SEYYİD HÜSEYİN NASR İLE FRİTHJOF SCHUON HAKKINDA
Siz yaşayan insanlar içinde Schuon’u en iyi tanıyan insansınız. Onu şahsen tanımanın yanında onun düşüncesini akademik çevrelere tanıtan ve yaygınlaştıran bir akademisyensiniz. Şuradan başlayalım: Schuon nasıl biriydi?
Öncelikle şunu söyleyeyim. Schuon çok utangaç biriydi. Başkalarının yanında hep çok ciddi görünürdü. Çok fazla gülmezdi. Ancak yalnız olduğunda ve onunla yakınlaşmaya başladığınızda kendini açmaya başlardı ve görürdünüz ki gerçekten harikulade bir espri anlayışı var. Çok akıllı ve zekiydi. Hem görsel hem kavramsal olarak her şeyin derinliğini görürdü. Onunla her şeyi tartışabilirdiniz, düşünsel yeteneği olağanüstüydü ve hiçbir ayrıntıyı kaçırmazdı. Eğer bir sanat eseri ya da bina görürse onun kaynağına nüfuz eder, sanatçının ilham kaynağına yönelirdi. Neden bu kadar hoş, güzel ya da çirkin olduğunu, eksiğini ve fazlasını görürdü. İstisnai bir görsel ve zihinsel zekâya sahipti.
Her tür zekâya sahipti diyorsunuz.
Evet, kesinlikle.
Yazılarından da açıkça görülüyor. Onu şahsen tanımak çok keyifli olmalı gerçekten.
Aynen öyle. Onunla 43 yıl süren bir tanışıklığımız oldu.
Nasıl tanıştınız?
1950’lerde önce MIT’de sonra Harvard’da öğrenciydim. MIT’deki ikinci yılımda bir takım hadiseler beni Rene Guenon’un eserlerine ve Gelenekselci Ekole yöneltti. Aynı dönemlerde de Ananda Coomaraswamy’nin eşi Dana Louisa Coomaraswamy ile şahsen tanışma fırsatım oldu. Coomaraswamy kütüphanesi Cambridge’teydiorayı çok seviyordum ve orada çalışma ve okuma fırsatı bulmak benim için inanılmaz bir şeydi. Fransızcayı İngilizce gibi okuyabiliyordum ve orada Gelenekselci Ekolün eserlerini yoğun bir şekilde okumaya başladım. Özellikle Fransa’da Guenon ve çevresi tarafından yayınlanan bir dergiyi [Etudes Traditionelles] dikkatle takip ediyordum ve bakın ki Schuon da bu derginin yazarlarındandı. Derginin eski ismiyle [La Voile d’Isis] basıldığı zamanlardan yeni ismiyle bilindiği zamanlara kadar [Etudes Traditionelles] hep yazmaktaydı. İlk makalesini 1932’de yayınladı ve Müslüman ismiyle yazıyordu. Okuyabildiğim her şeyi okudum. Almancadaki kitabını henüz okumamıştım. 1951-52 yıllarıydı, Dinlerin Aşkın Birliği İngilizceye henüz tercüme edilmişti. Bu kitap onun şiir ve denemelerinin ötesinde ilk metafizik kitabıydı. Bir kitapçıda gördüm Harvard meydanında. Hemen aldım ve hatırlıyorum bu adam bir sufi üstat, büyük bir düşünür ve filozof dedim kendime ve o andan sonra onu bulmaya çalıştım.
Fakat ona ulaşmam epey zaman aldı. 1956 yılında Harvard’dan Guenon okuyan ve Schuon’u bilen bir arkadaşım, yanılmıyorsam Schuon’un eski bir Amerika seyahatinde onunla tanışmış olabilir, fazla bilgim yok, her neyse Joseph Brown’ı tanıyordu ve bana onun irtibat bilgilerini verdi. Joseph Brown Amerikan yerli dinleri uzmanıydı ve onların ruhani mirasını inceleyen meşhur kitap Black Elk’in yazarıydı ve Arizona’da öğretmenlik yapıyordu.
