“ALLAH’IN PEŞİNDE YİRMİ BİN FERSAH” OĞUZ ATAY’DA DİN NEREYE TEKABÜL EDER?

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • Doğu Batı sorunsalı olarak adlandırılan problematik neredeyse üç yüz yıldır bu toplumun zihinlerini meşgul etmektedir. Tanzimat’ın ilk döneminde Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi devrin ediplerince tartışılan, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminden günümüze kadar devam eden ve farklı görüşteki edebiyatçılarımız tarafından irdelenen bir sorunsaldır. Bu sorunsalın en temel hususiyeti Din-i İslam’dır. Zaten mezkûr sürecin kahramanlarına ve eserlerine bakıldığında da nihayetinde mevzunun buraya gelip dayandığı, tıkandığı müşahede edilecektir. Bu sorunsalda Ahmet Mithat Efendi Doğu’nun yani İslam dininin tarafında iken, Gürpınar Deli Filozof gibi eserleriyle eleştirel ve muarız konumdadır. Reşat Nuri Güntekin, Yeşil Gece’sinde başta İslam idealini savunan fakat zamanla laik cumhuriyetle uzlaşan bir karaktere yoğunlaşır. Peyami Safa olumlu içeriği fazla bir din anlayışını savunmuştur. Halide Edip Adıvar Vurun Kahpeye’de olumsuz bir din adamı tipi yaratırken, Doğu Batı sorunsalının konu alındığı Sinekli Bakkal’daki Batı düşüncesini temsil eden Peregrini’nin karşısına Mevlevi dervişi Vehbi Dede’yi koyarak tarafını gözler önüne sermiştir.1

    Şu da açıktır ki bu dönemde din hep sosyolojik bir olgu olarak tartışılmıştır. Bireysel tecrübenin öne alındığı bir tavır, gelenek oluşamamıştır. Bu dönemde ve hatta bugün de ciddi bireysel tecrübelerden yola çıkılarak tartışılan topyekûn bir inanç krizinden söz etmek pek mümkün değildir. Elbette bireysel örnekler mevcuttur. Lakin Batı’nın 19. yüzyılda yaşadığı ve yalnızca edebiyatı değil düşünceyi de derinden etkileyen inanç krizine benzer bir temayülü buralarda bulabilmek pek mümkün değildir. 60 sonrası bireyselleşme sürecindeki münferit örnekleri ve siyasal İslam’ın yükselmesine paralel olarak gelişen İslami edebiyatı da dâhil ederek söyleyebiliriz ki din ya da inanç krizi bu süreç içerisinde daima sosyolojik ve ideolojik boyutuyla mevzubahis edilegelmiştir.

    Münferit planda da olsa 60’lı yıllarda bireysel ve hatta varoluşsal kaygılara tesadüf edilmeye başlanır. Bu dönemin en önemli eserlerinden sayılabilecek, Saatleri Ayarlama Enstitüsü Türk modernleşmesinin kıyasıya hicvedildiği bir romandır. Tanpınar’ın “dengesiz, arayış içindeki kişileri aracılığıyla” hem Batılıların yaşama azabı dedikleri topyekûn bir derinliği yaşayan, hem de dikkatle gözlemlediği çevresiyle alay eden ve doğuştan yenilgiyi kabul eden Hayri İrdal’ın şahsında devrin ruhunu anlatmaya çalışmıştır.2 Bu dönemde de din Doğu Batı sorunsalının gölgesinde arzıendam eder. Bireysel plandan ziyade ideolojik zemindeki karşılıkları üzerinde yoğunlaşır edebiyatçılar. Türk modernleşmesinin taklit düzeyinde kalmasına itiraz eden kimi aydınların, “bilinçaltına itilmiş olan dinsel ve kültürel değerleri modernize” ederek ortaya çıkmaları bu aralarda ortaya çıkan, İslami hareketin edebiyattaki var olma çabasına da cesaret verir.3 Fakat bu yöndeki eserler söz konusu inanç krizini, derinlemesine incelemekten ziyade, konumlarındaki tepkiselliğin de yardımıyla bir kurtuluş tezine kurban etmiş ve hedefi ıskalamıştır.

    Bu dönemde bireysel anlamda inanç bunalımına ya da krizine dikkat çeken isim Oğuz Atay’dır. Elbette ki Atay’ın romanlarına yansıtmak istediği husus bireysel bir inanç krizinden ziyade Türk modernleşmesinin krizi idi. Bu elbette çözülen bir toplumun ve köklerinden kopan kendisinden uzaklaşan bireyin hikâyesiydi. Lakin bu hikâyenin içinde bireyin yaşadığı inanç krizi de yeri geldiğince ele alınmıştır. Atay’ın samimiyeti, zamanın ruhunu yakalamadaki mahareti modernleşme derdindeki Türk aydınının inanç krizine değindiğinde kendisini göstermiştir. Elbette ki Atay’ın din meselesini, inanç krizini eserlerinde enine boyuna ele aldığını söylemek safdillik olur. Lakin eserlerine dikkatli bakıldığında modern insanın inanç problemine dair keyifli ve nitelikli ipuçlarına rastlamak ziyadesiyle mümkündür.

