KÂBUS DÜNYASI VE SOYTARI ÖZGÜRLÜĞÜ: SEMBOLİK POLİTİKAYA GİRİŞ

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • I
    Benim büyürken içinde bulunduğum kültürde, diğer insanların giyiniş tarzlarını açıkça eleştirmek kabalık olarak algılanırdı. Her kim bir başkasının kıyafet seçimi ile dalga geçerse, şımarık veya terbiyesiz olarak görülürdü.

    Tabii ki buna rağmen herkes herkesle dalga geçerdi ama bunu kapalı kapılar ardında yapardı. Viyana operasına deri pantolon ile gelen Salzburglular bile açıktan eleştirilmezlerdi.

    İnsanların dış görünüşleri konusundaki tahayyülleri kendi öz sevgilerinden neşet eder. Bazı insanlar çevrelerindeki insanlar tarafından nasıl algılanmak istediklerini tam olarak bilmiyor olabilirler. Ben hergün evden çıkmadan önce ayakkabılarımı fırçalıyorum, çünkü ben bulunduğum ortamda bir “beyefendi” gibi görünmek istiyorum, ne de olsa ben bir profesörüm. Bu isteğimi sizinle paylaşmamın tek sebebi, sevgili okuyucular, insanların size hangi kişiyi yansıtmak istediklerini söylediğinde içinizde oluşan rahatsız edici duyguyu uyandırmaktır (“Beyefendi” de ne demek oluyor!).

    Esas itibarıyla kimse kıyafeti hakkında açıklama yapmak zorunda değildir, zira kimse kim veya ne olarak kabul edilmek istediğini açıklamak mecburiyetinde değildir. Bir başkasının dış görünüşüyle dalga geçilmesi, kıyafetten öte o kişinin benlik algısına yöneliktir.

    II
    Bu yüzden günümüzde özellikle de devleti temsil eden kişiler tarafından kadınların başörtüleri hakkında yapılan konuşmalar hatıraları benimle aynı kültürel geçmişte oluşmuş kişileri için utanç vericidir. Avusturya Federal Hükümeti‘nin anaokulları ve ilkokullarda başörtüsü yasağı uygulamayı ilişkin planlaması utanç vericidir. Bu durum Avusturya‘daki liberalizmin sosyal açıdan güçsüzlere karşı aşağılayıcı bir tutum olmaktan öteye gidemediğini göstermektedir.

    Anaokulu veya ilkokul çağındaki kız çocuklarının başörtüsü takıp takmadığı, eğer takıyorsa kaç tanesinin taktığı belli değildir. Burada istatistikler değil sadece tahminler söz konusudur. İlkokul müdürlerinin verdikleri yüzde şu veya bu kadar şeklindeki bilgilere dayanılmaktadır. Acaba bu nasıl bir kanıt göstermedir? Avusturya Özgürlük Partisi belediye başkan Yardımcısı Johann Gudenus, büyük bir sorun olduğunu görmek için insanın Viyana’da gezerken gözlerini açmasının yeterli olacağını ifade etmektedir. Böylece ön yargının önünü açmaktadır. Bunu bir doğrulama yöntemi hâline getirmektedir.

    Kanıt yetersizliği ile karşı karşıya kalan Avusturya Halk Partisi (ÖVP) ve Avusturya Özgürlük partisi (FPÖ) politikacıları savunma stratejilerini hızlı bir şekilde değiştirmişlerdir. Başörtüsü güncel bir problem olmasa da, planlanan yasağın “sembolik“ bir önlem olduğunu ifade etmişlerdir. Yani yasak etkin olmayacak sadece bir şeyi sembolize edecektir. Peki kim için neyi sembolize edecek? Görünen o ki, bu yasak İslam’ın Avusturya kültürüne ait olmadığını ve hükümetin kız çocuklarını Müslümanlıkla karakterize edilmiş bir kadın rol modelden korumak için çaba gösterdiğini ortaya koymaya hizmet etmektedir. Bu sinyal Hristiyan-Sosyal Vatan Partisi’nin seçmenlerine ulaşmayı hedeflemektedir (Bu koalisyon tek parti olarak ortaya çıkmış olsaydı, böyle tanımlanması gerekirdi).

