SAHİDEN ÖYLE MİYMİŞ?
İnsanın sosyolojik bir problem, felsefi bir mesele ve hatta ticari ve siyasi bir meta olarak epey revaçta olduğu günlere geldik. Körlerin fil tarifini çağrıştırsa da bir yerlerinden insana dokunan düşünceye, edebiyata dair ciddi bir temayül söz konusu artık. Parçalanmış bir hayatın içerisinde yersiz yurtsuz salınıp duran insanın edebiyat için de merak konusu olması memnun edici. Aidiyeti, sorumlulukları, tarihi, hüviyeti ve hatta geleceği ile geniş bir tartışmanın ortasında edilgen bir şekilde kaderini temaşa eylemekte olan insanın kendisine gelmesi için bundan daha fazlasına ihtiyaç var elbette. Çünkü en çok da bugün hayati bir krizin muhatabı ve taşıyıcısı olarak seyrine devam ediyor.
Şule Gürbüz son kitabı Öyle miymiş’de bu krizin izlerini sürüyor. Okunması keyifli lakin anlaşılması zor olan kitabında daha önce pek tesadüf edilmemiş bir denemeye girişiyor. İnsanın hikâyesini tabiatı şahit kılarak anlatıyor. Mitolojinin, botaniğin, zoolojinin, peygamberler tarihinin, evliya menakıbının ve sıradan insanın hikâyesinin sırlandığı satırlarda mezkûr kriz hep hissediliyor. Galiba bu yüzden kitapta derinlere inildikçe acılaşan bir tatla karşılaşıyor okur. Okuyanı meraklandıran, heyecanlandıran ama aynı zamanda ürküten bir metindir, Öyle miymiş. Derinliği ve çok katmanlılığıyla da dikkat çekiyor. İnsan kitabı okurken ister istemez bir takım sorularla muhatap oluyor. Bütün o mitolojik, botanik ve sair unsurlar, mahir bir yazarın tam da bu derinliği makul gösterebilmek için satır aralarına serpiştirdiği unsurlar mıdır? Yoksa daha derin, daha ciddi bir meselenin gösterenleri midir?
Günümüz okuru bu tip sorularla muhatap olduğunda genelde kolaya kaçar. Ustalıkla görmezden gelir. Yalnızca metin boyunca kendisine vaat edilen lezzete yoğunlaşır. Oysa Şule Gürbüz’ün metnindeki edebiyat lezzeti okuru daha derinlikli bir okumaya davet etmek niyetiyle hazırlanan bir ikram olarak telakki edilmelidir. Tabiri caizse hasta bir çocuğa şifa bulması; olması için verilen için tatlandırılmış şuruplar, eğlenceli yapbozlar gibidir. Hâliyle hasta ya da eksik olduğunu kabul etmeyenler üzerinde pek bir tesiri olmaz. Yazar da buna aldırış etmez zaten. Gürbüz’ün hemen her satırında bu kayıtsızlığını hissedersiniz. Onun bu kayıtsızlığı olumsuz bir tavır olarak arzıendam etmez elbette. Bilakis dermanı arayan hekiminkine benzer bir sağlıklı mesafe arayışıdır. Derinleşmekteki ısrarı da aynı hâletiruhiyenin eseridir. Bu derinlik ısrarı entelektüel bir kibir olarak değil, hakimane bir tedebbür, sufiyane bir tefekkür önerisi olarak kabul edilmelidir. Diğer yandan, Öyle miymiş yalnızca nitelikli bir edebiyat eseri, derinlikli bir anlatı olarak takdim etmenin de yetersiz olacağı aşikârdır. Bütün bunların yanında geleneğimizin derin sularındaki kadim düşüncenin ve onunla unutulmuş akrabalığımızın nitelikli meselelerinin temelinde yatan insani krizi edebiyat zaviyesinden tartışan bir metindir.
