TÜRKİYE’DEKİ VE BATI’DAKİ FİLM FESTİVALLERİNE KÜLTÜREL ORYANTALİZM/SELF-ORYANTALİZM VE KENDİLİK MESELESİ ÜZERİNDEN BİR BAKIŞ DENEMESİ
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, sanatın mabetleri olan müzeler, yerini olmasa da sanatsal prestijini bienal ve festivallere bırakmaya başladı. Film festivallerinin ortaya çıkışını bu paralellikte okumak anlamlı olabilir. Avrupa merkezli başlayan ve giderek her ülkede “sanat filmlerinin” gösteri alanı olan film festivallerinin, Türkiye gibi Müslüman ülkelerde yürürlüğe sokulan versiyonları, Batılı örneklerinin aşırı-yorumları olageldi çoğunlukla.
Cannes, Venedik, Berlin gibi büyük film festivalleri, dünyanın her yerinden filmlerin görücüye çıktığı yerler değildi sadece; aynı zamanda, dünyaya film modası dayatılan “görme biçimlendirme merkezleri” olarak işlev gördüler. Bu festivallerin Türkiye gibi Müslüman ülkelerdeki görünümleri de farklı olmayacaktı elbette. Kültürel modaların işlenip cilalanması anlamında, “bizim” festivallerimiz kraldan fazla kralcı olacaktı her zaman.
İstanbul Film Festivali’ni 1990’ların başlarından itibaren düzenli olarak takip eden, o festivalde yılda otuz beş, kırk film izleyen ve bu seneki festivalde de kırkın üzerinde film izlemiş birisi olarak, Cannes, Venedik, Berlin gibi “baş-festivallerin” İstanbul Film Festivali gibi “baş-altının da altı festivallerdeki” yansımalarını görmek her zaman ilgi çekici olmuştur benim için. Kültürel kodlamaların üretildiği, üretilen bu kodlardan görme ve gösterme biçimlerinin türetildiği bu merkezler, Doğu’ya veya Müslüman dünyaya bakışta da oryantalizmin elit, kibar ayağı olarak işlev gördüler. Doğu’dan ya da Müslüman ülkelerden kabul görecek filmlerden tutun da, Doğu’yu ya da İslam dünyasını anlatmaya yeltenen filmlere kadar her dönem değişik modalar etkili oldu bu festivallerde. Bu durum, film festivallerinin politik konjonktürden asla uzak dur(a)madığını, ama daha da önemlisi, politik değişkenliğin karşıtı olarak tutarlı/değişmez bir oryantalist kültür ürettiğini göstermesi açısından üzerine düşünmeye değerdir.
Batı’daki film festivallerinden, İstanbul Film Festivali’ne, Bosna’ya, hatta Fecr Film Festivali’ne kadar, her “seçimin” benzer bir globallik “namına” yapıldığını ifade etmek bu anlamda çok önemlidir. Film festivalleri, yerliliğin karşısına çıkartılmış “yerlilik postundaki globalliktir” büyük oranda. Yerli olabilmenin, ancak belirli şartlarda mümkün kılınabildiği yerlerdir festivaller. On dokuzuncu yüzyıl oryantalizmi, Doğulu ya da Müslüman toplumlardaki yaşantıyı/inancı/kültürü “anlayıp”, ortaya çıkan bilgiyi daha çok bir siyasi erk aracı olarak kullanmakla ilgileniyorsa şayet; film festivallerinin oryantalizminin, globallik adına yerliliğin kodlarının çözülüp “soysuzlaştırılmasını” önemsediğini söylemek aşırı yorum olmaz. Ancak, artık “merkezî” bir kodlayıcı yerine, kodların “merkezsizliği” üzerine bina edilen ve kılcal damarlara kadar yayılmış bir görme biçiminin, farkında bile olmadan ayrık otu gibi yayıldığı bir durumdan bahsettiğimizi özellikle vurgulamamız gerekiyor. Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı”, film festivalleri için “global elitizmin sıradanlığına” dönüşmüştür giderek… Hepsi kendisini en-farklı olarak satan, ama birbirlerine ikiz kardeşler kadar benzeyen bir “festival bünyesi” demektir bu.