Joseph Brown’la irtibata geçtim. 1956 Noel’iydi. Cambridge’ten kardeşim ve kuzenimle yola çıkarak 9 günlük uzun bir yolculuğun sonunda Arizona’ya vardım. Bu benim Schuon çevresiyle ilk kurduğum irtibattı. Beraber namaz kıldık, uzun uzun Schuon’dan konuştuk. Sonra Joseph ona benden bahseden bir mektup yazdı ve bana da onun adresini verdi. Ben de hemen Schuon’a bir mektup yazdım, o da hemen cevap verdi. Ardından 1957 yazında Lozan’a onunla buluşmaya gittim. Bu ilişkimizin başlangıcıydı ve bu ilişki kendisi ölene kadar devam etti.
Peki sizce Schuon’un önemi nedir?
Bunun pek çok boyutu var. Bir kere en temelde Guenon’u tamamlıyordu. Schuon geleneksel öğretileri sadece teorik incelemiyordu, o her zaman hakikati pratikte yani bizzat en üst seviyede yaşıyordu. Dolayısıyla bu pratiğin parçası olarak Şâzelî tarikatının bir kolunu Avrupa’ya getirmişti ve Şâzeliyye’nin Avrupa’da önde gelen şeyhlerinden biriydi. Her yerden, sizin ülkenizden, Amerika’dan ve Avrupa’dan onu ziyarete gelirlerdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Çiştîler Hollanda’da varlık göstermeye başlamışlardı ve etkililerdi, farklı yerlerden, San Francisco’dan vesaire birçok kimseler, örneğin Inayet Khan gibi bu tarikata gelir giderdi. Ancak bu Fransızca ve İngilizcede de dedikleri gibi bir tür salon sufizmiydi; ciddi değildi çünkü şeriatı bir kenara bırakmışlardı. Ancak Şâzeliyye’nin Schuon’un bağlı bulunduğu kolu ise Batı’ya gerçek anlamda tasavvufu getirmişti. Bu bakımdan Schuon’un önemi fevkaladedir. Schuon bir yandan Batılılara Doğu öğretilerinin pek çok farklı yönlerini açmıştı ve bu bakımdan Guenon ve Coomaraswamy’yi tamamlıyordu; öte yandan Doğuluların kendisine de bunları açıklıyordu. Bunların yanında Schuon sanat ve geleneğin başka uygulamalarını da çok derinden inceledi; zaten kendisi de büyük bir ressamdı biliyorsunuz. Olağanüstü sanatsal sezgileri vardı. En yakın arkadaşlarından olan Titus Burckhardt da bir İslam sanatı uzmanıydı. Gerçekten sıra dışı, esrarlı bir sanat anlayışına sahiptiler. Schuon kendi öğretisini Guenon ve Coomaraswamy’den farklı anlatıyordu. Örneğin Coomoraswamy’yi okursanız onu anlarsınız ve bu sizi fikirsel olarak dönüştürür ama varoluşsal olarak dönüştürmez. Ancak Schoun’u onun inanç dünyasını pratik etmeden anlayamazsınız. Abdest almadan, namaz kılmadan onu anlayamazsınız çünkü o dini düşünce olarak değil bir varoluş biçimi olarak, tüm ritüel ve pratikleriyle birlikte tatbik ediyordu. Dolayısıyla bugün de güncel olan dinler arası ilişkiler ve dinlerin aşkın birliği üzerine olan çalışmalarda Guenon ve Coomaraswamy’den daha nüfuzluydu. Ancak Fransa’da akademiden tamamen dışlandı çünkü Guenon’la ilişkilendiriliyordu. O dönemlerde Fransa’da kimse akademide Guenon’dan konuşamazdı. Ondan bahsettiğiniz anda üniversiteden atılırdınız. İnanılmazdı. İngiltere o kadar katı değildi ancak Guenon orda pek bilinmiyordu. Ancak sonraları Schuon’un yazıları Amerika’da, özellikle üniversitelerde bilinmeye başlandı. Tabii asıl olarak Fransızca yazıyordu ve bu da düşüncelerinin yayılımını kısıtlıyordu.
Peki Schuon’un düşüncesini metafizik düşünce tarihinde nereye koyarsınız?