    Bir grubu sembolik olarak reddeden bu politik projeyle karşılaşmak, eski bir sürgün edilmiş kimse olarak bana Amerika anayasasını hatırlatıyor. Orada hukuk bir grup kişiyi aşağılamak veya rencide etmek için kullanılamaz. ABD Yüksek Mahkemesi hippiler ve eşcinseller örneğinde, ABD Tarım Bakanlığı Moreno (413 US 528 [1973]) ve Romer v. Evans (517 US 620 [1996]) örneğinde şöyle demiştir: “[…]Anayasal bir ifade olan ‘kanunların eşit koruması’ bir anlama geliyorsa, politik olarak popüler olmayan bir gruba kongreye ait açık zarar verme arzusu yönetimsel meşru bir ilgi tesis edemeyecektir anlamına gelmek zorundadır”. Bu üzerinde düşünmeye değer bir düşüncedir. Gerçek bir sorunu çözmek yerine, bir grubun yaşam biçimine mesafe koymaya yönelik icraatlarda bulunan bir politika ayrımcıdır. Bu politika ayrımcı olduğu için eşitlik ilkesini ihlal eder.

    III
    Kendilerini aydın ve ön yargılardan uzak kabul eden medeni dostlarım da ön yargılarına yenik düşmektedir. Bu kişiler sembol politikasının problemini görememektedir, çünkü onlar da zihinlerinde muhtemelen sakallı Selefi babalarının ellerinden tutmuş, akın akın kreşe veya ilkokula giden küçük kız çocukları görmektedir. Kendilerine bunun gerçeği yansıtmadığı söylendiğinde, bu -aydın- kişiler, Orta Çağ zihniyetine sahip olmakla damgaladıkları kişilerle aynı tepkiyi vermektedirler. Daha büyük sorunların önlenmesi için başörtüsünün ortadan kalkması gerektiğini söylerken başörtüsünü nasıl asimile ettiklerini fark etmezler. Hatta başörtüsünü genital mutilasyonun ön aşaması konumuna getirecek kadar yanlış değerlendirirler. Başörtüsünün genç kızlara onarılamayacak zararlar verdiğini iddia ederler. Benim burjuva dostlarım Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nin Türkiye ve Fransa için biraz farklı durumlarda verdiği kararları hatırlatarak devlet babanın “zavallı kızları” fanatik öz babalarından korumasına anlayış göstermektedir.

    İşte bu noktada başörtüsü tartışmasında gerçeklerin görülmek istenmediğini görüyoruz. Bu tartışma gururla ön yargıların sunulduğu bir geçit törenidir. Bu ön yargılar taşıyıcılarının kimliklerinin dışa vurumuna hizmet ederler.

    IV
    Bu ön yargı yüklü tutum anayasa öğretisini değil, tercihen bunun uygulanmasını sağlayan sosyal psikolojiyi etkiler. Sosyal psikolojik bilgi, olguların, anayasal bağlamda anlam kazandıran normatif önemi alabilmesi için gereklidir.

    Sosyal psikolojik açıdan kişi, davranışlarını buna göre koordine etmek için insanların sosyal durumları nasıl anladıklarını bilmek ister. Böyle bir bilgi yoruma dayanır. Toplumların, üyelerinin durumları anlamasına ve sonuca varıcı çıkarımlar yapmasına yardımcı olan kuralları vardır (“Bu bir hakarettir, şaka olarak kabul edilir.”). Böyle kurallar koymak, sosyal psikolojik bir çıkarım geliştirmek anlamına gelir. Artık sosyal psikoloji sadece akademik bir disiplin değildir. Toplumun üyeleri olarak hepimiz birer sosyal psikoloğuz!

    Sosyal hayatımızla başa çıkabilmek için diğer kişilerin bazı sinyalleri nasıl anlamlandırdığına ilişkin hipotezler geliştirmemiz gerekir. Eğer bu bilgiye sahip olmasaydık, çevremizdeki diğer insanlarla kibarca iletişim kuramaz veya tam tersi onları incitemez, korkutamaz veya küçük düşüremezdik. Eğer bu bilgiye sahip olmasak başörtüsünün sosyal manası da gizli kalırdı. Başörtüsünün onu takan kişi ve onu başörtüsü içinde gören diğer kişiler için ne anlama geldiğini bilemezdik.