    Tutunamayanların Tehlikeli Oyunları
    Oğuz Atay’ın doğduğu yıllar, “Türk toplumunda büyük bir dönüşümün yaşandığı bir zaman kesitidir.”4
    Merdud Osmanlı ve makbul Cumhuriyetin henüz bir arada yaşadığı bir ailede doğan Atay, resmî ideolojinin reddetmeye ve yaratmaya çalıştığı dünyaları en doğal hâliyle teneffüs etme imkânına sahip olmuştur. Okul öncesi çocukluğunun geçtiği Kastamonu’dan5
    babasının milletvekili olması sebebiyle Ankara’ya gelmesi inşa edilmeye çalışılan tarzı hayatın şantiyesinde yaşamasını sağlamıştır. Buradaki gözlemleri, krizleri, çelişkileri ve terbiyesi romanlarında hep belirgin olagelmiştir.

    19. yüzyıl romanının yaslandığı alan, Tanrı’nın görmezden gelindiği ve bütün itirazlara rağmen aydınlanmanın hâkimiyetini ilan ettiği bir alandır. Bu yüzyılın sonları ve onu takip eden yüzyılın başlarında Marcel Proust, Henry James ve Joseph Conrad, James Joyce, Gide, Dostoyevski, Kafka, Musil, Nabokov ve Faulkner gibi yazarların adı geçer. Söz konusu yazarların birçoğu Tanrıya, dine inancını yitirmiş, romanlarında modern bireyin tecrübe ettiği inanç krizini işlemiş ve bundan kurtulmak amacıyla sanata sığınmaya çalışmışlardır.6 Saydığımız bütün bu yazarların, Oğuz Atay’ın etkilendiği yazarlar olduğu bilinmektedir.7
    Atay’ın modernist edebiyatın uzak bir kıyısında ve elbette ki kendi bireyselliği ve biricikliğinin hâkim olduğu bir hâletiruhiyeyle bu inanç krizi mirasını tevarüs etmiş olabilir.

    Jale Parla, Oğuz Atay’daki inanç bunalımından söz ederken, biraz da peşin bir hükümle ‘Baskıcı ve ezberci bir eğitimden geçen, ne inancında ne biliminde kendi dili olmayan bu Cumhuriyet çocuğu, doktriner eğitimden geçmiş çoğu kişinin saplandığı bir dindarlık döneminden sonra yadsıma ve inançsızlığa varır.’ der.8 Modern tecrübenin derinliklerinden geçen ve dine, bu tecrübeyle bağlantılı olarak yer vermeye çalışan herkesin, inançsızlık suçlamasına maruz kalması yüksek bir ihtimaldir.9 Atay da benzer bir ithama maruz kalmaktadır. Parla, Atay’ın sözde inançsızlık tecrübesini açıklamaya çalışırken Joyce’un biyografik özellikler taşıyan romanı Sanatçının Bir Genç Adam olarak Portresi’nin kurgu karakteri Stephen Dedalus’a benzeterek meşruiyet arayışına girer. Joyce’un romanını okuyan herkes bilir ki, Stephen Dedalus koyu Katolik eğitimi veren bir papaz okulundan mezun olmuştur. Oysa Stephen Dedalus’un aksine Atay cumhuriyetin laik eğitim veren okullarında, dinî değerlerin yüzeysel kültürel kabuller olarak yaşamına müsaade edildiği samimi bir cumhuriyet ailesinde yetişmiştir. Hâliyle Dedalus’la benzerliği kabul edilebilir olsa da bir takım temel farkların unutulmaması gerekmektedir.

    Atay’ın içine doğduğu bu ortamı ilk romanı Tutunamayanlar’ın şarkılar bölümünde görebiliriz. “Terli bir uyanıştan sonra tam üç yaşında/ Düştü yatağa baygın. Ağlayarak başında/ kuran okur annesi; bir açılsa gözlerin. Ne diyorsun Allah’ım, duyulmuyor sözlerin.” Şarkıdan da anlaşılacağı gibi din bir gelenek olarak varlığını sürdürmektedir. Fakat son dize önemlidir. Bu dizeyle Atay, Tanrı’nın sözlerinin pek işitilmediği bir coğrafyada yaşadığını işaret ediyor gibidir. Bu coğrafyada yaşıyor olmaktan mütevellit Atay’ın ya da karakterlerinin, hayatları boyunca ciddi bir inanç krizinin muhatabı olduğu açıktır.