Bir açıdan elbette metafiziğin tarihi yoktur.
Evet siz öyle diyorsunuz…
Bir keresinde Henry Corbin bana dedi ki doktor Nasr hadi beraber felsefenin anti-tarihi diye bir kitap yazalım [gülüyor]. Tabii demek istediğinizi anlıyorum. Şöyle cevap vereyim. Batı düşünce tarihi açısından bakarsak, iki büyük metafizikçi olan Angelus Silesius ve Jacob Boehme gibi Orta Çağ mistik düşünürlerinden bu yana Schuon gibi biri çıkmamıştır Batı’da. Meister Eckhart gibi biri…
Kadim düşünürleri de hesaba katarsak?
Tabii tabii kadim metafizikçiler de var, Platon ve Plotinus’u saymayacağım çünkü onlar bütün Batı uygarlığının temelini attılar, ancak Schuon çok yüksek bir seviyeye sahipti tıpkı Pseudo-Dionysius ve Boethius gibi, Batı uygarlığı ve Hıristiyanlık tarihi içinde.
İslam açısından ise durum tabii daha da ilginç zira o bizim geleneğimizin tartışmasız biçimde en büyük metafizikçilerdendi; İbnü’l Arabî, Molla Sadrâ ve benzerleri gibi, hem filozof hem de sufiydi. Özellikle Sühreverdî’ye yakındı, onu çok severdi. Schuon’u Sühreverdî’yle ben tanıştırmıştım. Sühreverdî mantıksal düşünce ile işrâkı birleştirmişti ve Schuon ondan etkilendi zira mantıksal düşünceye karşı değildi. Çok önemli bir felsefe kitabı olan Mantık ve Aşkınlık adlı kitabında bundan bahseder. Bu bakımdan İslam felsefesine ve Sühreverdî’ye çok yakındı. Biliyorsunuz Hikmetü’l İşrâk mantıkla başlar ve ekstazla biter, tek bir kitap. Batılı düşünürler bunu pek anlayamazlar çünkü Batı düşüncesinde mistisizm mantık karşıtı bir şeydir. Bertrand Russel’ın Mistisizm ve Mantık kitabında olduğu gibi, Batılı filozoflar bunu kaybettiler ve mantığa gömüldüler, bunları karşıtlık olarak gördüler. Hâlbuki İslam geleneğinde böyle değildir. Bu bakımdan Schuon geleneksel İslam düşüncesini çalışmıştır. Sühreverdî ve Molla Sadrâ’yı biliyordu ve benimle de onları çok konuşurdu.
Schuon’un bir başka boyutu da modernlik eleştirisiydi. Bu bakımdan Guenon ve Coomaraswamy’yi yakından takip etmiştir. Ancak onlardan ileriye de gitmiştir. Örneğin Guenon’un İslam’la ilgisi Arap dünyasıyla sınırlıydı, ve Hıristiyanlık anlayışı da sadece Batı Avrupa ile sınırlıydı, Ortodoksluğu neredeyse hiç bilmiyordu. Şiiliği, Sünniliği ve Doğu İslamı’nı, Türkiye’yi, Pakistan’ı bilmiyordu. Schuon öyle değildi, özellikle birbirimize yakınlaştıktan sonra Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’yi, Molla Câmî’yi, Sühreverdî ve diğerlerini daha derinden inceledi. Çok evrensel bir İslam geleneği anlayışına sahipti. Guenon da çok güzel bir Müslüman’dı tabii, 20 yıl Kahire’de yaşadı, orada Müslüman mezarlığında yatıyor. Ancak Schuon İslam entelektüel geleneğinin tamamını değilse de çoğunu kucaklayan çok daha geniş bir perspektife sahipti. Mesela Hint ya da Malay İslam’ını bilmiyordu ama bunlar çok da merkezî olmadığından bunu bir eksiklik olarak görmemek gerekir.
Schuon Arapça okuyabiliyor muydu?
Tabii, buluştuğumuzda hep Arapça başlar sonra Fransızcaya dönerdik. Arapçayı çok güzel yazardı, Mağrip usulüyle hat yazardı. Gayet de güzel okurdu.