İstanbul Film Festivali’nin 2018 versiyonunu düşünmek, ne demek istediğimizi açmak için önemli bir giriş olabilir. Batı’dan seçilen filmler ile Doğu ama özellikle İslam dünyasından seçilen filmlerin birbirine çok benzediği bir seçki ile karşılaşmak… Tunuslu yönetmen Mehdi Ben Atia’nın “İslam dünyasında kadınların yaşadığı problemleri” çıplak erkek fotoğrafları çekme özgürlüğü “kısıtlanan” bir kadının yaşadıkları üzerinden anlatmaya koyuluşundan; bir Filistinli yönetmenin Filistin’de yaşanan problemleri, sanki Berlin’de bir mahalle kavgasıymış gibi steril bir aldatma/aşk hikâyesi üzerinden anlatışına; İran’dan getirilen bir filmin ABD’de çekilmiş herhangi bir aksiyon filminden farklı olmayışına kadar… Festivallerin ürettiği “globallik”, yerli olanın görünür kılınması anlamında değil, yerel olanın global bakışın dayattığı bir görünme biçimine teslim olmasına dayanan bir dikte etme şeklidir. Hollywood sineması veya dünyadaki ana akım ticari sinemalar nasıl tüm dünyayı Los Angeles’a dönüştürmek (ekonomik olarak değil ama kültürel müşterilik anlamında) ilgiliyse; festival sineması adını verdiğimiz şeyler de büyük oranda tüm dünyanın Paris’e dönüştürülüp oradan okunduğu bir dünya tasarısı ile ilgilidir.
İstanbul Film Festivali gibi baş-altının- altı festivaller, Cannes, Berlin, Venedik gibi festivallerde global kültürel modaya uygun olarak piyasaya sürülen görme biçimlerinin tapınmaya açıldığı yerlerdir büyük oranda. O festivallere giden seyirci kitlesi, büyük bir çoğunlukla festivali (filmleri değil!) seküler bir ayin kıvamında “yaşar”. Gösterilen filmler, bir ayinin olmazsa olmaz parçaları olarak sorgulanmadan kabullenilir. Mesela Keciche’in pornografik filmine mi giriyorsunuz, bir önceki filmi Altın Palmiye almış bir yönetmene (Ne de olsa kültürel elitlerin bir bildiği vardır!) saygı duruşunda kusur etmeyen bir huşu içinde izlemelisiniz! Bu anlamda Cannes, Venedik gibi “orijinal” Batılı festivaller, seküler ayine katılım oranının düşüklüğü anlamında İstanbul, Bosna hatta Fecr’den daha “iyi” düzeyde kabul edilebilirler. Oryantalizm, self-oryantalizm yanında “aptal dosttansa akıllı düşman iyidir” tezini doğrulayan bir konum alır “büyük” festivallerde…
Batı’daki büyük festivallerde epey bir süredir hâkim olan eşcinselcilik, Doğu’daki festivallerde karşılığını, o eşcinselciliğin âdeta seküler/liberal bir tabu olarak dokunulmaz kılındığı bir şekle bürünür. Hatta mümkünse İslam dünyasından çıkmış bir yönetmenin, Batılı gözün “gör dediğini” nasıl da “güzel” gördüğüne dair filmlerinin taltifi yapılmalıdır. Mehdi Ben Atia gibi, beşinci sınıf bir erotik film yönetmeninden başka bir şey olamayacak yeteneksizlikte bir yönetmenin, Batılı festivallerdeki taltifi, İstanbul Film Festivali gibi yerlerde bir tapınma ayinine dönüşür. Film, gösterimi sonrası ayakta alkışlarla karşılanır, “sizi kutlarım, kadın özgürlüğünü bu kadar güzel anlattığınız için bir kadın olarak size minnettarım” cümlelerinin cirit attığı bir övüşme ayini ile bitirilir. Semih Kaplanoğlu’nun son filmi Buğday’ın, Batılı anlam kodlarına uygun olmadığı için ve de Batı’da politik konjonktürde “istenmeyen adam” kılındığı için, Cannes, Venedik ya da Berlin’deki yarışmalara kabul edilmemesi, Mehdi Ben Atia’ya övgü ayinleri yapan grubun, Kaplanoğlu’na layık gördüğü muameleyi açıklar mahiyette!