    Mezkûr inanç krizinin ilk nüvelerini Selim Işık’ta görebiliriz. Dördüncü şarkıda baharın ilk günlerinde yaptığı bir geziyi anlatan Selim yolunun duvarları yıkık köhne bir mezarlığa çıktığından söz eder. Bu mezarlık Cumhuriyete miras kalan ve artık tahtından indirilmiş dini temsil ediyor gibidir. Şarkının devamında, Gülsüm ablasının yaptığı cehennem tasvirleri ve annesinin kıldığı namazdan etkilenerek içinde bir eksiklik hissi duyduğunu görürüz. Gülsüm ablasının yaptığı cehennem tasvirleriyle Joyce’un katıldığı ayinde papazın sayfalarca süren vaazı ciddi benzerlikler taşımaktadır. Şarkıda dinin cezalandırıcı yönüyle erken yaşta karşılaşan bir çocuğun hâletiruhiyesi anlatılmaktadır. Selim Işık belki de bu korkunun etkisinde kalarak ‘fakir arkadaşı’ Sabri’yle ilk din tecrübesini yaşar; beraber namaz surelerini ezberlerler, Ankara’da cami cami gezerler. Yaz biter ve Selim Işık ‘yaz dindarı’ olarak krize yelken açar. Selim Işık’ın tecrübesi Atay’ın gerçek yaşamındandır.10 Selim bu tecrübeyi ömrünce unutmaz ve hatta romanın bir yerinde neden ‘yaz dindarı’ olduğunu açıklama ihtiyacı duyar. Dilekleri yerine gelmemiş, Sabri kadar kolaylıkla bu hayata intibak edememiştir; ayrıca onun “dine bağlılığı, günlük sorunlarına bir çözüm getirmemiş ve çocukların mahallede ona saldırmalarını engellememiş, herkes kötülüğünde ısrar etmiştir.” Burada dikkatlerden kaçan husus “kötülükte ısrar”dır, bu bize Batı düşüncesindeki “kötülük problemi” hatırlatır. Atay hayran olduğu yazarların bilinçaltındaki İsevi özü farkında olmadan teneffüs etmiş gibidir. Zaten Selim yaşadığı toplumun dinî tecrübeleriyle olan göreceli ve kısa süreli ilişkisinden hemen sonra Hz. İsa’yla tanışır. Onun istediği gibi olacağına dair kısa bir mektup yazar. Bu tanışıklıkla birlikte, roman boyunca devam eden kutsal kitaplara göndermeler, İsa’yla ilgili pasajlar sıklaşır.

    Tutunamayanlar’da, Selim Işık’ın İsa peygamberle özdeşleştirilmesi ehlince malumdur. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında yazılan Yakup Kadri’nin Yaban romanını saymazsak, bildiğimiz kadarıyla, İsa peygamber Türk romanında ilk defa bu kadar kapsamlı bir şekilde Atay’la birlikte yer almıştır. Yaban’da Yakup Kadri, Hz. İsa figürünü Mustafa Kemal’le özdeşleştirerek bir alegori yaratmaya çalışmış, onun kurtarıcı kimliğini vurgulamak için bizzat Hz. İsa’nın hayatından, İncil ve Tevrat’tan yaptığı yoğun alıntılara başvurmuştur.11
    Oysa Tutunamayanlar’da, yer yer Selim Işık’la özdeşleştirilse de, Hz. İsa başlı başına bir kurtuluş figürü olarak yer almaktadır. Bu anlamda, Atay, Yakup Kadri’den çok Dostoyevski’ye yakınlaşmıştır denilebilir. Atay’ın denediği bu yöntemi, Atay’dan yıllar sonra Nihat Genç’te de görmek mümkündür. Genç Dün Korkusu adlı romanında İsa karakterini modernliğin, yapaylığın ve samimiyetsizliğin karşısına konumlandırmıştır.

