İMAN VE AHLAK ÜZERİNDEN BİLGİ TASNİF ETMEK: MÜMİN-ARİF VE KAFİR-CAHİL
Bir mağaraya inzivaya çekilmiş “ümmi” peygambere gelen vahiy ile başlayan İslam’ın ilk muhataplarını teşkil eden Hicaz Araplarının “cahil”, yaşadıkları hayatın ise “cahiliye” ilan edilişinde şaşılacak bir durum yoktu. En gerçek ve üstün varlığın bilgisi demek olan ilahî vahye dayanan ve mutlak kesinlik taşıyan önermeler üzerine kurulu bir dinden başka tepki beklemek mümkün olabilir miydi? İslam kesin bilgiye sahip olduğunu iddia eden her din ve inanç sistemi gibi doğrularını beyan ederken toplumu cahil ve münevver diye ikiye ayıracak, yeni bir toplum ve birey anlayışını bu ayrım üzerinden şekillendirecekti. Bununla birlikte bu ayrımın ne kadar köklü bir ayrım olduğu fark edilmemişti. Çünkü İslam’ın “cahil” dediği insanlar yeryüzünün başka kesimlerince de cahil kabul edilebilecek kimselerdi. Hicaz’ın yeryüzünün öteki kesimleri için -söz gelişi Doğu Akdeniz, Hindistan, Mısır- bilgi ve felsefe üreten muteber ve saygın bir yer olmadığını biliyoruz. Bir ticaret yolu olmasının ötesinde yegâne kıymeti kadim bir inanç merkezi olan Kâbe’den geliyordu. Bunun dışında Mekke’nin yeryüzünde bir kıymeti ve itibarı yoktu. Garip bir şekilde çağımızda Müslümanlar, modernleşmenin sıkıntılarıyla yüzleşince, İslam’ın cahil-bilgili ayrımını hatırlarken Doğu Akdeniz’in Hicaz’a baktığı bir ayrımla bakmışlardı. Çağımızdaki pek çok Müslüman için de mesele “okur-yazar olmamak”, cahil olmak, bilgiden yoksun olmak gibi bir anlam taşıyor olmalıydı. İslam ise yeryüzüne aklı kullanmayı öğretti; bilgili olmak, okumak, yazmak gibi değerleri hatırlatarak insanları doğru bir istikamete sevk etti. Bu bakış açısına sahip Müslümanlar için İslam vahyinin ilk emrinin “oku” olması hususi bir anlam taşır: Hz. Peygamber ilahî vahiyle kadın-erkek bütün insanları okumaya, yazmaya sevk etmiş, mücadelesini okumak, yazmak, bilgi üretmek, tabiatı tanımak veya keşfetmek üzere inşa etmişti. Doğrusu İslam ve Mekke ilişkisini anlamamızı güçleştirecek en önemli sorunlardan birisi bu bakış açısıdır. Böyle bir bakış açısına varmanın sebebi ise Hicaz’ın zaten çevresince “cahil” ve bedevi kabul ediliyor olmasıydı. Hâlbuki İslam’ın bilgi-cehalet ayrımının bununla bir ilgisi yoktu.