“Dağın taşın dünyaya yapışık olmaktan utandığı, ardıç kuşunun ve ladinlerin, ökse otları ve ebegümecilerin öbür dünyada da var olacaklarına dair kitapta adlarının anılmaması ile rahat bir nefes aldıkları, zeytin ve incirin de buna sebep en tıknefes hâlleriyle buruşup durdukları bu perişan yer, adı yerküre hem yerde hem küre, duy da inan, nasılsa işin yok işte.” Yalnızca şu kadarlık alıntıya dayanarak dahi Öyle miymiş’de tabiatın dillendirilmesi insanın kendisine dair sahih bir dil, çapaksız bir bakışın kazandırılmasıyla ilgilidir diyebiliriz. O yüzden bizzat insanın kendisi kadar değerli, onun kadar hisseden, dertlenen bir tabiatın resmedildiğine şahit oluruz. Tabiatın bu şekilde takdim edilişi edebiyatımızda pek tesadüf edilmemiş bir hususiyettir. Yazar tabiatın, bugünlerde fazlasıyla körleştiğimiz, unsurlarını metinlerine biraz da şifreli bir ifade gibi yerleştirmektedir. Yalnızca tabiatı anlatıya davet etmez, onu bir kenar süsü olarak kullanmaz. Okuru da tabiata farklı bir gözle bakmaya davet eder. Metinde tabiatı neredeyse başlı başına bir karakter gibi işler. Konuşan, rol çalan, kendini göstermek isteyen bir karakter gibi… Dahası işaret ettiği mana ile tam da insanın parçalanmışlığını hedef almaktadır. İnsanın içinde yaşadığı dünyayla bir bütün olduğunu hatırlatarak, yeryüzünün kendisiyle akrabalığını ve benzerliğini vurgulamaya çalışarak yapar bunu.
Şule Gürbüz’ün bütün metin boyunca taşıdığı dert, insanın dünyayla arasındaki o yaralı mesafenin kapanmasına yönelik gibidir. Ümitsizliği, öfkesi ve keskin ironisiyle hep bunun mücadelesini vermektedir. Gai Eaton Beşerin Kumdan Kalelerinde “Çağımız insanı ağaç değil ki köprü olsun, ruh dubası da yok onun! Sabitkadem kalamıyor” (41) derken ne söylüyorsa Gürbüz de onu söylüyordur aslında. İnsanın kararsızlığının, hercailiğinin sebeplerine yoğunlaşıyor ve onun kendisine dönmesinin ancak kendisiyle yani tabiatla barışmasıyla mümkün olabileceğini iddia ediyordur. Başka bir bağlamda da olsa İhsan Fazlıoğlu’nun fiziksiz bir metafiziğin olanaksızlığına ve faydasızlığına dair iddiasını edebiyatın sınırları içerisinde savunuyordur. Ya da, müsaadenizle epey serbest bir çağrışıma teslim olarak söyleyelim, şeriatsız bir tarikatın, hakikatin olamayacağını işaret ediyordur. Evet, insan sabitkadem olmalıdır, ayakları yere basmalıdır. Köküne sadık olmalıdır ve köksüzleşmemek için kendisini bütün tarihiyle, coğrafyasıyla bilmelidir. Zarfın varlığı mazruftan bağımsız değildir çünkü.