    Atay’ın Hz. İsa Selim Işık özdeşleştirmesine ilk defa ikinci şarkıda tesadüf ederiz: “Dünyaya bir daha gelişinde, çocuk ve korkusuz yaşamak ister sürekli” ve bu dizenin hemen altındaki “ikinci gelişinde çırılçıplak dolaşacak…” dizesi okunduğunda, bir inanışa göre dünyaya ikinci defa gelecek İsa hatırlanmaktadır. Romanın devamında da sürekli İsa’yla ilgili anekdotlar, yorumlar, doğrudan yahut dolaylı olarak Eski Ahit’e göndermelere rastlanır. Atay Selim Işık’la İsa arasında bu bağı kurarken ya da genel olarak romanlarında İsa’ya bu kadar yer verirken neyi amaçlamıştır? Uçman’ın iddia ettiği gibi Atay kurtuluşu İsevi Hıristiyanlıkta arayan samimi bir şüpheci midir,12 yoksa kendini tam anlamıyla Ecevit’in ve Moran’ın ifadelerinde bulan devrimci bir İsa figürüyle mi karşı karşıyayızdır? Ecevit, makul bir yaklaşımla Hz. İsa için “pasif direnişte tutunamayanların en büyük temsilcisi” yorumunu yapmıştır. Yine aynı doğrultuda, tersinden bir yaklaşımla da olsa benzer görüşlerin farklı çalışmalarda tekrar edildiğini görebiliriz. Hz. İsa’nın tutunamayanların arketipi olduğunu iddia edip İsa’nın karşıtı olarak “küçük burjuvaziyi değil, “ıstırabı paylaşmayanlar, kalbi temiz olmayan, sevgi ile uzatılacak bir elleri olmayanlar,” hülasası insan olma hususunda ciddi eksiklikleri bulunanları kabul ettiğini düşünenler de vardır.13
    Burada muhafazakâr bir refleksle hareket eden Uçman’dan ziyade eleştirel literatür içerisinden konuşan Moran’ın haklı olduğu açıktır. İsa’nın dinî bir isim olmaktan ziyade artistik bir sembol, imge olduğu aşikârdır. Atay da mahir bir romancıdan beklendiği gibi romanın sınırları içerisinde kalmış, kendi yaşadığı inanç bunalımını sıradan bir hidayet arayışından ziyade estetik bir kriz olarak kurgulamış ve sahnelemiştir.

    Atay’ın, Dostoyevski’de olduğu gibi, romanlarında kullandığı Hz. İsa figürünü, kendisine diğer ‘göksel kişi’lerden daha yakın bulduğu düşüncesi zihin kurcalayabilir.14
    Mesela buradaki şüpheyi Uçman da fark etmiş olmalı ki, Selim Işık’ı neden “Hz. Muhammed değil de Hz İsa ilgilendirir, Kur’an yerine İncil okur’ diye sorar.15
    Bu soru bu coğrafyadaki okur seviyesinde makuldür. Lakin bir Batı formu olan romanın ciddiyetle tartışıldığı yerde ve onun gerçekliğiyle birlikte masum ve gereksiz bir soruya dönüşür. Muhtemelen, Ecevit’in değerlendirmesindeki ‘diğer göksel kişiler’ ifadesinde de Uçman’ın yorumu kadar açıklıkla söylenmese de İslam peygamberi kastedilmektedir. Fakat her iki yorumda da bir takım ciddi eksiklikler mevcuttur. Atay, yaşadığı çevrede sosyalizmin savunucularındaki sığlık ve samimiyetsizliği görerek yalnızlaşmış ve bu yalnızlığını Hz. İsa’nın kimliğinde bulan metafizik çağrışımları da yüklenen artistik bir arayışla aşmaya çalışmış gibi görünmektedir. Onun erken ölümüyle yarıda kesilen bu arayışında, başvurduğu İsa figürü daha çok tarihsel ve mitolojik bir karakter olarak yer almaktadır. Atay’ın en çok etkilendiği yazarlar hakkında yukarıda yorum yapmıştık. Batı romanında İsa’nın, haklı kültürel sebepleriyle birlikte, sıklıkla kullanıldığından haberdarız. Mesela Kazancakis, ‘Günaha Son Çağrı’ adlı romanında bizzat İsa’nın hayatını hikâye etmiştir. Samuell Beckett’in kült eseri Godot’yu Beklerken’de Estragon hayatı boyunca kendisini İsa’yla özdeşleştirdiğini söylemektedir. Fakat bütün bunlardan çok daha dikkat çekici olanı Dostoyevski’dir. Onun Budala adlı romanında Prens Mişkin, Karamazov Kardeşler’inde Alyoşa/ Aleksi Karamazov bire bir İsa’yla özdeşleştirilmiştir. Bütün bunlar hatırlandığında İsa’nın bir edebî figür, artistik imge olarak metinde var olduğu ihtimali güçlenir. Hâliyle Atay’ın romanlarına Hz. İsa bir dinî figür olarak değil, romanın teknik unsurlarından biri olarak davet edilir.

    Atay’ın modernist bir romancı olarak kutlu bir saflığı temsil etmesini istediği kahramanını Hz. İsa’yla özdeşleştirmesinde anlaşılmayacak bir taraf yoktur. Samimi bir Hıristiyan olan Dostoyevski’nin aksine Atay, Yakup Kadri’nin başvurduğu kadar analojik olmayan ama Dostoyevski’deki gibi dindar saiklerle de oluşturulmamış bir Hz. İsa figürüyle karşımızdadır. Selim Işık’ın bir paragrafta, “İsa-Mesih problemi çözülemez, ben İsa-Mesih kavramını bir aksiyom olarak kabul ediyorum.” ifadesi bunu ele verir. Oysa hemen peşinden kendisinin de belirttiği gibi Dostoyevski’nin İsa’ya olan inancından övgüyle bahseder ve şöyle der: “onun vardığı inanç, şiddetli denemelerden geçmiş.” Burada da aynı tereddüt vardır, çocukluğunda Sabri’nin mümin tavrını kıskanan Selim Işık, yetişkin bir adam olduğunda da değişmez; Dostoyevski’nin imanına gıpta ettiğini söyler. Yine Dostoyevski’nin Ecinniler’inde Shatov’un “Rusya’ya inanıyorum, Ortodoksluğa inanıyorum… İsa’ya inanıyorum, ben, Tanrıya da inanacağım,” deyişine benzer bir deyişle, inanma isteğini dile getirir Selim Işık. Burada odaklanılması gereken nokta Atay’ın Hıristiyanlığa olan ilgisinden ziyade köklerine dair şüphesi ve endişesidir.