İslam’ın “cahil” ve bilgili ayrımında iki temel ilke belirleyiciydi: Birincisi Allah’a iman ilkesiydi. Allah’a iman etmek felsefenin kavramlarıyla bakınca bilgiden daha çok kabul veya doğmaya işaret eder. İmanda akıldan hareket eden kontrol edilebilir bir faaliyetten daha çok akıl dışına çıkmak, inayet ve hidayet ile bizim dışımızdaki bir gücün fiiline teslimiyette kontrol edemediğimiz bir süreçte bu imana ulaşmaktan söz ederiz. En azından Müslümanların önemli kısmı imanı böyle algılamıştı: Bizim bir fiilimiz olarak değil, Tanrı’nın bir ihsanı olarak iman! İslam güçlü bir tanrı anlayışıyla varlığın merkezine Tanrı inancını yerleştirdi. Bu öyle bir kuvvetli inançtı ki Müslümanlar için başka her şey anlamını kaybetmişti. En azından Tanrı ile irtibatı ölçüsünde bir şeyin anlamı olabilirdi. İslam Mekke’de hâkim putperest inançları reddederken bu inançtan hareket etti. Mekke inançlarına cehalet demek mümkün olduğu gibi batıl veya boş demek de mümkündü. Bu bakımdan İslam’ın çevresiyle ilişkisinde belirleyici ilkenin Allah’a iman olduğu aşikârdır. O hâlde cahiliyenin birinci anlamı Allah’a iman etmemek demekti. Burada bilginin yeni bir anlamıyla karşılaşmış oluyoruz: Allah’a iman etmek anlamında bilmek! İkinci ilke ise bu imanın istilzam ettiği ahlak ve davranışlar kümesiydi. Buna genel anlamda bireysel ve toplumsal hayatta tezahür eden ibadetler ile ahlak ilkeleri diyebiliriz. İslam davranış ve ahlak anlayışıyla da çevresiyle bağını kopartarak Mekkelileri “cahil” ilan etmişti. İslam’a göre yaşayanlar âlim-arif iken bu davranışlardan uzak yaşayanlar cahil idi. İşin bu kısmı biraz daha çetindir. Çünkü İslam’ın ibadet hayatı Mekke toplumunun inanç halatından bir kopuşu ifade ederken mekarim-i ahlak yani ahlaki ilkeler alanında tam anlamıyla bir kopuştan söz etmek mümkün değildi. Mekarim-i ahlak (güzel ahlak) sadece Arap veya İslam toplumu için değil, bütün insanlar için müşterek idi. Hemen bütün toplumlar adalet, şecaat, iffet, hikmet gibi temel ahlaki ilkeler ile merhamet, cömertlik, sabır gibi bu ilkelerin öteki alt kısımlarına aşina idi. Bu nedenle ahlaki ilkelerde gerçek anlamda bir kopuştan söz etmek zordu. İslam’ın iman ve Allah inancı üzerindeki vurgusu burada gerçek bir kopuşu mümkün kılabilmişti. İslam için ahlak ve ibadetler alanı Allah’a imanın görünür hâle geldiği davranışlardı. Başka bir anlatımla burada da belirleyici olan Allah’a iman idi ve bu iman bireysel ve toplumsal hayatı inşa ederek kendini görünür kılıyordu. İslam Allah’a mutlak iman üzerine kurulu bir ahlak anlayışı geliştirmekle şeklen benzer olduğu ahlak anlayışlarından ve geleneklerden koptu. Onları ise cahil ve batıl sayarak insanları hakikate davet etti. İslam’ın iki ilke üzerinden çevresindeki gelenekleri “cahil” sayması Platon’un mağarada olanlar ile mağara dışına çıkan filozofun ilişkisine benzer. İslam Mekke’dekileri mağarada âdet ve alışkanlık üzere yaşayan insanlar sayarak kendini bir aydınlık ve bilgi kabul etti. Bu yaklaşım daha sonra Fârâbî ve İbn Sînâ gibi İslam filozoflarının faziletli şehir/toplum ve erdemli olmayan şehir ayrımına benzer. Temel ayrım merkezinde Allah bilgisinin yer aldığı bir varlık anlayışına göre şekillenen ezelî ve hakiki bilgiye göre bir şehrin kurulmasıydı.