Peki Farsça?
Hayır. Bu geleneği paylaşan üç büyük düşünür, Schuon, Burckhadt ve Lings, ki hepsi arkadaşlarım olur, hepsi Arapça biliyorlardı. Lings Kahire’de uzun yıllar yaşadı. Onun klasik Arapça bilgisi fevkaladeydi. Burckhardt da Kuzey Afrika’da yaşadı ve klasik Arapçayı iyi bilirdi, hatta yöresel lehçeleri bile biliyordu. Schuon’un Arapçası onlar kadar iyi değildi ama yine de iyiydi. Schuon Arapça kitap yazmak istiyordu. Bana sorardı. Ona Arapça kitaplar yolluyordum. Ancak Farsça bilmiyordu. İran geleneğini, Ebûbekir Sirâceddin’i, sonradan keşfetti. Zaman zaman Câmî ve Rûmî’den Fransızcaya tercümeler yapıyordum. Bayılırdı onların güzelliğine. Ama Farsça bilmiyordu.
Schuon İslam’ı hangi kaynaklardan öğrendi? Nasıl Müslüman olduğunu biliyor musunuz?
Tabii, anlatayım. Schuon’un babası daha Schuon doğmadan önce annesine Binbir Gece Masalları’nı okurmuş. Schuon yamuk burnunu göstererek, ”Doğduğumda ben Araplara benziyormuşum.” diye şaka bile yapardı. Almanya’da İslam popüler edebiyat üzerinden biliniyordu ve o daha çocukken bu yolla İslam’la tanışmıştı. Sonra ise o daha gençken Avrupa’ya gelmiş olan bir Marabutla tanıştı ve ondan çok etkilendi. Bu Marabut bir Müslüman’dı. Schuon’un anlattığına göre bir gün kendisinin de bulunduğu bir mecliste Marabut yere bir çember çizmiş ve çemberin içine de tam merkezinden geçmek suretiyle boydan boya pek çok çizgi çekmiş. Sonra da bu çemberin insanlığı, içindeki çizgilerin ise tanrının dinlerini temsil ettiğini ve hepsinin çemberin merkezinde kesiştiğini söylemiş. İşte Schuon’un dinlerin aşkın birliği fikri ilk bu karşılaşmadan doğmuştu, Batı Afrika’dan gelen Marabut’tan.
Gençken çok çok Plato ve Plotinus okudu. Sonra Guenon’a rast gelip Paris’e çalışmaya gitti. Orada bizzat İslam’la tanıştı çünkü Paris’te çok sayıda Cezayirli ve Faslı vardı. Paris Camisi’ni sık sık ziyaret etti ve orada ders aldı, Arapça öğrendi. Hayatında ilginç bir an vardır ki çok anlamlıdır. 1920’lerde, daha gençken. Kendisi hem bir Katolik hem de Protestan olarak yetiştirilmiştir, ailesinin bir tarafı Katolik bir tarafı da Protestan’dır ama kendisi bu iki inançta da aradığını bulamaz. Kendisini tamamen bir dine adamak ister. Metafizik ve mistik olarak canlı bir dine. Gençken, ne bir Hıristiyan ne bir Müslüman ne de bir Yahudi iken, bir gün çok dua eder. İlle bir din söylenecekse kendisi tabii ki Hıristiyan’dır, ama küçüklüğünde ayinlere fazlaca katılmış olsa da o zamanlarda katılmaz.
Bu hikâyeyi bana, Notre-Dame yakınlarındaki, Seine nehri kıyısındaki evinde kendisi anlattı. Evinde çokça dua etmiş ve demiş ki, “Dairemden çıktığımda göreceğim ilk işaret bana gerçek dinimi gösterecektir, ben de ona inanacağım.” Dairesinden çıktıktan birkaç metre sonra kalabalık bir Faslı süvari bölüğü görmüş. O zamanlar Fas, Fransa’nın bir sömürgesi. Ama o sarıkları içerisinde, mızraklarıyla geçen merasim kıtasını görmüş ve işte bu bir işaret, demiş ve Paris Camisi’ne gitmiş, Müslüman olmuş. Ayrıca orada, daha sonra Tahran’da Şeyhülislam olan İranlı Dr. Hasan İmami’den İslam hakkında eğitim almış. O da Lozan’dan benim arkadaşımdı. Schuon’la ne zaman karşılaşsak Dr. Hasan İmami’nin hâlini hatırını sorardı.