Gürbüz elbette ki insanı kendi içinden bakarak gördüğü kadarıyla anlatır. Kendi duyguları, beklentileri, hayal kırıklıkları, inancı ve öfkesi burada görüşünü genişletebilir de, perdeleyebilir de. Lakin bütün bu süreçte okurla derdini paylaşırken kendi üslubuna titizlikle riayet eder. Pamuk ipliğiyle bağlı olduğu metinde yüz yıl öncesinden kalma zarif bir üslupla ve müzeyyen tedirginliği ile arzıendam eder. Bu tedirginlik bazen öyle bir raddeye ulaşır ki, her an son cümlesini yazacakmış gibi dışarıdan, kalender ve mesafeli görünür. Bu mesafe ezelî bir küskünlüğün ya da meşum bir ümitsizliğin bakiyesi değildir. Bilakis gerçekle açıkça yüzleşmiş olmanın verdiği ontolojik bir yorgunluktur. “Sen de gider ve vazgeçersen bir ağırlık daha kalkar ve dünya daha kolay döner, daha kolay.” Mesela bu cümlede ilk akla gelen duygu küskünlük ve belki biraz da ümitsizliktir. Oysa hiç de göründüğü gibi olmayabilir. Derinliğini bulmuş bir yazarın karikatürize tedirginliği ve alaycılığıyla hazırlanmış bir vazgeçme estetiği yapılıyor gibidir. İronisi fazla, parodisi azdır. Zaten metne biraz daha dikkatle ve bütüncül bakılırsa estetik ve artistik bir vazgeçmenin parodisini yaptığı anlaşılır. Hemen akabinde de vazgeçme motivasyonunun yerini yokluğun özlemiyle ikame eder. Vazgeçmekle yokluğu özlemek arasında bütün bir insan, bütün bir dünya vardır. Birbirine benzer gibi görünüyor olsa da iki zıt unsur olarak telakki edilmelidir. Vazgeçmek kendisini tamamlaması ve aşması gereken insanın buna isyan etmesi ve trajediye sığınarak oyunbozanlık etmesidir. Trajedisi nispetinde estetiktir. Çünkü insan böyle bir durumda kendini edebî bir metne, kurgu bir karaktere dönüştürür, lakin hiçbir zaman tekâmül edemez, olamaz. Oysa yokluk Varlığın kendisinden başka bir şey değildir. Hatta varlığın melamet hâlidir denilebilir. Hazreti Mevlânâ’nın “A köstebek o yokluklardan ne ziyan gördün de varlığa yapışıp kaldın” derken işaret ettiği yokluktur. Gürbüz bunu hemen hemen aynı lafızla zikretmekten çekinmez. “Yokluk büyük sonsuz unutuş, kâinatın kendini unutuşu, derin karanlık sükûnet nerdesin, kaçıncı katta nerdesin, bana unutuşu özletip kendimi her şeyi ile hatırlatacak yerde misin?” derken yukarıda izah ettiğimiz yokluğa dair karanlık noktaları da aydınlatmış olur. Yunus Emre’nin “Bunca varlık var iken bitmez gönül darlığı” dizesinde zikrettiği aldatıcı varlıkla da aramıza emin bir mesafe koymuş olur. İşte o zaman insan asıl gerçekliğine kavuşma konusunda bir mesafe almış olur. Trajedinin ve estetiğin büyüleyici kafesinden kurtulup tekâmülün kapısını aralar.
Gürbüz’ün anlatısındaki su gibi akıp giden üslubun teskin ediciliği okura ferah ve hafif bir gezinti sunmaktadır elbette. Lakin kitap bittiğinde hiçbir okurun anlam veremediği bir kekre tat, zihni uyandıran bir uyuşukluk galebe çalar. İşte Gürbüz’ün sırrı tam da buradadır. Onun sükûneti de, öfkesi de, ümidi de, ümitsizliği de burada ortaya çıkar. Okurun ve okurun şahsında günümüz insanının şaşılığı ve dünyaya bakışındaki körlüğe yoğunlaştığında, hakikatli sözler karşısında hayranlığı nispetinde varlığa gelen ürkekliğe takıldığında yani! Bu körlük ve ürkeklik insanı kendi özünden, kökünden, beşerî mirastan uzaklaştırarak köksüz ve geleneksiz bir metafiziğe mahkûm etmektedir. Gürbüz’ün derdi budur! Hem insanda hem de kendisinde tesadüf ettiği bir derttir bu. Bu yüzden fiziğin hakkını vermeden, gönlünü, rızasını almadan ondan geçmeyi istemez! Bu yüzden tabiatın tüm renklerine, unsurlarına alabildiğine kulak kesilir. Çünkü ancak o zaman insanın kendisiyle, tabiatıyla arasındaki mesafe, yara kapanabilecektir. Kelimeler gerçek anlamlarına kavuşabilecek, tabiatın dili çözülecek, insanın gözü açılabilecektir. Yokluk derinleşecek ve katman kazanarak olumlu bir anlamla arzıendam edecektir. Metafizik fiziğine, insan tabiatına kavuşacaktır.