    Atay’ın krizi de burada aşikâr olur. Köklerine dair şüphe ve endişesini Batı romanından transfer ettiği estetik bir numarayla çözmeye ya da örtmeye gayret eder. Atay’ın İsa’sı, Dostoyevski’nin samimiyetle inandığı Mesih’in aksine, teselli veren kurgusal, estetik bir figürdür. Renan’la Kazancakis’in çizdiği karakterler arasında bir yerlerdedir. Hem tarihsel bir karakter gibi eleştirilir, hem de kutlu bir kişilik gibi övülür. Yine de Atay İsa’yı açıkça bir kurtuluş olarak görmez. Kendi krizini kurgularken başvurduğu Batı patentli bir figürdür. Uçman’ın iddiasına değil ama imalarına hak verilebilir. Atay’ın İsa figüründe İslam’ın Hz. İsa’sı hiç yoktur. Başta ifade ettiğimiz köklerine dair şüphe ve endişenin bu eksiklikle daha aşikâr olduğu ortadadır.

    Atay’ın din dünyası İsa’ya sınırlı değildir. Bizzat kendi ailesinden gördüğü tecrübelerden, okuduğu kutsal kitaplardan alıntıladığı birçok unsur vardır. Mesela Kur’ân-ı Kerîm Tutunamayanlar’da iki yerde geçer; biri şarkılar bölümünde ikincisi ise Selim Işık’ın günlüklerinin son kısımlarında. İslam’dan pek söz edilmez bu romanlarda. Sözü edilen dinî göndermelerin azamisi Hıristiyanlık ve Yahudilik kaynaklıdır. Mesela, Atay’ın ikinci romanı ‘Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet’i bir yerde ‘Bilge, Bilge neden beni yalnız bıraktın’ derken ‘Tanrım, beni neden terk ettin’ diyen İsa’yı çağrıştırır. Yine aynı paragrafta ‘İmkânsızlık duvarında ağlıyorum albayım’ diye yakınan Hikmet, Yahudilerin ağlama duvarına telmihte bulunur. ‘Tutunamayanlar’daki son akşam yemeği sahnesi bizzat İsa’nın hayatından birebir alıntılanmıştır. Atay günlüğünde roman karakterleri üzerine değerlendirme yaparken ‘Bunların yaşayıp yaşamadıkları tam belli değildi’ der ve Renan’a selam eder. Tutunamayanlar’da Selim’i intihar etmeden önceki son günlerinde ciddi bunalımlar geçirirken görürüz. Genelev bölümünde Turgut ‘ben iki kitapla olağanüstü işler başarırım’ der, İncil ile Hamlet’i kastederek. Selim Işık’ı 15 Mart’ta, Jale Parla’nın dediğine göre, “inanmadığı Allah’a yalvarırken” görürüz. ‘16 Nisan’dan sonra tarih bile atmaz yazılarına’ der Parla. Burada Nietzsche’nin delirdiği son günlerinde yazılarını ‘Çarmıha Gerilen’ diye imzalayan Nietzsche anımsanabilir. Selim Işık son bir ümitle intihar etmemek için İsevi Hıristiyanlığa sığınmayı dener; fakat tutunamaz. ‘Din, depresyonun önemli duraklarından biridir’ der Parla.16
    Bu depresyondan, ne çocukluk arkadaşı Sabri gibi sıradan ne de hayran olduğu Dostoyevski gibi hastalıklı imana sahip olamadığı (ya da tutunamadığı mı demeliydik) için, kurtulamaz.