Schuon İbnü’l Arabî’nin kitaplarını okumuş muydu?
Hepsini okumadı tabii ki ama Fusûsü’l Hikem’i okudu…
Arapçasından mı okudu?
Arapçasından okudu, Arapça yazardı da. Ayrıca gençken Tercümânü’l Eşvâk’tan bir şiiri de Fransızcaya çevirdi. Evet, Tercümânü’l Eşvâk’ı ve Fusûsü’l Hikem’i çok seviyordu. Ama o zamanlar Fransa’da bir düşünce akımı vardı, sufi olmak için İbnü’l Arabîci olmanız gerektiği düşünülüyordu. Bu ikisi aynı şey olarak kabul ediliyordu ve başka bir şeye bakmanıza gerek yoktu. Schuon bu görüşe karşıydı. İbnü’l Arabî çok büyük bir metafizikçi ama tasavvufu ve İslam’ı yorumlayan tek kişi değil. Daha sonraki yıllarında da İbnü’l Arabî’den ziyade Rûmî’ye daha çok bağlandı. Ama her zaman İbnü’l Arabî’nin çok büyük bir metafizikçi olduğunu düşündü.
Schuon (Abdulkerim) Cîlî’ye de atıf yapıyor.
Tabii ki, o da aynı ekole mensup.
O’nun kitabını da okuyor.
Evet, kitabını, İnsan-ı Kâmil’i okudu. Titus Burckhardt o kitabın bir kısmını Fransızcaya çevirdi, De l’Homme Universel. O kitabı Schuon önermişti kendisine. Cîlî’yi çok beğenirdi.
Kelam kaynaklarına aşina mıydı kendisi?
Evet, kendisi İslam kelamındaki farklılıklar üzerine bir metin yazdı. İmam Eş’arî’nin eserlerini ve diğer eserleri okudu. Kendisi kelamla pek ilgilenmiyordu ama yine de bilmek istiyordu, kendisinin Eş’arî iradeciliği olarak adlandırdığı şeyi bilmek istiyordu.
Hem kelamı hem de Gazzâlî’yi bir kelamcı olarak Allah’ın iradesiyle ilgili görüşlerinden dolayı eleştiriyor evet. Özellikle Eş’arî kelamının kudret-merkezli yaklaşımını eleştiriyor ve İbnü’l Arabî’nin rahmet-merkezli anlayışını benimsiyor. Onun kelam perspektifiyle ilgili neler söylersiniz?
Bu iyi bir soru olmayabilir çünkü kendisi bir metafizikçiydi ve farklı itikatlar [theologies] hakikatin farklı savunulma biçimleridir, ona ulaşma biçimleri değil. Bundan dolayı kendisinin farklı itikatlar arasında bir tercihi yoktu ve tüm itikatların hem kuvvetli hem de zayıf noktaları olduğunu anlamıştı. Bunların bir geçmişleri ve tarihleri vardı ama metafizik değildiler, ki metafizik tüm hakikati kapsar.
Peki kendisi başka Müslüman filozofları, mesela Kindî’yi ya da Fârâbî’yi okudu mu?
Evet, kendisi hem Kindî’yi hem de Fârâbî’yi okudu. Müslüman filozoflara karşı benimle karşılaşmadan evvel de saygısı vardı. Ama ilgisini özellikle Sühreverdî çekti.
Schuon, çoğunlukla dinî çoğulculuk meselesiyle olan ilişkisinden dolayı popülerleşen perennial felsefe ile birlikte anılıyor. Fakat bana öyle geliyor ki, bu durum onun kapsamlı, yoğun ve sistematik metafizik anlayışını gölgede bırakıyor ve kendisi büyük bir metafizikçi olarak bilinmek yerine bir “perennialist” olarak anılıyor. Sizce Schuon’un genel olarak metafiziğe ve özelde İslam felsefesine yaptığı en önemli katkı nedir?