Günümüz yazarlarıyla mukayese edildiğinde Gürbüz’ün gelenekle arasındaki bağın dikkat çekiciliği defalarca zikredildi. Yazarın, bu tespiti olumlu ya da olumsuz bir unsur olarak değerlendiren eleştirmenlerin hepsine aynı mesafeyle yaklaştığı da biliniyor. Lakin yazarın bu artistik kayıtsızlığını bir tarafa koyarak da olsa, yazarın gelenekle ilişkisine dair bir şeyler söyleyebiliriz. Öyle miymiş’de keskin bakışlarını sürekli kendisine çeviren, kulağı geçmişte, aklı gelecekte neredeyse bugünün Mesnevisini yazmaya ahdetmiş bir yazar görünür, belli belirsiz de olsa. Bir felaketten arta kalan parçalardan müteşekkil bir duygu dünyasının içerisinden yazmayı tercih ediyor gibidir. Metnin şiirselliği, derinliği ve tarihselliği ortadadır. Öyle miymiş’te birçok şairi kıskandıracak derecede hatırda kalacak, tekrar ettikçe insanı, açılarak sarsacak dize vardır. Evvelki metinlerinde arada göze çarpan bu hususiyet Öyle miymiş’de daha derli toplu arzıendam etmektedir. Âdem aleyhisselamla başlayan, tarihsel bir düzlemi takip eden ve şiirselliğin kendisine sunduğu imkânlardan fazlasıyla yararlanarak metnini okunur kılan Gürbüz’ün akıp giden o secili satırlarında teknik olarak bir mesnevinin izlerini sürmek abes olabilir, lakin o iklimin kokusunu hissedebilmek mümkündür. Gürbüz’ün dilindeki zenginlik, işaret ettiği manalar dünyasının genişliği, üslubuna sirayet eden asalet, bir şekilde devam eden bir damarın olduğunu gösteriyor zaten. Yalnızca bu hususiyete dayanarak bile Öyle miymiş’in yazarın gelenekle arasındaki bağın şaşmaz bir belgesi olduğu iddia edilebilir.
Gelenek aslında anın tekâmül etmesidir diyebiliriz. Geçmişin ve şimdinin keskin ve müddei hatlarından feragat ederek yekpare bir anın içerisinde yok olmasının hikâyesidir. Gelenek sahih bir tohumdur ve bereketli toprakta yeşerir, filizlenir. Köksüz, kokusuz, üçüncü sınıf bir Türkçenin yamru yumru kelimeleriyle konuşan, uzun metraj ve mukallit bir iç sıkıntısının gri ikliminde yetişmez. Gürbüz her satırında böylesi bir Türkçenin karşısında olduğunu gösterir. Tırnak içine alınmış bir takım kavramların, ifadelerin, mazmunların ticaretine itiraz eder. Onun Sabah Ülkesi’ne verdiği röportajda sergilediği gelenek kavramına dair eleştirel yaklaşımı yukarıda izah etmeye çalıştığımız gelenek kavramının ifade ettiği manalar bütününe karşı geliyor anlamına gelmez. Gelenekle olan adı konmamış ve hatta adının konmamasında ısrarcı anonim bir ünsiyetin varlığın inkârı olarak yorumlanamaz. Bu münasebetin ziyadesiyle tebellür ettiği üslubuna güvenerek de rahatlıkla söyleyebiliriz bunu. Bu minvalde, hem mahiyet hem de metin düzeyinde “gelenekçi” bir metindir Öyle miymiş. Lakin bunu hiçbir zaman açıktan söylemez. Metinlerin arasındaki boşluklardan, kapalı söylediklerinden anlamaya çalışır okur. Gürbüz de eskilerin devamcısıdır. “Eskiler ağlayana, söyleyene, söylenene inanmazmış, acının sükûtuna ve dile gelmezliğine inanç tammış” derken bu bağı anlatır gibidir. O yüzden her metninde derinlikli, katmanlı hikâyeler anlatır. O yüzden ağlamadan, söylenmeden; acının dile gelemeyeceğine ikna olmuş bir tevekkülle yazar.