    Sadece reşit olmayan kız çocuklarının başörtüsü değil, genel olarak Müslümanların başörtüsüne ilişkin karşılaşılan yorumlara bakıldığında dikkate değer bazı özelliklerin olduğunu görmemek mümkün değildir. Başörtüsünün eleştirel gözlemcileri tarafından geliştirilen sosyal psikoloji ağırlıklı olarak ahlaki bir çaba içindedir ve bu sebeple çıkış noktası bakımından kendince haklıdır. Bu bakımdan, kinciliğin kreatif bir hâl alması durumunda neler olabileceğine ilişkin iyi bir örnektir.

    Kendini her zaman haklı gören kişileri öncelikli olarak dar görüşlülüklerinden tanırsınız. Onlar için çok anlamlılık, ambivilanslar ve oyun yoktur. Onlar başörtüsünün ne anlama geldiğini bildiklerini sanırlar. Onlar için başörtüsü sadece kadınların baskılanmasını ifade eder.

    Böylece başörtüsü takan kadınlar da dâhil olmak üzere her şeyin farklı bir manası olabileceği hesaba katılmaz. Genç bayanlar başörtüsünü farklı nedenlerle takıyor ve dolayısıyla farklı mesajlar vermek istiyor olabilir: Aydın anneye karşı duyulan öfke sebebiyle, Batı dünyasının güzellik baskılarına karşı bir isyan olarak, topluma karşı birliği savunmak amacıyla, bir şekilde ilgi çekmek, kendini gruptan soyutlamak ya da tam tersi gruba dâhil olmak için. Ayrıca onlarca yıldır süren başörtüsü tartışmalarının başörtüsüne anlamından bir şey kaybettirmediği de göz ardı edilmemelidir. Bu örtü, “normalleşmeye” karşı bilhassa, tüm direnişlerin boşuna olduğu koşullar altında direnişe hazır olmanın sembolü olabilir.

    Verilen kesin hükümden duyulan ahlaki haz feministçe artırılabilir. Başörtüsünün kızlara “cinsiyet“ kazandırdığı iddia edilmektedir. Görünüşe göre aslında cinsiyetsiz olan bir şey (çocuk) dış görünüş itibarıyla bir cinsiyete büründürülür ve böylece sömürü ve baskıya hazır hâle getirilir. Yani cinsiyet atfı bu yorumlamada bir nevi transendental istismar işlevi görmektedir. Bu, devamında gelecek olan her türlü “cinsel” şiddet ihtimalinin ön şartıdır.

    Başörtüsü muhaliflerinin sosyal psikolojisi, manaya ilişkin nüansları maskelediği için yalnızca tek yönlü özellikler göstermekle kalmaz, tek yönlülüğü savunmayanlara da cahil ve düşüncelerine de yanlış ahlaki duruşlarının bir göstergesi gözüyle bakılır.

    Bu durumda fazlaca kısıtlanan bir sembolün çok anlamlılığına, bu sembolün çekirdek anlamının tehlikeli olması sebebiyle önem verilmezse kendini daima haklı görenler haklı çıkacaktır. Bu anlamda bir moda aksesuarı gamalı haç sembolüne eşdeğer tutulabilir. Gamalı bir haçla veya bir Nazi üniformasıyla da “oynayabilirsiniz”, Prens Harry bir cadılar bayramı partisinde bunu göstermiştir. Fakat o da en kibar ifadesiyle bunun “yakışık” almadığını öğrenmek durumunda kalmıştır. Zira bu ateşle oynamaktır, çünkü nasyonal sosyalizmi oyunsallaştırmak onu masumlaştırmaktır. Bu sebeple böyle durumlarda sembolün şaka amaçlı olarak bile olsa kullanılması yasaktır.