Kendisi perennialistti. İslami vahyin temeli budur. Biz Hz. Âdem’in ilk peygamber olduğuna inanıyoruz. “Lailaheillallah”ın değişmediğine inanıyoruz, en başından beri orada olduğuna. Perennializm budur, geri kalan her şey ikincildir. Bu anlamda her Müslüman bir perennialisttir.
“Philosophia perennis” terimi Latinceden ya da Yunancadan gelmemiştir, Arapça ve Farsça bir terimden gelir. “El hikmetü’l hâlide”, “Cavidan hirad”, ki bu da muhtemelen daha sonraları Latin Avrupa’ya geçmiştir. Orta Çağ’ın erken dönemlerinde perennialist felsefeye dair bir atıf bulunmaz.
Benim için problemli olan nokta şu ki Schuon hakikaten çok büyük bir metafizikçi ve Plotinus, Platon, Meister Eckhart ve ayrıca pek çok sufi metafizikçinin doktrinlerini özümsemiş ve kendi doktrinini kurmuş bir isim, son derece sistematik bir metafizik anlayışı var. Fakat büyük metafizikçilerden biri olarak tanınmak yerine, bir perennialist olarak biliniyor.
Meseleyi tamamen yanlış anlıyorsunuz. Perennializmin kalbinde metafizik yer alır. Eski zamanlarda, Meister Eckhart gibi, Tao te Ching’i ya da Taoizm hakkında hiçbir şey okumamış, Bhagavad Gita’ları okumamış birinin metafizikçi olması mümkündü; zira medeniyet farklılaşmıştı. Ama kendisi bir metafizikçiydi ve bilmemesine rağmen kesinlikle bir perennialistti, zira diğer bütün gelenekleri bilmeye imkân ve gerek yoktu. Fakat St. Augustine de “İsa’dan önce hakikat vardı.” der. O’ndan öncekiler de direkt bağlantıları olmamasına rağmen hakikatten haberdarlardı. Yani mesele bir ya/ya da önermesi değildir. Schuon büyük bir metafizikçi ve aynı zamanda bir perennialistti.
Evet, anlıyorum. Fakat burada benim mesele ettiğim şey, büyük bir metafizikçi olan bir kimsenin metafizikçi yönünün vurgulanması gerektiği. Sizin perspektifinizden ve benim de katıldığım perspektiften perennialist olmak hakiki anlamda metafizikçi olmak demek; fakat Batılı ve bu meselelerle ilgilenen birçok insan için durum böyle değil.
Bunlar anlamsız, tamamen anlamsız, bunları önemsemiyoruz. ABD’de Maynard Hutchins’in perennial felsefesi bile, ister Tanrı ister ruhlar dünyası olsun, aynı felsefenin, düşüncenin tüm dünyada bulunduğunu söyler ve kendisi Gelenekselci olmamasına, bizden biri olmamasına rağmen, bu hususta o da bunu söyler. Perennialistler aynı hakikatin dünyanın bütün bölgelerinde ve köşesinde bulunduğuna inanır. Bu durum da büyük bir metafizikçi olmakla çelişmez. Bütün büyük metafizikçiler söze Tanrı’nın güneş gibi olduğunu söyleyerek başlarlar ve ışık da her yere ulaşır. Çok sayıda tikelci metafizikçi yoktur; sayıları oldukça azdır bunların.
Schuon için Ekberî (İbnü’l Arabî ekolünden) bir düşünür diyebilir miyiz ve neden?
Hayır. Köklerini Arapça ve Farsçadan alan Ekberî terimi son zamanlarda oldukça popüler oldu ve bu terim sufi denilen kişinin direkt olarak İbnü’l Arabî’yi takip eden kişi anlamına geldiğini söylüyor. Abdurrahman Câmî bir Ekberî, Nablûsî bir Ekberî ve hatta Abdulkâdir el Cezâirî bir Ekberî’dir. Fakat Kübreviye tarikatının İbnü’l Arabî’nin öğretilerinden bazılarını almış olmasına rağmen Orta Asyalı büyük şahsiyet Necmeddîn-i Kübrâ, Ekberî değildir. İslam âleminde böyle yapılmamış, Ekberî öğretileri alınmamış olsaydı hiçbir şey kalmazdı; zira İbnü’l Arabî’nin etkisi her yere yayılmıştı. Bundan dolayı Malezya’dan Fas’a herkes Ekberî idi. Fakat biz bu terimi İbnü’l Arabî’nin öğretilerini entelektüel olarak takip etme anlamında kullanıyoruz ve sonra da daha ezoterik anlamda, gizli bir meşrep olarak amelleri yapma anlamında.