Sonuç Yerine
Gürbüz’ün yazdıklarında gölgede kalan, insanı o tarafa sevk etmekten alıkoyacak kadar uçurumları çağrıştıran ve ürküten bir taraf hep var. Çünkü Gürbüz vaz eden bir yazar değil. Yalnızca hakimane söyleyen bir hikâyeci de değil. Her şeyden evvel metinlerinde mevzubahis ettiği dertlerden mustarip bir insan! Öyle miymiş ise bütün bu unsurların en kâmil hâliyle var olduğu bir metin. Gürbüz’ün çilesi tanıdık. Gülşen-i hakikatin etrafında dolaşıp duran ve bir türlü giriş kapısını bulamayan bir saliki andırır. O yüzden Gürbüz’ün hemen bütün metinleri bilmeden bir sırrı faş ediyor gibidir. Faş etmesen de sırdan bahsetmek sırrı yorar. Gürbüz de sırrı yoruyor, hakikati dile düşürüyor. Büyüklerin çoğu zaman duvarı cilalayarak parlatan yunan ressamlar gibi sükût ederek ya da Cevâmi’ul Kelîm’in mirasçısı olarak sıradanlığa gizlenen ama aynı sıradanlığıyla göz kamaştıran sade bir ifadeye başvurarak geçiştirdikleri hakikati, uzun uzun ve büyüleyici bir heyecanla anlatıp duruyor. Elbette ağızda buruk bir tat bırakıyor. Lakin buradaki kekre tat bir yazar gevezeliği ya da ıtnâb-ı makule değil de henüz ulaşılamayan bir mertebenin özlemiyle hayat bulan melodik bir sayıklama, söylenme olarak okunabilir. Bazen muzip bir kalenderin Melamî neşvesiyle, bazen de bir meczubun efsunkâr cezbesiyle konuşuyor olmasının sebebi de aynı hâletiruhiye. Ama şu da bir gerçek ki henüz asıl susulması ya da söylenmesi gerekeni tam da söylenmesi gerektiği makamda söyleyemiyor, Gürbüz. Hülasası Gürbüz de birçoğumuz gibi yangın yeri olan metnin bir gülşene dönüşebilmesi için ateşe “yanma” diyecek birini bekliyor, çağırıyor, işaret ediyor ve hatta umut ediyor. Ama onun farkı bunu şimdilik –ve belki de uzun bir süre– kendi tenhasından, taze ve baş döndürücü bir nefesle yapabilmesi.
Bugünün vasat altı yazarı kendi vehimlerini, vesveselerini yazmak için ıkınıp dururken Gürbüz, İbnü’l Arabîci terminolojiyle söylersek, kendisine yazdırılan bir metnin sarhoşluğuyla dur durak bilmeden konuşmaktadır. Öyle miymiş bunun en nitelikli belgesidir. Her ne kadar kendisini yazmamak için zorlasa da –ya da böyle görünmeye çalışsa da– sürekli konuşurken, söylerken, anlatırken yakalanıyor kendisine. Onun tüm metinlerinde bu tecrübeye şahit olabiliriz. Bizzat bu tedirginlik, tereddüt, masum ve muzip olmamışlık hâli, karşılaştığı her metinde putlaştırılmış bir tamlık arayan okuru rahatsız eder. Çünkü kendi eksikliğini tamamlamak, kendi kusurunu örtmek ve hatta kendi çirkinliğini makyajlamak için edebiyata başvurur bugünün okuru. Şule Gürbüz ise insanın eksikliğini bilerek, idrak ederek bunu tüm çıplaklığıyla teşhir etmek istemekte gibidir. Bunu da hiç çekinmeden, okurun ne düşüneceğine aldırış etmeden yapar. Gürbüz’ün her metni bir ayna aslında, cömert bir ayna! Karşısında dikilip duran insanın görmek istemediklerini de gösterebilecek derecede kudretli ve pervasız bir ayna. Bu bağlamda artık şunu rahatlıkla söyleyebiliriz sanırım: Öyle miymiş muhataplarını büyülemek için soruya ihtiyaç duymayan bir sfenksin özgüveniyle orada, o zamansız tenhada öylece duruyor. Çünkü insanın, her ne kadar cevapları bilse de onları idrak edebilmek için, doğru soruları sorması gerekiyor. Gürbüz’ün hatırlatmaya çalıştığı bu.