    Başörtüsüne açık olarak ilk anlam yükleyenler için bu örtü görünüşe göre gamalı haç gibi son derece ciddi bir anlam içermektedir. Bununla oyun oynanmaz. Görünen o ki, bu kişilerin anlayışına göre Müslümanlar kadınlar için tıpkı nazilerin Yahudiler için olduğu kadar tehlikelidir. Fakat burada çok açık bir farkı gözden kaçırıyorlar. Buna, Müslümanların cinsiyetçi dünyasının başörtüsünün ortadan kalkmasıyla yok olacağına ilişkin garip bir inanç eklenmektedir. Bu düşüncenin arka planında neredeyse sihirli bir nedensellik görüşü yatmaktadır. Cinsiyetçiliğin başörtüsü ile ortadan kalkacağı düşüncesi, kültürün diğer cinsin (kadınların) aleyhine, ataerkil-heteroseksist bir etkinlik olduğu yönündeki feminist düşünce ile tamamen tutarsızdır. Başörtüsünün neden özel bir rolü olsun ki? İslam başörtüsüyle beraber ortadan kalkar mı? Politik İslam cinsiyetçi gerçek temelini kaybeder mi?

    Sonuç olarak tüm bunların ardında yabancı düşmanı bir “entegrasyon” düşüncesi yatmaktadır. Var olan düşünceye göre bu entegrasyon ancak “ötekiliğin” dış özellikleri ortadan kalktığında başarılı olacaktır. Tıpkı insanların milli eski kıyafetleri ile bir eve girip, evin diğer tarafından modern Amerikan tarzı kıyafetlerle çıktığı eski bir Amerikan töreninde olduğu gibi algılanmaktadır. Bu ritüel günümüzde literatürde, asimilasyon zorlamasına ve doalyısıyla entegrasyonun tam tersine bir örnek olarak yer almaktadır. Zira entegrasyon ancak farklılıkların normalleşmesi ile sağlanabilir.

    Kentsel Viyana’da böyle bir normalleşme deri pantolonun ve geleneksel kıyafet dirndl‘ın olumsuz yönde dikkat çekmemesi anlamına gelir. Viyana’da yaşayan Salzburglular entegre olmuştur, dikkat çekici ve taşralı bir görünüm sergileseler bile.

    Hıristiyan-Sosyal Vatan partisi yandaşlarının bunu okumaları durumunda bu fikrime katılacaklarını düşünüyorum. Fakat daha sonra gerçek entegrasyonun sadece başörtüsünün feda edilmesi ile gerçekleşebileceğini düşündüklerini itiraf etmek zorunda kalacaklardır.

    V
    Başörtüsü tartışmasında ön yargı kreatif bir hâl almakta ve bu olguya, yakından bakıldığında ahlakçıların kabusu haline gelen sosyal bir anlam yüklenmektedir. Bu bir kesinlik ve basit nedensellik dünyasıdır. Buna karşı gelmek mümkün müdür?

    Kendini daima haklı görenlerin kabus dünyası sadece “gerçek sanmaktan” ibaret değildir. Bu aynı zamanda sosyal bir gerçek olan bir hayal ürünüdür. Bu dünya hayal kırıklıkları karşılığında sağlamlaşan karşılıklı beklenti yapılarında da tezahür eder. Bir yaptırıma eş değer hayal kırıklığı olgusu, karşı tarafın görüşlerini önemsizleştirme politikasına dayanır. Bunlar geçerli olamaz çünkü gerçek değildir. Gerçek olamazlar çünkü çocuk dostu anaokulunda sosyalleştirilen insanların savunduğu liberal, yanlış bir düşüncenin ifadesidirler.

    Bu sebeple başörtüsü fobiklerin sosyal psikolojisi karmaşık, sosyal olguları basite indirgemesi anlamında gündeme sadece teorik bir problem getirmez. Aynı zamanda dolaylı olarak başkalarına sadeleştirme olarak görünen şeyin daima iyi bir eylemin peşinde olmak anlamına geldiğini iddia eder. Dolayısıyla bizi sosyal gerçekliği yorumlama mücadelesinde yorumlama yetkisinin nasıl paylaştırılacağı sorusuyla karşı karşıya bırakır.

    Peki buna nasıl başlarız? En iyisi doğrudan daima haklı olanların, kız çocuklarını ve genç kadınları onların baskılanmalarını normal gören bir ortamdan kurtarmak şeklindeki eşitlik taleplerinden başlamalıdır. Bu kişiler kız çocuklarına ve genç kadınlara sosyal vizyon kazandırmak istiyorlar; hem de zorla.