Schuon kendisini bir Müslüman olarak tanımlıyor muydu? Namaz kılmak, oruç tutmak gibi İslami vecibeleri düzenli olarak yerine getiriyor muydu?
O zamanlar var olan İslam karşıtı unsurlardan dolayı kamusal alanda kendi şahsiyetini gizlemeye çalışırdı ama herkes biliyordu tabii. Gençlik dönemlerinde sokağa geleneksel kıyafetlerle çıkardı ama sonraki zamanlarında bunu yapmıyordu, dışarı sarıkla çıkmıyordu. Batılı fötr şapka giymez, hasırdan bir şapka giyerdi ve Pakistanlıların giydiği gibi bir ceket giyerdi. Cellabe falan giymezdi dışarıda ama bunları evinde giyerdi. Evinde her zaman geleneksel kıyafetler giyerdi. Ölene kadar her zaman namaz kıldı. İslami vecibelerini, namaz, oruç vs. tamamen yerine getirirdi.
Başka bir dinin ibadetlerini de yerine getirir miydi?
Hayır, bu birçok insanın düştüğü bir yanlış. Amerika yerlilerinin dinlerini severdi ama o dinin içine hiçbir zaman katılmadı, pratiklerini uygulamadı.
İslam dünyası şu anda siyasi ve bir noktaya kadar da sosyolojik bir krizin içinde. İslam düşüncesinin de bir kriz içinde olduğunu düşünüyor musunuz?
Elbette, tabii ki bir krizin içerisinde ama aynı zamanda yarım yüzyıldır sürmekte olan birçok önemli gelişme ve hareketlilik var. İslami düşüncenin ve geleneksel düşüncenin Coomaraswamy, Guenon, Schuon, Burckhardt, Lings gibi insanların da çok büyük katkı sağladığı bir yeniden canlanma var. Şimdi de Malezya’dan Fas’a ve Arap dünyasından ziyade özellikle Türkiye’den, İran’dan ve Hind-Pakistan bölgesinden genç araştırmacılar var. Modernizmin meydan okumalarına karşı cevabın gelenekten geldiğini, geleneğin Batı’yı ve modern dünyayı derinden kavramak ve İslami geleneği canlandırmak noktasında önemli olduğunu gören birçok genç araştırmacı ve düşünür var. Yarım yüzyıldır devam eden entelektüel ve manevi cihat var.
Bir savaş kaybettiğimiz, birçok Müslümanın modernleştiği, doğru. Tüm bunlar doğru. Ama insanlar aynı zamanda İslam entelektüel geleneğini yeniden keşfetmeye çalışıyorlar. Türkiye’deki durum mesela. Şu andaki durumu, İslam felsefesine, düşüncesine, bütün İslami olan şeylere karşı olan ilgi açısından Atatürk’ün zamanıyla karşılaştırın. İbrahim Kalın, benim İslam felsefesinde geçirdiğim 50 yıllık kariyerimdeki en iyi dört-beş öğrencimden biridir, birinci sınıf bir düşünürdür. Erdoğan onun gitmesine izin vermiyor. Ama kendisi Georgetown’a ait; kendisi orada hocaydı. Ama sizin genç araştırmacılarınızdan birçok kişiyi de tanıyorum.
1960’larda Türkiye’ye gidiyordum ve bambaşka bir Türkiye’ydi o zamanlar. Çok göze çarpan bir fark bu. Entelektüel dünyanın açılması, sadece Batı’yı taklit etmiyor oluşu vs. Tabii ki hâlâ Boğaziçi Üniversitesi gibi üçüncü sınıf Batılı düşünürleri okutan yerler var ama Türkiye’de aynı zamanda coşku ve hareket var ki bu çok iyi, çok cesaretlendirici.