Oryantalizm, film anlamında, Batı’da Doğu ve Müslüman dünya için inşa edilen görme/gösterme biçimine itaat edecek “insan” yetiştirme fikri demek büyük oranda. Self-oryantalizm ise, oryantalizm tarafından inşa edilen görme/gösterme biçimlerinin “yerel” elitlerce dönüştürülüp çok daha acı bir soysuzlaş(tır)ma malzemesi olarak yeniden üretime/dolaşıma sokulması demektir. İstanbul Film Festivali ya da Türkiye’deki diğer festivallerde yarışan, ödül alan ve “yerel” olarak üretilen filmlerin büyük çoğunluğunun, fark etmeden bu görme/gösterme biçimine itaat etmesi, global ticari zincir kadar, global festival zincirinin de benzer biçimlerin/konjonktürlerin üretimi olduğuna delalet olabilir.
Batı’daki büyük film festivallerinin genellikle Batı-dışı yerlerden gelen “yerel” filmlere ilgili olduğunun hakkını vermek gerekir elbette. Ancak, bu festivallere ulaşma potansiyeli olan filmlerin “üretim zinciri”, festivallerin görme biçiminin ürettiği bir şeydir çoğunlukla. Yani ortada dünya çapında kabul görmüş izlenimi veren kapalı devre bir üretim sistemi olduğunun tespitini yapmak hayati önemdedir. Bu kapalı devre sistem, elbette sistem-kaçaklarına da yer verir. Tarkovsky gibilerine; hatta günümüzde Haneke gibi yönetmenlerin sistemin kaçağını ateşle test eden cesaretlerine de büyük oranda cevap/cevaz veren bir sistem bu. Ancak bu sistem-kaçağı yönetmenlerin gösterme biçimlerinin, “şık muhaliflik” olarak kalmak ve sistemin tümünün görme biçimini değiştirme çabasında olmamak gibi bir yükümlülüğü var, reddederlerse de kendilerini “dışarıda” bulma tehlikelerinin hatırlatılması gerekir! Bu durum, âdeta görme/gösterme biçimi modaları yönetiminin sigortası anlamına gelir. Moda olacak ve olamayacak olanların ya da tehlikeli ya da zararsız olacakların kriterlerinin belirlenmesi… Bu durum, mesela İstanbul Film Festivali’nin bu seneki sürümünde, Haneke filmlerine “konu” olarak benzeme gayretinde olan, ama içerik/form anlamında sistemin sızıntısını ateşle test etmeyi düşünmek yerine sisteme entegre olmaya çalışan “şık-muhalefetlerden” başka bir şey olamayan filmlerin çokluğu dikkat çekiyordu. Global festival modası, büyük yönetmenlerin belirli yönlerinin “globalleşmesine” izin verirken; o yönetmenlerde esas olanın ya “görünmez” ya da “anlaşılmaz” kılınmasıyla ilgilenmeyi tercih eder. Bu durum, elbette bir komplo teorisinin “kötücül” merkezinde olup biten bir şey değil, Arendt’in “kötülüğün sıradanlığının” elit dünyadaki global yeniden üretimine dair bir görünüm olarak anlaşılmalı. Aleksey German gibi önemli bir Rus yönetmene, bir anlamda self-oryantalist bir film olan Dovlatov’u çektiren de, Manchevski gibi birisine ucuz, alaycı, ilkesiz bir Amerikan filmi yaptıran da, işte bu “global elit sıradanlıktır”.
