NIETZCHE’NİN KÂMİL İNSANI ÜZERİNE YA DA ZERDÜŞT’ÜN KARŞILAŞMALARI: DEVENİN RUHU, ASLANIN AZMİ VE ÇOCUĞUN HAYALİ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İnzivanın bittiği yerde pazar meydanı başlar ve pazar meydanının başladığı yerde büyük artistlerin gürültüsü ve zehirli sineklerin vızıltısı başlar (…) Arz, yeni değerler inşa edenlerin etrafında döner; görünmeden döner. Fakat halk ve şöhret, artistlerin etrafında döner. Dünyanın gidişi böyledir.

    Böyle Buyurdu Zerdüşt
    Pazar yerinin sineklerine dair.

    Nietzsche’yi Nietzsche yapan zamanının çıkmazlarını iyi okuması ve zamanının ruhuna getirdiği esaslı eleştiridir. Şaheseri “Böyle buyurdu Zerdüşt” ise bunun en güzel örneğidir. Olayın kahramanı Zerdüşt 30 yaşında dağa çıkar ve orada on sene insanlardan uzak tefekkür eder. 40 yaşına gelince bir sabah güneşe: “Ey büyük yıldız, senin mutluluğun neye yarardı, ışığını verdiklerin olmasaydı?” diye seslenerek insanlara hakikati müjdelemek üzere dağdan iner. Ormanda insanlardan ümidini kesmiş ve inzivaya çekilmiş bir ihtiyar ile karşılaşır. Zerdüşt bu isteğinden vazgeçirilmeye çalışılsa da “İnsanları seviyorum. Onlara bir hediye götürüyorum.” diyerek yoluna devam eder. Karşılaştığı ilk topluluğa ise şöyle seslenerek başlar tebliğine:

    “Size üstün-insanı öğretiyorum. İnsan aşılması gereken bir şeydir. Onu aşmak için ne yaptınız? (… ) İnsan bir iptir ki hayvanla üstün-insan arasına gerilmiştir. Uçurumun üstünde bir ip. Tehlikeli bir öteye-geçiş, tehlikeli bir yolda-oluş, tehlikeli bir geriye-bakış, tehlikeli bir ürperiş ve duraksayış. İnsanı büyük kılan, onun hedef değil, köprü oluşudur. İnsanın sevilecek yanı bir geçiş ve batış oluşudur. Severim batmaktan başka yaşam bilmeyenleri, çünkü onlardır öteye gidenler. Severim büyük küçümseyenleri, çünkü bunlardır büyük hürmetkârlar ve karşı kıyıya duyulan özlemin okları.

    Severim batmak ve kurban olmak için, yıldızların ötesinden bir neden beklemeyenleri, toprak bir gün üstün-insanın toprağı olsun diye kendilerini toprağa kurban edenleri. Severim idrak etmek için yaşayanı ve gelecekte üstün-insan yaşasın diye idrak etmek isteyeni. Böylece kendi batışını ister o. (…) Severim ruhu dolup taşanı, bu yüzden kendisini bile unutanı ve her şeyi içinde barındıranı, böylece batışı her şeyi olur onun. Severim ruhu ve kalbi serbest olanları, böylesinin kafası, yalnız kalbinin kabıdır. Fakat kalbi onu batmaya sürükler. Severim insanların üstünde asılı duran kara buluttan tek tek düşen ağır damlaları. Yıldırımın yaklaştığını haber verirler ve öylece yok olurlar. Bakın, ben bir yıldırım habercisiyim ve bulutun ağır bir damlası, bu yıldırımın adı: üstün-insan.”

    Halk dinlemiş gibi yapar, ama aldırmaz ve anlamaz. Umduğunu elde edemeyen Zerdüşt, önce muhatabı olan insanı tanımaya ve tanımlamaya karar verir. İnsanlara ideal olanı anlatarak değil, onlara ayna tutarak hakikati anlatmalıdır. Kendi içinde bulundukları zilleti çarpıcı bir dille aktarırsa istenilen etkiyi yaratacağını umar. Çizdiği idealin karşısında onun zıddı olarak en hakir durumda olan son-insanı konumlandırır. İçinde bir (Chaos) karmaşa ve kargaşa taşımayan son-insan umutsuz ve mutsuzdur oysa‚ “İçinde daha hercümerç olan dans eden bir yıldız doğurabilecektir.” Kendi krizini fırsata dönüştüren özlenene kavuşacaktır. İnsanların helakına günah zannettiklerinden ziyade kendilerini aşmaya ve bulmaya engel olan rehavetleri sebebiyet verecektir. Bu alışkanlığa dönüşmüş rehavetin panzehiri ise üstün-insanın çılgınlığı ile aşılanmak olacaktır.