Allah’ı Bilmek Bilgi ve Kaynak İse Onun Sözü: Allah Merkezli Bir Varlık ve Vahiy Merkezli Bir Bilgi Anlayışı
İslam’ın Mekke’deki inanç ve geleneklerden temel bir kopuşu anlatan bilgi-cehalet tefrikini modern çağda yeniden hatırlamak zorunlayız. Buradaki temel saik ne idi ve İslam gerçekte ne demek istemişti? Bu ayrımın doğru anlaşılmasının önündeki engellerden birisi referans noktasının iman olmasıdır. Bir toplumu iman ve inançsızlık üzerinden ayrıştırmak mümkün olabilir; fakat imana bilgi ve inançsızlığa cehalet demek bilgi ve cehalet kavramlarının yeniden tanımlanmayı gerektirir. Aksi hâlde ayrım sübjektif bir ölçekte kalır. Müslümanlar bunu erken bir dönemde fark ederek iman ve bilgi ilişkisini tesis etmek istediler. Başka bir ifadeyle imanın aslında bir bilgi olduğunu fark ettiklerinde cahiliye ve bilgi ayrımı anlamlı hâle geldi.
Müslümanların algısını şekillendiren bazı tekel konuları hatırlamak gerekir: Birincisi bilginin tarzı ve bilginin kaynağı meselesiydi. Müslümanlar bilginin konusunu varlığın gayesiyle irtibatlı ele aldılar. İnsanın yeryüzündeki varlık sebebi Tanrı’yı tanımak olmalıdır. Bu durumda bilgi Tanrı ile irtibatlı olunca hakiki bir bilgi olabilir. Bu yaklaşım bilgiyi özel bir bilgi türü olarak yorumlamak demektir. Böyle özel anlamdaki bir bilgi Doğu Akdeniz başta olmak üzere dünyanın öteki kesimlerince de biliyordu. Nitekim felsefenin temel meselesi böyle bir bilgiye varmaktı. Buna bilgelik veya hikmet demek mümkündür. Bu bakımdan Müslümanların dile getirdikleri bilgi dünyanın tamamen yabancı olduğu bir bilgi türü değildi. Dinî ve felsefi geleneklerin hâkim olduğu coğrafyalarda hayatın anlamını bilmek, ezelî ilkeye varmak ve öyle bir bilgiye göre yaşamak/davranmak bilginin gayesini teşkil ediyordu. Fakat buradaki sorun iki şekilde ortaya çıkmıştı: Birincisi bu bilginin kaynağı meselesiydi. Müslümanlar için bu bilginin kaynağı ilahî vahiyden başkası olamazdı. Allah bize gönderdiği peygamberler vasıtasıyla sözünü ve buyruğunu bildirmiş, bize kendisini tanıtmış, bizden isteklerini söylemişti. İnsan için bilginin kaynağı ancak ilahî vahiy olabilirdi. Hz. Peygamber’in hadisleri veya sünneti ise vahyin bir parçası veya yorumu idi. Bu itibarla gerçekte Kur’ân-ı Kerîm ve hadis diye iki kaynaktan söz etmek meseleyi anlamayı güçleştirir: Müslümanlar için bilginin yegâne kaynağı vahiydi. Vahiy bizim bilgi araçlarımızın ve güçlerimizin yerini alarak merkeze yerleşir. Hz. Peygamber’in sünneti ve hadisleri ise vahyin yorumu ve uygulaması olarak vahyin anlamını bize taşır. O hâlde Müslümanlar için bilgi demek Allah’ı bilmek, bilginin kaynağı demek ise vahiy ve hadis demekti. Müslümanların çevrelerindeki geleneklerdin en azından felsefi olanlardan ayrıştıkları nokta burası idi. Böyle bir bilgi anlayışında insan aklının kendi imkânlarıyla elde ettikleri kadar Tanrı dışındaki şeylerin bilgisinin (tabiat) yeri açık değildi. Müslümanlar tabiatı bilmeye bazen Tanrı ile irtibatı ölçüsünde ehemmiyet verirken daha çok onu önemsiz kabul ediyorlardı. Hâlbuki felsefi gelenekler tabiat ile nihai bilgimiz arasında irtibat kurmakla insan zihninin bu süreçte yetkinleşmesini hedeflemişlerdi. Böylelikle “külli (her şeyin bilgisi)” bilgi aynı zamanda insanın kendisinden, doğadan ve tüm varlıklardan hareket ederek bir ilkede karar kılan bilgi demek idi. Burada güçlü bir nizam ve varlık anlayışı ortaya çıkarak toplumsal nizamın da sebebi hâline geliyordu. Fakat Müslümanlar böyle bir bilgiye itibar etmemişlerdi. Daha doğrusu tabiatı tanımak Müslümanlar için belirli bir maksattan öte anlam taşımadı. Hele tabiat ile faydacı bir ilişki kurmak, ondan yararlanmak ve insanın hayatını kolay hâle getirebilmek için onu tedbir etmek anlamındaki bilgi anlayışı Müslümanlara yabancı idi. Hz. Peygamber’in Medine’ye geldiğinde hurmaları aşılayıp aşılamamak hakkında kendisine sorulan soruya verdiği cevap bu konuda dikkate değerdir: Hz. Peygamber’in tavsiyesi üzerine hurmalardaki üretim azalınca Hz. Peygamber “Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz.” demişti. Bu hadis daha sonra Müslümanların iki bilgi türünü ayrıştırmak için atıf yaptıkları bir hadis hâline gelecekti: Hakiki olan ile dünyevi olanın ayırt edilmesi.