Peki, bütün bu festival döngüsü içinde, yine o döngü içinde kalıp da “kendilik” meselesini dert edinen yok mu? Ya da başka bir söyleyişle, bu festival döngüsü “kendi”yi “kendi” olarak tutar mı? Tarkovsky, Bergman, Bresson gibi büyük ustaların yine bu festivallerde dünyaya sunulduğunu düşünürsek bunun mümkün olduğunu söylemek gerekir. Ancak bugünkü durumun ve günümüz festival modalarının bu büyük ustaları dahi yaşatmama potansiyeli taşıdığı eklemesini yaparak… Yine düşünelim: Cannes’a yarışma filmi olarak, neden, yerliliğin hem epistemolojik hem de ontolojik potansiyellerinin arayışı içinde olan Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ı değil de, -maalesef çok kötü bir self-oryantalizm olan- Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı kabul edildi?
Tam bu aşamada, göçmenlik/mültecilik meselelerinin ele alınışı üzerinden “kendilik” meselesinin festivallerdeki karşılanışına bir göz atmak faydalı olabilir. İstanbul Film Festivali’nin 2018 ayağının en önemli filmlerinden birisi olan Urszula Antoniak’ın Beyond the Words/Kelimelerin Ötesi filmi, “kendilik” meselesi üzerine müthiş bir tefekkür çabası olarak ve konumuzla da ilgisi itibariyle bahsetmeye değer bir film. Haneke’nin zaten her meselesinin göbeğinde tuttuğu göçmenliğe yaklaşımını saymazsak, son yıllarda göçmenlik/yerlilik “karşıtlığı (mı?)” meselesine bu kadar güçlü bir referans noktası seçen bir filmin olmadığını söyleyebilirim. Kendini saf-kan Alman olarak gören, zengin, elit bir avukatın, Polonyalılığı/Almanlığı ile yüzleşmesi meselesi ve bu yüzleşmenin Berlin’deki göçmen gettolarında karşılanma biçimi filmin finalini “Ne zaman göçmüş olana göçmen denir ve ne zamandan beri bir yerde iskân edene yerli denir?” sorusunun ortamı hâline getiriyor. Antoniak, İFF’de izlediğim hiçbir “Müslüman ülke” filminin yönetmeninin yapmaya yeltenmediği bir şeyi yapmaya soyunuyor: Mülteci, göçmen olmanın ontolojisini kazımaya… Bunu, üstelik global/leştirme modasının hegemonyası altına girmeden yapmaya çalışıyor. Ama Antoniak’ın filminin İFF’deki karşılanması, mesela Mehdi Ben Atia’nın filmi gibi olmadı; ayakta alkışlanmadı; kaldı ki salonun yarısından fazlası da boştu… Yani pazarlamasından gösterimine kadar seferber edilen/edilmeyen unsurlarla karşı karşıyayız…
“Kendiliğin” global olanla “çözülebilir/kalibre edilebilir olmak kaydıyla” çatışmasının bir renk olarak kabul edildiği, ama global olanı yıkma potansiyeli taşıdığı her anda da halı altına süpürüldüğü bir görünümü vardır Batılı film festivallerinde (tahmin edileceği üzere İFF gibi yerlerdeki durum Batı’daki film festivallerinden çok daha vahimdir). Antoniak’ın filminin, kabulünün (festival kabulünden değil, sistemin unsurları tarafından daha genel bir kabul görmeden bahsediyorum) ama Buğday’ın kabul görmemesinin en temel sebebi budur. Antoniak’ın meselesi, yine de “sistem içi” bir kalibrasyon ile çözülebilir diye düşünülürken, Buğday, Batılı değerlerin merkeziliğinde bakıldığında bütünüyle bir reddiyenin üzerine oturuyor ve global olanın yıkımının en kapsamlı ve sağlam temelli bir önerisine soyunuyor. Mesela Haneke gibi “kötülüğün sıradanlığının” salt bir tasviriyle de yetinmiyor; bir öneri, bir hakikat yürüyüşü imkânının da peşinde koşuyor, aynı bir zamanlar Tarkovsky’nin yaptığı gibi… O büyük Tarkovsky’nin, festivallerden bir “prestij malzemesi olarak “evet”, ama global sisteme köklü bir reddiye olması anlamında “hayır” cevabı alması da büyük oranda aynı sebeptendir.