    Konuşması tekrar daha fazla tahammül gösteremeyen halk tarafından anlayışsızlık ile kesilir. İnsanlar kendi hâllerinden memnundurlar ve bu konuşma onların son-insan olma iştahını kabartmıştır ancak. “Sen bize son-insanı ver, biz de sana üstün-insanı!” diye alaycı gülüşleri bağırışlarına karışır: “Güldüklerinde nefret de ediyorlar. Gülüşleri buz gibi.” Zerdüşt bir tehlikedir onların gözünde. İnsanların alışageldiği hayat için, ve elitlerin hüküm sürdüğü nizam için bir tehlike arz etmektedir. İnsanların vurdumduymazlığı uyarıya karşı vicdanlarını köreltmiştir. Beklentileri yitik, zihinleri bulanık, ufukları kapalı ve kendilerini bekleyen acı sonun farkında değildirler.

    Bütün bunlarla beraber mutluluğun yegâne sahibi olduklarından emindirler. Üstün-insan son-insana değil, son-insan üstün-insana ayna olmuştur: “Senin sessiz gururun onların zevkini bozar.”; “Sen onlara şefkatli olsan bile kendilerine hakaret ettiğini zannederler ve senin iyiliğine gizli acılarla karşılık verirler.”; “Olduğu gibi görünebilen çıldırtır. Çıplaklıktan ürkmeye bu derece mecbursunuz.”

    Zerdüşt kendi davetinden emin, lakin davete icabet edilmediğinden üzgün biçimde iç muhasebeye dalar. Onlara nasıl ulaşmalı, hakikati nasıl tebliğ etmelidir? Bunun bir yolu olmalıydı. Zerdüşt’ün çıkardığı ilk ders insanoğlunu tanıma ve hitabını ona göre şekillendirmeydi. Fakat bununla başarılı olamamış, insan ile hakikati buluşturmaya muvafık olamamıştı. Bir gece vakti bu düşüncelerle kıvranarak uykuya daldığında ilham gelir: “İçime bir ışık doğdu: yoldaşlar gerek bana, diriler, istediğim yere götürebileceğim ölü yoldaşlar ve cesetler değil. Beni istediğim yere, kendi istekleriyle izleyecek diri yoldaşlar gerek bana. İçime bir ışık doğdu: Sözünü halka değil, yoldaşlara yöneltecek Zerdüşt! Sürünün çobanı ve köpeği olmayacak Zerdüşt! Niceleri sürüden çekmek, bunun için geldim ben. Varsın halk ve sürü bana kızsın: Haydut diyecek çobanlar Zerdüşt’e.”

    Uyuyanları görmenin ancak gece gibi karanlık bir yolun yolcusu olana nasip olacağının bilincinde olan Zerdüşt herkes tarafından anlaşılmayacağını sezer. Uyanmak isteyen seçilmiş bir kitle ile bir elit tabaka oluşturmayı ve kendine muhatap almayı hedef edinir. Bir kıssa ile yolcuların nasıl olmaları gerektiğini ve hangi özelliklere sahip olduklarını resmeder. Hayatın anlamı olan üstün-insana götüren yolun yolcuları üç değişimden geçmelidir. Kemale ermek isteyen herkes bu üç evreden geçmek zorundadır. İlk evrede ruh çölde yürüyen deveye dönüşmelidir. Devenin vasıfları züht sahibi, vefakâr ve fedakâr olması, teslim olarak kendine verilen yükü taşıması ve hayatının tamamıyla tanzim edilmesine razı gelmesidir. İpleri sahibinin elinde olan devenin bir iradesi yoktur. O hayatını “sen yapmalısın, yapmak zorundasın, mecbursun” kipiyle sürdürür. Deve ruhu çölde yol alırken başını kaldırıp üzerindeki bu “emredici durumu” fark eder. O bir cisme bürünmüştür ve insana bir ejderha kılıfında görünür.

    Kendini aşarak hür olacağı bir alanın özlemini çeken ruh başını kaldırıp başkaldırır, ejderha ile mücadeleye girer ve galip gelirse ikinci evreye ulaşır. Geçiş yaptığı o ikinci mertebede insan ruhu aslandır. Aslanın karekteristik özelliği “ben istiyorum!”dur. Artık sadece dışarıdan gelen bir telkin olan “yapmalısın” değil, içeriden gelen bir “istiyorum” ile kendi isteklerinin farkında olmak, kendine bir özgürlük alanı oluşturmak ve bu alanı kısıtlayanlara “hayır” diyerek mücadele etmek aslanın niteliklerindendir. Fakat bir üst aşama daha vardır, insan ruhunun nihai mertebesini temsil eden o mertebe çocuk ruhudur. Zerdüşt şöyle sorar ve cevabını verir: “Fakat söyleyin, kardeşlerim, çocuğun yapıp da aslanın yapamayacağı şey nedir? Neden yırtıcı aslan daha çocuklaşmak zorundadır? Suçsuzluktur çocuk ve unutkanlık, bir yeni başlangıç, bir oyun, kendiliğinden dönen bir tekerlek, bir ilk devinme, bir kutsal Evet.”