Günümüz Türkiye’sinin İslam düşüncesine katkısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin İslam düşüncesine asıl katkısının şimdi olabileceğine inanıyorum. Zira Osmanlı zamanında Türk entelektüel hayatı büyük oranda Fars ve Arap unsurlarının etkisi altındaydı, özellikle de Fars unsurlarının. Çok önemli düşünürler üretti tabii Dâvûd-i Kayserî gibi örneğin. Daha sonrasında çok az Osmanlı düşünürü Arapları ve Farsları okudu. Ama son birkaç on yıldır genç Türk düşünürler bu hususlar hakkında daha esastan düşünmeye ve hem gelenek içinden hem de sekülerizmden İslam’a ve modernizme katkı sağlamaya çalışıyorlar. Bu durum gittikçe yayılıyor ve diğer İslam ülkeleri bunu fark ediyorlar ki bu çok önemli.
Schuon’un yazılarında İslam’a özel bir önem atfetmemesine rağmen sizin Gelenekselciliğe, sufi ve İslami bir ton kazandırmaya çalıştığınıza dair eleştiriler var.
Bu sadece bir saçmalık. Öncelikle biz Gelenekselciler bütün geleneklere saygı duyuyoruz. Evet, Schuon Konfüçyanizm hakkında Hıristiyanlık kadar çok şey bilmiyordu, bundan dolayı da Hıristiyanlıktan bahsetti ve Konfüçyanizm’den hiç bahsetmedi. Her yazar her gelenek hakkında yazamaz. Ben İslam hakkında Orta Çağ Hıristiyanlığından daha çok şey biliyorum, bundan dolayı da ona ağırlık verdim. Bu durum ana prensibi değiştirmez.
Son olarak felsefi problemleri çözme noktasında neler tavsiye edersiniz?
İlk adım bir Orta Çağ bilgesinin öğüdü: “Kendini bil.” Bu aynı zamanda bir hadis: “Kendini bilen Rabbini bilir.” Türkiye’nin yarı Batılı bir ülke olduğu düşüncesi yanlıştır. Bizim Osmanlı zamanında çok zengin bir entelektüel geleneğimiz olmuş. 700 sene dünyanın önemli bir kısmını yönetmiş olan Osmanlı’da felsefeye ve tarihe dair bir tane bile İngilizce kitap olmaması bir utanç değil midir? Tamamıyla utanç verici bir durum. İlk adım, kendini bilmek. Burada İranlı, Türk, Arap fark etmez, bu milliyetçiliği bir kenara bırakmalı. Fârâbî Türk’müş, İranlıymış fark etmez, ne dediği önemlidir, ona dikkat etmek gerekir. Onlar, bizim kardeşler olarak kendilerini paylaşabileceğimiz kadar büyükler. Sonuç olarak İslam entelektüel geleneğini bilmek gerek. Eğer siz Osmanlı-Türk tarafını vurgulamak istiyorsanız olur, İranlı da Fars tarafını vurgularsa o da olur. Bunlar bir ağaçtır, birbirinden ayıramazsınız. Evrensel bakış açısına sahip olun. Bu geleneği iyi öğrenin ve sonrasında bu temelleri bugün var olan problemlere uygulayın. Bundan geçiminizi de sağlarsınız, entelektüel geleneğe katkı da sağlarsınız ve toplumdaki herkese de yardım edersiniz. Zira düşünmek toplumdaki her şeyin kalbidir. Avrupalıların giydiklerini giyiyoruz ve onları kopyalayıp bu konu hakkında hiç düşünmüyoruz, ki o güzelim kıyafetlerimize yazık oldu. Ama orada yaptığımızı düşüncede de yapacak olursak ayrı bir millet, ayrı bir kültür, ayrı bir insanlık olarak yok oluruz. Ya da dünyada ikinci sınıf, alakasız unsurlar hâline geliriz. Sayılmak için kendi geleneklerimize tam anlamıyla sadık olmamız gerekiyor.