    Atay’ın karakterlerinin yaşadığı inanç krizi üzerine çalışırken, yalnızca İsa ve kutsal kitaplardaki alıntılardan söz etmek yeterince aydınlatıcı olmayabilir. Bu krizin pratik tezahürleri de söz konusudur. Uçman, Atay’ın krizini yorumlarken çocukluğunda yaşadığı tecrübeyi hatırlayarak Selim Işık’ın “geleneksel olarak da olsa yetiştiği muhitin tesiriyle kulaktan dolma bir din kültürüne sahip” olduğunu ve bu tecrübe neticesinde Allah korkusu ve günah duygusundan hayatının sonuna kadar kurtulamadığını iddia eder.17
    Parla’nın iddia ettiği ve yukarıda alıntıladığımız depresyonun böylesi bir duyguyu tetikleyeceği ortadadır. Gerçekten de her iki romanın sayfalarında dolaştığımızda bu yorumu destekleyecek birçok metine rastlarız. Onun içine doğduğu tarzı hayatın normallerinden biri olan cinsellikle arasının problemli olması manidardır. Tutunamayanlar’ın bir bölümünde Turgut’un ‘sevişin ama zina etmeyin’ sözü Atay’ın, bir anlamda sorunlu cinselliği, hayatının erken döneminde içine girdiği dinsel kimliğin bir kalıntısı gibi görünür. Yine Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet “Dünyada çok yalan var albayım! Dünyaya katılmaya devam edersek bu yalanlardan kurtulamayız,” diye yakınır. Başka bir yerde Selim Işık ömrü boyunca inanç krizlerine muhatap kalan bir ‘yaz dindarı’ olarak Sabri ile ilişkisi hatırlanabilir.

    Hülasa edersek, Selim Işık ya da Atay’ın söz konusu buhranla boğuşan diğer karakterleri ne İslam dinine ne de Hıristiyanlığa karşıt ya da yandaştır. Romanlarında bu kadar samimiyetle düşüncelerini serdeden Atay’ın haberdar olduğunu bildiğimiz dinlerden birini yekdiğerine tercih etmesi pek makul görünmemektedir. Bu daha çok doğallığı yer yer tartışmalı rüşeym bir inanç krizi olarak değerlendirilebilir. Özellikle Babama Mektup’ta müşahede edilen hâletiruhiyeden yola çıkarak söylersek Atay’ın içi boşaltılmış, riyakâr ve iki yüzlü geleneklere karşı olduğu iddia edilebilir.

    Atay da karakteri Selim Işık gibi samimi bir şüpheci olarak inanmak istemiş, şüphe etmiş, sorgulamış ve sonunda yaşadığı hayata dayanamayıp estetik bir kaçışla intihar etmiştir. Selim Işık’ın böylesi bir hayata katlanamayıp sonunda intihar etmesiyle Atay’ın estetiğin alanına sığınması arasında pek fark yoktur. İkisi de gerçeklikten kaçmak suretiyle intihar etmiş sayılabilir. Selim’in intiharı çocukluğundan itibaren bildiği Hz. İsa’ya rağmen olmuştur. Atay da “Ben iç dünyama dönüyorum orada hayal kırıklığına yer yok” der Tutunamayanlar’da. Oysa hayatın kuşatıcı sıradanlığından kaçarken kendine yakalanan yazar, orta yolu tavsiye eden bir gelenekten ziyade ucu seküler ve estetik bir çilecilikten Hıristiyani perhizkârlığa uzanan Batılı bir tavır içerisinde gibidir. Tam burada, Selim Işık’ın İslam’dan ziyade Hıristiyanlığa yaklaştığı düşünülebilir. Uçman haklı gibidir. Atay’ın karakterlerindeki Hıristiyanlığa sığınma arzusunun söz konusu inanç krizinden kurtulma çabaları olarak kabul edileceğini ifade ettikten sonra bu çabalarda İslam dini yerine Hıristiyanlığın tercih edilmesinde farklı kaygılar olduğundan söz eder ama buna açıklık getirmez.18
    Bize göre ise gerçek bir tutunamayan olarak hayatı boyunca tehlikeli oyunlar oynar Atay. Ama hep estetize edilmiş bir alanın içerisinde trajediye göz kırpar ama pek de yüz vermez. “İşi gülünçlüğe vurup kurtarıyorum kendimi” diyen bir yazarın trajediyle de arası açıktır. Belki de bu yüzden Hilmi Yavuz’un bir yerde dediği gibi arada kalmışlığı atlatabilmek için trajikomediyi seçmektedir; çok daha evvelinde Tanpınar’ın yaptığı gibi.

    Son olarak Oğuz Atay üzerine yazılmış yazılarda onun Hüseyin Rahmi Gürpınar’la herhangi bir ilişkisine rastlamamış olsak da, özellikle tanrıyla yaptığı konuşmaları Gürpınar’ın Deli Filozof’un Tanrı’yla konuşmasına fazlasıyla benzemektedir. Yine de Atay, romanlarının hiçbir yerinde Gürpınar’da olduğu gibi ne dini ne de Tanrı’yı doğrudan hedef almıştır. Atay’la Gürpınar arasındaki bu belirgin fark başta ifade ettiğimiz sosyolojik/ideolojik bakışın daha estetik ve bireysel alana aktarıldığına bir delil olarak da sunulabilir. Gürpınar doğrudan inancı hedef alırken, Atay arada kalmış, inanmak isteyen insanın buhranlarıyla meşgul olur.