    Devenin hayatına yön veren “sen yapmalısın”, aslanın ise “ben istiyorum” iken çocuğunki “ben hayal ediyorum”dur. Toplum onu zedelememiş, onu biçimlendirmemiştir henüz. O nedenle ön yargıları yoktur. Şimdiye kadar önüne koyulanların ötesini hayal edebilir. Çocuk ruhunu farklı, üstün ve diğerlerini tamamlayıcı kılan onun tamamıyla fıtratı temsil etmesidir. Hayatın anlamını ilk aşama ile sınırlayanda olduğu gibi herhangi bir pranga, yönlendirme ya da ön kabül yok, ikincisi ile sınırlayanda olduğu gibi kendi egosunun baskın olup, zevk ve sefanın hayallerinin önüne geçtiği biçimde de değil. Çocukta safiyet, masumiyet, samimiyet ve içtenlik var. Hayata tüm neşesiyle bağlanarak “Evet” demek var. O devenin ve arslanın özelliklerini içselleştirmiş ve ilaveten bir hayal gücüyle donanmıştır. Bu imana sahip çocuğun önünde her türlü imkân belirir. Hayatı daha ileri seviyeye ancak onun hayali götürebilecektir. Üstün-insana, ancak imanının sonucu olarak imkânsızlığın sınırını zorlayan o çocuk ruhu ulaşabilir. Özlenen insanlık bu hayalin sonucu vücut bulacaktır.

    Üstün-insana ulaşmak için alışılagelmiş hayat akışını tersine çevirerek -insan aslında önce çocuktur, sonra aslan olur, yani gençlik ve güçlü olduğu yıllar gelir ve sonra deve olur, yani yaşlandıkça sorumluluğu ve yükü artar fakat gücü azalır ve yavaşlar- tersi üç aşamadan geçmelidir insan:

    Olup bitene teslim olan deve ruhundan, olup bitenin farkında olup kendine konum belirleyen aslan ruhuna ve oradan olup bitenin ötesine bir anlam yükleyen çocuk ruhuna; gösterilen ile yetinen deve ruhundan, gösterilenin içinde kendini ispatlayan aslan ruhuna ve oradan gözlerini gösterilenden de öteye diken çocuk ruhuna; hayatını idame ettiren deve ruhundan, içgüdülerini reddederek değil ama yönlendirerek yaşam sahasını belirleyen aslan ruhuna ve oradan dageleceğini hayal eden çocuk ruhuna; değerleri yaşayan deve ruhundan, değerleri sorgulayan aslan ruhuna ve oradan da değer inşa eden çocuk ruhuna doğru bir gelişim. Gelişim serüveninin her safhasının tecrübe edilmesi kaçınılmaz, kendini bir evrede ispatlamayan insan diğer evreye geçemez. Değerleri yaşamadan sorgulamak, yük almadan yüksünmek, savaşmadan üretmek mümkün değildir bu yolculukta. Zerdüşt hayatını bu yolda -ki uzun, çetrefilli ve engebeli bir yoldur- yol arkadaşlarına tasvirde bulunarak üstün-insana ulaşmaya adamıştır. O üstün-insan varlığını hedefi ile anlamlandırandır: “Fakat kardeşlerim söyleyin: İnsanlığın hedefi olmayınca bizzat kendisi de yok değil midir?” O özgürlüğün bırakabilmekte olduğunu, insanların değer biçtiklerine sahip olmamanın erdem olduğunu fark edebilendir: “Gerçekten, az şeye sahip olana az hükmedilir. Yaşasın bu küçük fakirlik!” O yaratıcı olanın belirleyici olduğunu bilendir: “Arz, yeni değerler inşa edenlerin etrafında döner; görünmeden döner.” O dürüstlüğünü özgüveninden devşirendir: “Kendinize ve bedeninize inanmaya cüret edin. Kendine inanmayan, daima yalan söyler.” O hayatını ve ölümünü, kendini ve hedefini olduğu gibi kabullenen ve kaderini sevendir: “Hedefi ve vârisi olan kişi ölümü zamanında ister, hedefi ve vârisi için.” Ve o kendinden feragat eden fedakâr dostluğun kıymetini bilendir: “Dostuna olan dert ortaklığın sert bir kabuk altına saklanmalı. Ve bir dişin bu kabuğu ısırırken kırılmalı. O zaman incelik ve tatlılık kazanır. Dostun için temiz hava, yalnızlık, ekmek ve ilaç mısın? Bazıları kendi zincirlerini kıramaz. Fakat yine dostunun kurtarıcısıdır.”

