştirir. Başka deyişle nesne kendini diğer varlıklarla ilişkilerini her karşılaşmada yeniden yapılandırarak tekilleştirir; nesne neliğini, mahiyetini yalnızca öz-mahiyeti üzerinden değiştirmez, ayrıca diğerleriyle ilişki aracılığıyla da değiştirir. Simondon’un L’individuation à la lumière des notions de forme et d’information’da geliştirdiği ve fiziksel, canlı ve psişik varlığa uyguladığı bireyleşme paradigmasını elbette kullanamayız. Yani bence Simondon teknik nesnelerin bireyleşmesi hakkında konuşmaktan kaçınmıştır, aksi takdirde asli tezini büyük ölçüde değiştirmek durumunda kalacaktı. Öte yandan Gilbert Simondon teknik nesneleri bireyleştirmeyle sınırlama sorununun farkındaydı, zira Du mode d’existence des objets techniques kitabının üçüncü bölümünün başında Simondon’un yalnızca fiziksel somutlaştırmadan söz etmenin yeterli olmadığını, aksine teknikliğin ortaya çıkışı hakkında da konuşmanın zorunlu olduğunu, yani teknik nesnelerin insan ve dünya arasındaki ilişki olarak rollerini dikkate almanın zorunluluğunu kabul ettiğini görüyoruz. Bu ortaya çıkış, gücü devasa taşlar, uzun ağaçlar gibi kilit noktalara göre ağ gibi yapma sayesinde sürdürülen büyü evresiyle başlar. Bu büyü evresi teknik ve din olmak üzere iki yola çatallanır ve söz konusu çatallanmayı da onu tüm alanlardaki kuram-pratik ayrımı izler. Kitabı boyunca Simondon’un Heidegger’i yardıma çağırdığı tek yer felsefi düşünmeyi alan ve uğraşların farklılaştırmalarını aşan, bir yakınlaştırma, yakınsama düşünmesi olarak ele aldığı yerdir. Heidegger’in ve Simondon’un yakınsama kavramları arasındaki benzerlik tartışılabilir, ancak bizim buradaki amacımızdan dolayı en azından şunu söyleyebiliriz; Heidegger teknolojinin her yanı ağ gibi sarmasının ötesinde bir yakınsama peşindeydi ki bu da Simondon’un akıl yürütmesinde oldukça önemlidir. Zira Heidegger’e göre modern teknoloji varlık sorununu tamamen unutarak ayakta duran Gestell’dir, öyle ki burada her şey hazır bekleyen stok hâline gelir. Heidegger Das Ding adlı denemesinde, yeni teknolojik durumu bizi varlıktan uzaklaştırma biçimi olarak eleştirirken şöyle yazar:

    “Büyük mesafelerin kaldırılmasının sonucu olarak şimdi burada ne oluyor, her şey eşit şekilde uzak ve eşit şekilde yakın mı? Hiçbir şeyin uzak veya yakın olmadığı, sanki her şeyin mesafesiz olduğu bu tekbiçimlilik nedir? Her şey, hep birlikte mesafesizlik tekbiçiminde bir araya toplanıyor. Her şeyin mesafesizlikteki bu kaynaşması her şeyin infilak etmesinden daha tüyler ürpertici değil mi?”

    Das Ding adlı denemenin bir dörtlüye toplanarak sona erdiğini biliyoruz; gök yüzü, yer yüzü, ölümlüler ve Tanrı. Simondon’a kıyasla Heidegger ontolojik farklılıklar arasındaki, iki farklı değer düzeni arasındaki gerilimi çözmeye girişmemiş, bunun yerine o, metafiziğin sibernetik olarak başarısından sonra, yeni bir başlangıç olarak yeni bir düşünme yolu teklif eder. Simondon ise başka bir önemli atılım biçimi; düşüncenin kendini ontik ve ontolojik arasındaki uyuşmazlığın çözümü olarak özgünleştireceği ve ontogenesis adını taşıyacağı bir atılım biçimi üretir. Öte yandan Simondon’un tasvir ettiği teknik nesneler dünyası dijital durumda değişmiştir, çünkü insanlığın ağ gibi olma tarzlarına bağlanma yeteneği telekomünikasyon ağının icadından sonra muazzam değişmiştir. Du mode d’existence des objets technique’de şunları okuyoruz:

    “Kişi âletleri veya araçları değiştirilebilir, tek başına bir âleti yapabilir veya tamir edebilir ancak ağı değiştiremez, tek başına bir ağ oluşturamaz. Kişi ağ ile yalnızca bağlantı kurabilir, onu benimseyebilir, ona katılabilir; ağ tekil varlıkların eylemine hükmeder ve onları ihata eder [enserer], ağ hatta tüm teknik birliklere hükmeder.”