“Kendilik”, global sistemin kalibrasyonunda dönüştürülmeye müsait epistemolojik bir görünüm arz ederse, festival sisteminin modaları içinde bazen merkezde (şık muhalif olarak “solcu” Ken Loach’u düşünün), bazen de çeperde (Dardenne Kardeşler ya da Haneke gibiler) yer buluyor kendisine; ancak dönüştürülmeye müsait olmayan bir ontolojinin ürünü olan “kendilik” mutlak bir görmezden gelme ile karşılanıyor. Film festivallerinin özellikle global kültürel modaların paralelinde yürüttüğü bu “seçici geçirgenliğin”, en baştan beri kısmen de olsa var olduğunu; ama özellikle son on yılda belirli bir “global kültürel dönüşüm” nispetinde bambaşka bir şekle büründüğünü söyleyebiliriz.
Gerek İstanbul Film Festivali’nin son sürümünde, gerekse de Türkiye’deki diğer festivallerde yarışan yönetmenlerin birçoğuna (Onur Ünlü’den Ümit Ünal’a, Semir Arslanyürek’e, Tolga Karaçelik’e, Onur Saylak’a kadar..) baktığımızda son derece benzer bir “yerli olanı köksüzleştirme” eyleminin görülmesi asla sıradan bir “örtüşme” değildir. Zira, global film festivali modaları, entelektüel malzeme olarak kullanılma, alayın ya da entelektüel alegorilerin malzemesi kılınma ve Batılı değerlerin merkeziliğinde dönüştürülme potansiyeli taşıyan “yerelliğin” seve seve kabul edildiği bir görünüm arz eder. Yerellik, hakiki bir “yerliliğe” dönüşme niyeti taşımadığı takdirde (Çağan Irmak’ın şiveleri gibi…) renk olarak Batılı oryantalizmin her zaman hoşuna gitmiştir. Oryantalizmin global dönüştürme gücü, yerli olanın içinden, belki kötü niyetle değil, ama doğal süreci içinde self-oryantalizmler üretir. Mesela İstanbul Film Festivali’nin self-oryantalizminin, bir yanıyla Batılı “değerlerin” aşırı ve ayinsel bir kabulüne (Mehdi Ben Atia’nın pornografisine övgülerin ayinselliği gibi), öte yanıyla da “yerli” olanın reddiyesine zemin hazırlamasının sebebi budur. Ama kültürel iktidarlarda her zaman daha traji-komik “ikinciller” de bulunur. Adana Film Festivali ya da Malatya Film Festivali’nin “yönetiminin” görünürde muhafazakâr/Müslüman kesimden olmasına rağmen, festivalin “hakiki” içeriğinin ve kabullerinin İstanbul Film Festivali’nden de kötü bir görünüm arz etmesi “ikincil olanın birincil olana dayanılmaz hayranlık ve aşağılık kompleksi” ile ilgilidir. Mesela “asıl-oryantalist” olan Cannes’in, birincil self-oryantalist olan İstanbul Film Festivali’ne düşen gölgesi, İFF’nin gölgesinin mesela Malatya Film Festivali’ni “karartmasının” da temel sebebidir. Oryantalizmlerin hiyerarşik düzeyi “merkezden” uzaklaştıkça, global film modalarının sorgusuz sualsiz kabulü de o kadar mümkün hâle geliyor. Trier’in Nemfomanyak’ı gibi filmlerin Cannes’da yumurta yağmuruna tutulması, ama mesela “bizim” festivallerimizde ayran budalası gibi alkışlarla karşılanması gibi…
Son tahlilde “kendilik”, post-modern çağda global modaların hegemonyasında yavaş yavaş silikleşen ve tam da bu sebeple “köksüzleşmiş versiyonlarının” bir renk olarak “pazarlandığı” bir şekle dönüşüyor. Global kültür endüstrisinin nasıl çalıştığını bilmek, bu endüstrinin tekerine çomak sokmanın ilk şartı. Eğer “kendilik” gibi bir derdimiz varsa, bunu eşzamanlı olarak, hem bireysel, hem de sistem olarak yapmanın yolunu bulmalıyız. O zamana kadar film festivallerinin/sanat modalarının dayattığı “görme biçimine” teslim olmaya devam edeceğiz.