    VI
    Ve bu bizi Rousseau‘nun çıkış noktasına getiriyor: İnsanları zorlama yoluyla kurtarmak mümkün değil midir? Özgürlük mecburiyeti var mıdır ve eğer varsa olması uygun mudur?

    Rousseau‘nun çıkış noktasını dikkatli bir şekilde ele almak gerekir, özellikle de Kant‘ın aksine hukuki zorunluluk ile ahlaki yükümlülükler arasındaki farkın açık bir şekilde görmezden gelindiği Kantçılıkla karekterize olmuş bir ortamda. Zira haklı olduğunu iddia eden kişiler iç dünyalarında kategorik bir zorunluluk olarak gördüklerini takip etmenin insanları özgürleştireceğini var sayma eğilimindedirler. Baskı körlükten bağımsızlaşmıştır. Kişi itaatin sağladığı dönüşümlerden geçtiğinde, bu körlük gözlerinden pul pul dökülecektir.

    Hızlı sürücüler, artık başkaları için tehlike arz etmedikleri için yürütme organlarına teşekkür edene kadar cezalandırılacaktır. Eski zenginler, kamulaştırma yoluyla nihayetinde tür özünü keşfetme imkânına sahip oldukları için komünist komiserlere teşekkür edecektir. Sigara yasakları sigara içenleri rahata kavuşturur, zira onları bağımlılıklarından kurtarır. Çalışma zorunlulukları tembellikleri giderir.

    Yani “özgürlüğe zorlama” yoluyla pek çok şey yapılabilir. Yaşasın! Daha çok yasak! Bununla birlikte özgürlüğe zorlama imkansız değildir. Kişi kendisini mutsuz eden kararlar veriyorsa, kendi isteklerini değil de gizlice başka birinin sözünü dinleyemez mi? Başörtüsü takan Müslüman genç kızların ve kadınların, başörtüsü takma kararının kendi istekleri olduğunun kendilerine kabul ettirilmesine izin verdikleri için mutsuz oldukları var sayılmaktadır. Gerçekte aslında onların içinden kaynaklanmayan bu isteğin onları evde ve ocak başında yaşayan ölüler hâline getirdiği düşünülür. Sadece gelenek zincirlerinin kırılması ile bile kendi isteklerini keşfetmeleri için onlara yardım edilebilecektir.

    Özgürleştirme amacı güden bu tür bir zorlama Müslüman olarak büyüyen tüm kadınlarının iradelerini yabancı bir olgu olarak deneyimlediklerine ve mutsuz olduklarına dair yeterli delil varsa meşrulaştırılabilir. Bu olasılık inkar edilmemelidir. Fakat Katolik, Yahudi veya ateist olarak sosyalleşen kişilere oranla Müslüman kadınların daha fazla sayıda ve daha büyük oranda mutsuz olup olamadıkları belli değildir. Eğer “referans kişi” Freud haklıysa, o zaman kültür her biçimde kişiyi mutsuz etmektedir, zira dürtülerden feragat edilmesine dayanır.

    Şimdi ilgili kadınların yanlış bir bilince sahip olduğu ortaya atılabilir. Bu teze göre onların gerçekte (en derinde) mutsuz ve esaret altında olmalarına rağmen mutlu olduklarını ve özgür iradeleri ile geleneksel rollerini aldıklarını sandıkları savunulabilir. Ancak bunun böyle olduğunu nasıl anlayabiliriz? Kuşkusuz, insanların içsel sınırlamaları ve engelleri fark etmelerini sağlamak için bazı terapötik uygulamalar faydalıdır, ancak nihayetinde kişinin yanlış bir yanılsama içinde olup olmadığı ve hayal dünyasında yaşayıp yaşamadığı sadece o kişi tarafından açıklığa kavuşturulabilir. Bu, böyle bir şüphenin dile getirilemeyeceği anlamına gelmez, fakat kişinin yanlış bir algı içinde olduğunu kendisinin fark edemeyeceği iddia edilemez.