    Sonuç Yerine
    William Barrett, on dokuzuncu yüzyıl yazarlarının yaşanan huzursuzluğu sosyal bir eleştiriye değilse bile manevi bir açılıma dönüştürme imkânları olduğundan söz eder. Bunda ne kadar başarılı oldukları farklı bir çalışmanın konusudur. Dostoyevski, Kafka, Joyce gibi birçok yazar romanlarında bu huzursuzluğu işlemişlerdir. Mesela Barrett’in kastettiği anlamda bir açılımın Dostoyevski’de olduğu muhakkaktır. Karamozof kardeşlerde Dostoyevski, “İnsan ruhu şeytanın tanrıyla çarpıştığı bir savaş alanıdır.” der. Bu, kadim kültürlerde karşılığını bulan düalist bir yaklaşıma telmihten ziyade modern dünya içerisinde yaşayan insanın çelişkilerini anlatmak için kullanılır gibidir. Dostoyevski’nin hayatının ilk yıllarında dinin hissedilir bir rolünün olmaması karşısında hayatının sonraki dönemlerinde dindar bir kimlikle anılmayı istediği bilinmektedir.19
    Kafka, zengin ve samimi bir Yahudi olan babasından uzaklaşırken bir anlamda dinden de uzaklaşmıştır. Fakat onun için de “bir inançsızlık ve umutsuzluğun değil, daha çok bir inanç sınavının, inanç içinde sınanmanın sanatçısıdır.”20 denilir. Son olarak James Joyce’u hatırlayalım. Joyce’un Ullyses’i için Jung ‘Batılı olmayan bir ruha sahip olduğunu’ ifade eder ve bu kitabı beyaz ırkın ihtiyaç duyduğu kutsal kitap olarak tavsiye edecek kadar Doğulu bulduğunu söyler.21
    Atay’ın bütün bu isimlerle teşriki mesaisi herkesin malumudur. Kendi biricik hikâyesinde bu isimlerin izleri de sürülebilir. Lakin muhatap aldığı ya da olduğu inanç krizini estetize ederken soluduğu havada fazlasıyla etkin oldukları aşikârdır. Atay’ın hikâyesi erken tamamlandığı için Barrett’ın söylediği gibi bir manevi açılım arayışını net göremeyiz. Lakin eserlerinde ve kendi hayatında belli belirsiz izlerini görmek ziyadesiyle mümkündür.

    ‘Yazmak Oğuz Atay’da tümüyle ontolojik bir işleve sahiptir; iç dünyanın soluk alıp vermeye başlaması, yaşamla buluşması anlamına gelir,’ der Yıldız Ecevit. Sonra da ekler: ‘Yazmak, yaşamak demektir’. İsmet Özel de şiire böylesi bir ontolojik bağla bağlanmıştır.22
    Burada şunu sormadan edemeyiz: Acaba Oğuz Atay yaşasaydı onun hayatında da İsmet Özel’inki gibi ciddi metafizik bir dönüşüm gözlemlenebilir miydi? Bu spekülatif bir sorudur elbette. Ama onun geç dönemlerinde çoğu arkadaşının tasvip etmediği Kemal Tahir hayranlığında da görüldüğü gibi bir dönem aynı fikirleri paylaştığı arkadaşlarıyla ayrışacağı ve gittikçe yalnızlaşacağı ihtimal dâhilindedir. Bu yalnızca Atay’ın derdi değildir. Türkiye’de toplumsal ve kültürel değişimleri dert edinmiş edebiyatçılarımızın çoğu, Tanzimat’tan bu yana ciddi bir gerilim kaynağı olan gelenek-modernlik çatışmasının hâkim argümanlarından sakınarak kendilerini, Doğu-Batı sorunsalı olarak da isimlendirilen, daha muğlak ama daha emin bir alana çekmeyi tercih etmişlerdir. Bu çatışmanın en şiddetli dönemlerinde tesadüf ettiği gerilimi kendine dert edinen Şinasi tüm hastalıklı samimiyetiyle bu gerilimi bertaraf edebilmek için politikanın pratik dünyasından uzaklaşmış23
    ‘Deizm’e göz kırpmıştır.24 Tevfik Fikret Aşiyan’a sığınarak bir anlamda kendi ‘ümitsizliğinin doruklarına’ çekilmiştir. Hüseyin Rahmi hurafeler dünyasına karşı savaşırken o hurafelerin bereketli topraklarında yetiştiği hakikati de yaraladığını anlayamayacağı bir ortamda oyalanmıştır. Tanpınar, Yahya Kemal’den aldığı ilhamla ziyadesiyle ihtimamla kurgulanmış bir medeniyet kavramının salim kıyılarında karar kılmıştır. Doğu Batı sorunsalının en önemli temsilcisi olarak kabul edilen Tanpınar’ın takipçisi olan Oğuz Atay ise kara ve acı bir mizaha sığınmayı tercih etmiştir. Hilmi Yavuz’un söylediği gibi, trajediyi değil trajikomediyi tercih etmiştir. En başlarda edebiyat ortamında sosyalist kimliğiyle arzıendam eden Oğuz Atay, ilerleyen dönemlerinde Türkiye’deki sosyalizm savunucularının sığlığı ve samimiyetsizliğini görerek yalnızlaşmış ve bu yalnızlığını İsa’nın kimliğinde ifadesini bulan, yer yer metafizik bir arayış olarak değerlendirilebilecek metinleriyle aşmaya çalışmıştır. “Tanrım hep önsözlerde kalıyorum” diyen Atay, yine önsözde kalmış ve hayata gözlerini yumarak arayışını tamamlayamamıştır.