Müslümanlar için bilginin temel niteliği vardı: Hareket! Burada hareket derken belirli bir istikamete doğru hareketten söz ediyoruz. Bunun için cehalet kelimesinin kökenine dönmek gerekir. Cehalet kelimesinin önce c-v-l kökünden geldiği söylenir. Bu kök anlamı doğru ise kelime dönüp durmak, hareket etmek, bir şey arama gibi insanın çaresizliğini anlatır. Bu anlamıyla dalalet veya hayret kelimeleri de benzer anlam taşır. Bütün bu anlamlar çölde yolunu yitirmiş bir canlının yolunu bulmak üzere verdiği çaresiz mücadeleyi anlatır. Buna mukabil hidayet yolu bulmak, kurtuluşa ermek anlamıyla bilgiyle özdeşleşir. Müslümanlar için bilgi belirlenmiş bir maksada doğru yolda yürümek demektir. Sırat-ı müstakim maksadı belli olan bir yol demektir; maksat ise Allah’tır. Bu durumda bilginin en önemli niteliği kurbiyet, yani Hakk’a yaklaşmak olabilir. Hâlbuki zaman içinde insanların bilgisi eşyayı bilmekten onu kullanmaya doğru evrilecek, bu bilgi anlayıştan temelde uzaklaşacaktı. Bilginin ayrılmaz özelliği kurbiyet yani Hakk’a yakınlık olarak kalmıştı.
Felsefede de bilginin hareket ve eylemle ilişkisini biliyoruz. Mesela adaleti bilmek adil olmayı gerektirir veya kötülüğü bilmek ondan uzak durmayı istilzam eder vs. Dinde durum kısmen farklılaşır. Her şeyden önce bilginin amelle ilişkisi varlık maksadıyla kurulmuştur. Öyle ki burada amelden bilgiye doğru gelen bir durum vardır. Yaratılış gayemiz ibadet, ibadet ise marifete bağlıdır. Bu bilgi veya amel ise başka bir ilkeyle doğrulanır: Hakk’a yakınlık. Hakk’a yakınlık sağlamayan bir bilgi “hakiki bilgi” niteliğini kazanamaz.
Müslümanlar Doğu Akdeniz’e bu bilgi anlayışı ile geldiler. En azından Ehl-i hadis dediğimiz gelenek uzun bir süre bilginin bu anlamını korumak istedi: Bilgi Allah’ı bilmek, kaynağı ise vahiydir. Buna mukabil hayatın gerçekleri Müslümanları bu konuda geri adım atmaya zorladı. Zaman içinde Müslümanlar öteki bilimlerle daha sahih ve sağlam bir ilişki kurarak söz konusu bilimleri önce kabul ettiler, daha sonra kendi bilgi anlayışları içinde üretmek istediler. Çağımızda bu bilgi anlayışını yeniden hatırlayarak modern çağla ilişkimizi yorumlamamız gerekir.