    Bununla birlikte devletin zorunlu eğitim bağlamında, genç kadınların özellikle öz iradeleri konusunda olmak üzere hür seçimler yapabilecekleri yeterliliğe kavuşacak şekilde gelişebilecekleri bir ortam hazırlamakla yükümlü olduğu söylenebilir.

    Eğitim bir bakıma, kurallara tabi iradeden özgür iradenin oluştuğu bir dizi disiplin önleminden başka bir şey değildir. Eğitim kendinden, sonuçta ortaya çıkan iradenin pedagojik tedbirlerini özgürce seçmiş olmasını bekler. Eğitimin içerdiği zorunluluk ancak bu koşul altında haklı görülebilir. Bu bağlamda karşımıza koşullu başlangıcın kendi kendini iyileştirmeye yönelik eski idealist paradoksu çıkmaktadır. Sonuç başlangıcı doğruladığında, geriye dönük olarak başlangıcın doğru olduğu görülür. Ebeveynlerim beni dağlara gitmem konusunda teşvik ettiği için bugün mutluyum. Çocukken mutlu değildim.Bununla beraber eğitim söz konusu olduğunda dikkatli olunmalıdır. Özel hayata, aile hayatına ve din özgürlüğüne saygı gösteren toplumlar, devlete doğrudan, Katolikliğin sadece rüştünü kazanamayan veya otoriter kişilikler ortaya çıkardığı ve bu sebeple ortadan kaldırılması gerektiği yönünde karar verme üstünlüğünü veremezler. Karşımıza çıkan soru, nihayetinde “doğru” özgürlüğün ortaya çıkabilmesi için genç insanları kimin disipline edebileceğidir?

    Yine, sahip olunan özgürlüğün iyi hissettirdiğinin ve özgün olduğunun, özgürlüğü kazanan kişinin kendisi dışında kimse tarafından tespit edilemeyeceğini görüyoruz.

    Nihayet özgürlük ve esareti herkes kendi içinde deneyimlemektedir. Dolayısıyla eğer çoğunluk, yetişkinler olarak hâlen açığa çıkmamış zorunluluklar içinde bulunduklarını hissettikleri için aile kurumunun ortadan kaldırılmasını amaçlamıyorsa, o zaman ailelere çocuklarını yetiştirme konusunda özgürlük verilmesinin bir mahsuru yoktur. Bu özellikle baba veya anne tarafından zorunlu kılınan başörtüsünün daha sonra her türlü özgür gelişimi dışlayacak şekilde beyin yıkamasına sebep olmasının beklenmediği durumlarda da geçerlidir. Ve eğer Müslüman kadınlar ailevi sosyalleşme sürecini tamamladıktan sonra kendi istekleri dışında yönlendirildikleri ve tahakküm altında tutuldukları izlenimine sahiplerse onlar için bu kısıtlayıcı ortamdan çıkış yolu bulunmalıdır. Müslüman ailelerden gelen kadınlar için fırsatlar sunmak ve fırsat eşitliği sağlamak başörtüsü yasaklarından daha önemlidir.

    Ne de olsa başörtüsü hakkında en çok konuşması gereken kişiler onu takanlar olmalıdır. Ve eğer başörtüsünün yanlış olduğunu düşünen bir grup oluşursa, o zaman bu grup siyasi olarak organize olmalıdır. Zira özgür bir toplum, inisiyatif kullanan insanlar için vardır. Sosyal açıdan zayıf olmak zayıflara göre değildir. Bu Hıristiyan-Sosyal Vatan Partisi liderlerinin pek de hoşuna gitmeyecekir. Ama bu böyle olmalıdır. Eğer sadece kendi istediklerimize veya Bay Gudenus’un isteklerine göre hareket edecek olursak temel hak ve özgürlüklerin güvencesine ihtiyacımız kalmayacaktır. Georg Büchner Danton’un Ölümü adlı eserinde Harault’un ağzından dökülen ifadesiyle bunu ironik olarak çok güzel bir şekilde ifade etmektedir: “Biz hepimiz birer soytarıyız, hiç kimsenin kendi soytarılığını bir başkasına dayatma hakkı yoktur.”

    *Prof. Dr., Viyana Üniversitesi, Hukuk Felsefesi Enstitüsü