Hülasa edersek, Şule Gürbüz Öyle miymiş’de bugünün diliyle geçmişi geçmiş yapan bir hâlin eskizini çıkarıyor gibidir. İnsanı baştan aşağıya soyup onu yeniden giydirebilmek için insanın tarihi ve talihini hikâye etmektedir. Aslında hep ve inatla, birçok sayfasını atlayarak okuduğu kitabı yeni baştan okuması gereken insanı anlatmaktadır. Bunu kendisinden bağımsız değerlendirmek mümkün değildir. Öyle miymiş Gürbüz’ün en nitelikli ama bir o kadar da kapalı metnidir diyebiliriz. Hatta rahatlıkla bir ustalık eseri olarak da değerlendirilebilir.
Şule Gürbüz’ü anlayabilmek için yolda olmak gerek sanırım. Kendiliğin dilini konuşamasa da anlıyor olmak gerek! Öyle miymiş’te bir yerde dediği gibi ‘Sesler ve görüntüler hep anlatır çünkü yeter ki tanıklıktan kaçma, duymadım görmedim deme.’ İnsana yakışır bir cesaretle tanıklığa razı olmak gerek hatta. Böylesi bir tanıklık insanın kendisini anlamasına yönelik bir nasibin de gereği. Öyle miymiş ya da bu nitelikte başka bir metinle muhatap olmak insanın kendisiyle farklı ama sahih bir zaviyeden muhatap olmak demektir. Gürbüz’ün geleneksel metinlerle akrabalığının en mühim delillerinden biri de budur denilebilir.
Bu minvalde, Öyle miymiş de derinliği ve edebî kalitesinin yanında sahih bir derdi kucaklamaktan imtina etmeyen bir yazarın tercüme-i hâlidir, denilebilir. Birinci sınıf bir edebî metin olduğu ortadadır. Yüz yıl sonrasına randevu veren nadir eserlerimizdendir. Şiirselliği etkileyicidir. İnsan kitabının anlaşılabilmesi için yazılmış bir şerh olarak kabul edilebilir. Metnin tamamında belli belirsiz bir mesnevi kokusu alınır. Düşünceye açılan penceresi çoktur. Hatta bir ahlak kitabı olarak bile okunabilir; bütün bu kaosun ortasında geçiciliğin geniş koridorlarında kendini okumayı unutan insanoğlu için kaleme alınmış bir mızraklı ilmihal olarak!
Son olarak şunu da söyleyerek bitirelim: Son röportajlarından birinde bu kitabın anlaşılması hususunda pek ümitli olmadığını ifade ediyordu Gürbüz. Bu kitabın çekiciliğini artırmak için kurgulanmış bir yazar numarası değilse şu soruyu sormak elzemdir: Sahiden öyle miymiş! Oysa biz biliyoruz ki anlam durmadan çoğalır. Bir kişinin anlamasıyla birçok kişinin anlaması arasında takdir edilmiş bir zaman vardır sadece. Bazı metinler yolda şekillenir, açılır, ama hiçbir zaman tamamlanmaz.