    Dijital teknoloji birden çok ağ olma biçimine olanak vermede başarılı olmuş gibi görünüyor ki bu ağ olma biçimleri de nesnelerin ve insanların dünya-da-var olma tarzını ilişkiler örgütlemenin yeni biçimleri sayesinde temelden değiştirir. Yeni bir ağ olma biçimi oluşturmak için internete bağlı bir bilgisayara ulaşmak herkes için mümkündür ve bu da Simondon’u sözü edilen bağlamda tartışmayı sürdürmemiz için bir çağrıdır. Ayrıca ben Jacques Ellul’ün 1977’de yayımladığı Le système technicien kitabında Simondon’u çözümlemeye devam ettiğine ve teknik nesneler hakkında bir söylevden kalkıp teknik sistemlere, enformasyon sistemi veya çağımızın webi adını taşıyan sistemlere geçtiğine inanıyorum. Bilgisayarın verileri işletme becerisi -ki böylece tekrar veriler meselesine geri dönmüş oluruz- Ellul’e göre bu türden bir teknik sistemin; içinde, veri işletme teknolojisiyle gerçekleştirilen yeni tarzda maddiliğin ve farklı değer düzenlerinin bulunduğu bir teknik sistemin inşası için anahtardır.

    Teknik sistem, dijital nesnelerin yanında bir de kullanıcılar, algoritmalar ve diğer bileşenlerden oluşur. Aslında dijital nesnelerin bireyleştirilmesine gönderme yaparken algoritmadan söz etmek mümkün değildir, çünkü algoritmalar dijital nesnelerin krono-topolojisini kısmen belirlerler. Dijital nesnelerin krono-topolojisi onların görünüş durumlarıdır; yani onların zamansal ilişkileri bakımından kronoloji ve nerede, kime, ne olarak göründükleri anlamında topolojidir. Başka ifadeyle o, dijital nesnelere birleşmiş bir çevre verir. Bu bakış açısına göre dijital nesneler teknik nesnelerden, mesela fabrikalardaki makinelerden daha devingendir, çünkü bu makineler her günkü işleriyle tanımlanırlar. Dijital nesnelerde ise veriler üzerinden sürekli genişleme söz konusu olabilir ta ki nesnenin artık evrimini durdurduğu, yani tamamen unutulup karanlıklara karıştığı ana kadar. Algoritmalar birer üst-ağ olma biçimleridirler, yani webdeki dijital nesnelerin ağ oluşlarını meydana getirirler. Onlar, bu yazının en başında değindiğimiz “verilinin” başka bir biçimini meydana getirirler. Ancak öte yandan algoritmaların da veriler olduklarını belirtmeliyiz, onlar sayıların işlemidir; bunun 0 veya 1 olması zorunlu değildir, Gödel numaralaması olarak bildiğimiz şey de olabilir. Burada bireyleştirme sorununu siyasallaştırmak zorundayız, zira Simondon’a göre bireyleştirme bireyleşen varlık ile gelen enformasyonun rastlantısal karşılaşmasınca tetiklenir. Dijital nesnelerde ise bu karşılaşma sabit olarak yerleştirilmiş prosedür ve istatistikler aracılığıyla hüküm verildiğinden dolayı çok daha programlıdır. Karşımızda duran tehlike bana göre an itibariyle gerçekleşen, bu türden bir teknik sistemin tamamlanışıdır. Teknik sistemde ele alındığında karşılaşmaya özgünlük yükleyen rastlantısallık giderek daha fazla yıkıcı hâle geliyor. Simondon’un estetik düşünme karşısında öncelik yüklediği felsefi düşünme yeni meselesiyle karşılaşıyor; yani insançağı (anthropocene) diyebileceğimiz, esasında devasa bir teknik sistem olan bu yeni çağda teknolojik işleyişin sınırlarını ve yabancılaşmama imkânını teşhis etmek.

    Simondon’un görüşünü takip edersek dijital nesnelerin bireyleşmesi hem ontolojik hem de epistemolojik açıdan, doğrulanabilir bir felsefi soru hâline gelir. Felsefi düşünme teknik gerçekliği yadsımadan yakınsama sorusunu tekrar nasıl açabilir? Mantık hakkındaki kitabımın üçüncü bölümünde, dijital nesnelerin hangi türden yapılandırılmasının bu yakınsama amacı için daha arzu edilebilir olduğunu kavramak adına Husserl ve Heidegger’in biçimsel mantık eleştirilerini yeniden okuma aracılığıyla bu soruya yanıt vermeye girişmiştim. Simondon’un Du mode d’existence des objets technique kitabının üçüncü bölümünde ortaya koyduğu belirsiz öneri aynı zamanda teknik sistemin fiziksel olarak somutlaştırılmasından daha geniş bir araziye, kozmosa kaçışa işaret eder. Simondon’un tamamlayıcı tezinin danışmanı Georges Canguilhem’i şaşırtan bu bölüm, Jean-Hugues Barthélémy‘e göre tam gelişmemiş bir tasarı olarak görünürken aynı zamanda yeni bir teknik kavramsallaştırmasına, dileyenin bir cosmo-poiesis diye adlandırabileceği şeye yeni ışıklar tutmuş gibi görünür. Bu bölümün tartışmasını ikinci kitabıma, The Question Concerning Technology in China – an Essay in Cosmotechnics‘e bırakıyorum.

    * Dr. , Lüneburg Leuphana Üniversitesi Dijital Medya Araştırmaları Bölümü