    Nietzsche tavrı ile muhalif duruşların besin kaynağı olmuştur. Lakin onun muhalefeti bizatihi din olgusuna değil, kendi zamanının din algısına karşı bir itirazdır. “Tanrı öldü” derken Yaratıcıyı değil, belirli bir ilahlık anlayışını hedef alır. Kendini insana indirgeyen ve merhametinden dolayı acınası bir duruma düşen o tanrı ölmüştür. İnsanın kendine yabancılaşmasına vesile olan bir Hristiyanlık onu öldürmüştür.

    Topluma tahakküm eden ahlak anlayışı din kisvesi altında insanın olumlu, güçlü yönlerini bastırarak onu tek yönlü, zavallı, acınası ve küçük duruma düşürmüştür. Yeni değerleri üretmek için inanmışların cesaret ve feraseti ile var olan değerlere başkaldırmanın zamanı gelmiştir. Ve Nietzsche’ye göre “Eğer İslam, bu türden Hristiyanlığı değersiz addederek başkaldırıyorsa, bunda bin kez haklıdır. Çünkü adam olmak İslam’ın ön şartıdır. Hristiyanlık, bizi, antik dünya kültürünün mahsülünden mahrum bıraktı, ve sonra bizi İslam kültürünün mahsülünden de mahrum etti. Aslında bize daha yakın olan, bizim duygularımıza ve zevklerimize Grek ve Roma kültüründen daha çok hitap eden İspanya’daki o hârikulâde İslam kültürü ayaklar altında çiğnenerek yok edildi (-bunu yapan ayakların ne türden olduğunu söylemeye dilim varmıyor-) Neden? Nedeni şuydu: Çünkü İslam kültürü, asil bir kültürdü, kökenlerini adam gibi insanlar tarafından inşa edebilmesine borçluydu ve hayata Evet diyordu; İspanya’daki Müslüman hayatının nadir bulunan, nefis hazinelerinin üzerinde.” (Nietzsche, Antichirst, sayfa 60)

    Zerdüşt’ü İslam’ın kaynaklarında bahsedilen bir İslam mürşidi ile kıyaslayarak eserdeki motiflerin Müslümanların geleneğindeki bazı motifler ile benzeşen ve ayrışan yönlerine dikkat çekilebilir: İnsanın, melek ve hayvan arasındaki gerilen ip olması ve kendi seçimleri ile tarafını belirlemesi; tasavvufta insanın varacağı son aşamayı temsil eden insan-ı kâmil anlayışı; “Ya Rabbi, bana eşyanın hakikatini öğret!” niyazı; “Onların kalpleri vardır, fakat onunla akletmezler.” (7/179) hitabı; Tevhid’in “Evet”/tasdik (illallah) ile, “Hayır” red (la ilahe) boyutları… Her iki tarafın kurucu kavramlarını ve o kavramların nefes aldığı anlam dünyasını hatırda tutarak ve Nietzsche’nin eserlerinden bütüncül olarak yola çıkarak onun Hristiyanlığın içindeyken gördüğü İslam’ın ne olduğunu ve bu görüş biçiminin arka planını tartışarak incelemek günümüz için anlamlı sonuçlar doğurur mu, düşünmeye değer. Bu düşünme faaliyeti birinin diğeriyle özdeş olduğu anlamına ya da birinin görüşünün diğerinin tam eşdeğeri olduğu anlamına hiç gelmez. Bazı benzeştirilebilir yapılar olması aynilik biçiminde anlaşılamaz. Aynilik kurmadan ancak insanın serüvenini, krizlerini anlamak için yapılacak karşılaştırmalı bir okuma insanlığın tecrübesinden çok boyutlu olarak istifade etmek için özellikle günümüzde çok büyük anlam taşıyor.

    Bugün insanı “insan” eden “şey”lerin genleri ile oynanması ve fıtrat tahribatının küresel ölçekte yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. “Gen” ile oynamak, bu dönemde kadim kültürde mukaddes yükü omuzlayan deve ruhu sahibinin zihnini bulandırarak gerçekleşmektedir. Ya da aslan olacak insanın, genleri teslimiyet ile donatılmış deve genlerine sahip olarak bu değişimi geçirmesi gerekirken aslan ruhunu kendi doğasını aşan bir iştaha özendirerek yapmaktadır. Veya savaş, sürgün, zülüm ile ya da hız, haz ve çocuk olamamak ile hayalleri çalınan çocuk ruhları. İnsanlık fıtratı gereği mukaddesatı omuzlayan ve azmi ile gayesine odaklanan, hayallerini gerçekler ile örtüştürecek ferasetini ifrat ve tefrite kalkan kılan teslimiyete sahip bir bilince muhtaç. Bugünün düş kuran çocuğu yarının gerçeklerini inşa edecektir.