    William Barrett İrrasyonel İnsan’da “Din artık bir zamanlar olduğu gibi insan yaşamının tartışmasız merkezi ve hâkimi değildir ve kilise artık insanın varlığının nihai ve sorgulanamaz sığınağı olma özelliğini kaybetmiştir. Bu değişimin en derin anlamı, aslında sırf zihinsel düzlemdeki bir inanç kaybı şeklinde bile ortaya çıkmamıştır…” diyordu. Türk toplumunda da böylesi ciddi travmalara sebep olacak bir değişim gerçekleşmiştir. Hatta bu hâlihazırda da yan etkileri zenginleşen ve tüm hızıyla devam eden bir süreçtir. Bu değişimde dinin merkezî yeri kaçınılmaz. Dine dair yorumların, düşüncenin, tespitlerin muhatabı da sorumlusu da entelektüel kesimdir. Oysa bu ciddi mesele Türkiye’de ya magazin seviyesinde ya da fazlasıyla oryantalist ya da estetik bir seviyede tartışılmıştır. Bu mezkûr ve mukadder sürecin sağlıklı irdelenmesine mani olmuştur. Bugün dindarlığın devlet eliyle teşvik edilmesi de, gençlerin Deizme yöneliyor olduğu endişesi de aynı sürecin yan etkileridir. Türk düşüncesinde, siyasetinde ve edebiyatında birbirine benzer tepkilerle hayat bulan ve nihayetinde bütün şiddetiyle gündelik hayata sirayet eden krizin boyutlarını ön yargılardan arınmış bir yaklaşım ve ciddiyetle incelemek elzemdir. Bu konuda edebiyat tarihi hâlen hakkı teslim edilmemiş önemli bir kaynaktır. Mevzubahis ettiğimiz Atay ise bu krizin izlerinin sürülebileceği en nitelikli örneklerden biridir.

     



    1. 1 Çelik, Yakup, “Cumhuriyet Dönemi: Roman 1920-1960”, Türk Edebiyatı Tarihi, C. IV, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s.217.
    2. 2 Gündüz, Osman, “Cumhuriyet Dönemi: Roman 1960 Sonrası”, Türk Edebiyatı Tarihi, C. IV, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s.297.
    3. 3 A.g.e., s. 330.
    4. 4 Ecevit, Yıldız, Ben Buradayım, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007, s.25.
    5. 5 Ecevit, a.g.e., s.34.
    6. 6 Moran, Berna, Türk Edebiyatına Eleştirel Bakış II, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 263-264.
    7. 7 Ecevit, a.g.e., 252,253.
    8. 8 Parla, Jale, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.212.
    9. 9 Barrett, William, İrrasyonel İnsan, Çev. Salih Özer, Hece Yayınları, Ankara, 2003, s.23
    10. 10 Ecevit, a.g.e., s.50..
    11. 11 Karaosmanoğlu, Y. Kadri, Yaban, İletişim Yayınları, sırasıyla s. 26-28-146.
    12. 12 Uçman, Abdullah, “İnsanımızın Romanı: Tutunamayanlar”, Oğuz Atay’a Armağan İçinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007, s.167.
    13. 13 Moran, II, 268.
    14. 14 Ecevit, a.g.e., s.295.
    15. 15 Uçman, a.g.e., s. 171.
    16. 16 Parla, a.g.e., s.218.
    17. 17 Uçman, a.g.e., s.170.
    18. 18 Uçman, a.g.e., s.171.
    19. 19 Carr, E. Hallett, Dostoyevski, İletişim Yay., İstanbul, 2002, s.267.
    20. 20 Kafka’daki inanç problemi için bkz. Kafka’da İnanç ve Umutsuzluk, Çev. Kamuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, 2000.
    21. 21 Barrett, a.g.e., s.65.
    22. 22 Tüzer, a.g.e., s.89-107.
    23. 23 Öğün, S. Seyfi, Türk Politik Kültürü, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000, s.50.
    24. 24 Mermutlu, Bedri, Sosyal Düşünce Tarihimizde Şinasi, Kaknüs Yayınları, 2004, İstanbul.