YERLE GÖK ARASINDA SALINAN İNSAN

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • İnsanın Müstesna Mevkisi: İbrahimî Miras

    İnsanın müstesna mevkisi İbrahimî dinlerin, yani Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın şekillendirdiği kültürlere borçludur büyük ölçüde. Asırlar boyunca, dinden gelen asli dürtü sekülerleşmiş ve modernleşmiştir. Bilim ve teknolojideki gelişmeler -bunlara ilaveten kapitalizm ve sosyalizm- bu ayrıcalıklı varlığın, “insan”ın gelişmesine ve yükselmesine yardım etmiştir. Bunun sonucunda, günümüzün küreselleşmiş dünyasında neredeyse herkes insanlıkla ilişkilendirilen özel değeri anlıyor. Dahası, aslında vatandaşlık koşulları bakımından ulus-devletlere bahşedilmiş egemenliğin feshedilmesiyle insanlığın artık herkesin kaygısı olması gerektiği de öne sürülebilir. Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi hâlâ bu duyarlılığın önemli bir simgesi olarak varlığını sürdürüyor; her ne kadar uygulama karnesinde kırıklar olsa da.

    Peki, özellikle hem siyasal çoğulculuğun hem biyolojik çeşitliliğinin giderek tanındığı ve kabul gördüğü bir dünyada -eğer dine gönderme varsa bile bunun asgari olduğu yerde- insana atfedilen bu ayrıcalığın temeli nedir? O zaman, bu şartlarda “insan” olmanın artık bir önemi var mı?

    Elbette, insanın yaşadığımız gezegendeki toplu “ayak izinin” gözlemlenebilir anlamından kuşku duymaya mahal yok. Hem siyasal hem de bilimsel çevrelerde “İnsan Çağı (Anthropocene)” terimi, Homo sapiensin yeryüzünün iklimini tek elle yönetecek şekilde değiştiren ilk tür olduğunu göstermek için yakın zamanlarda tedavüle girdi. Ancak bu terim, türümüzün gücünü kanıtlıyor yalnızca, niyetini değil. Zaten, yeryüzünü ezen hasmane etkilerimizin kesinkes tahmin edilemez olmasa bile hiç değilse kasti olmadığı genel olarak onaylanmıştır. Ancak her hâlükârda, Avrupa’daki sanayi devriminin başlangıcından beri insanlığın kendine, evrensel ekosistemle gayet tehlikeli bir oyun oynama izni verdiği açıktır.

    Peki insanlığın şansı artık bitiyor mu ya da daha ziyade bizler türümüzün kaçınılmaz ilerleyişine engel olan şu son engellerin de üstesinden gelmek üzere miyiz?

    İnsanı koruma ve yükseltmenin mutlak değeri babında açık fikirli olup bu meselelere bu zihniyetle yaklaşan kişiler için İbrahimî dinlerin insana neden böyle bir paye biçtiğini hatırlamak yararlı olabilir. Bu yaklaşım özellikle, yazının başında andığımız ve her biri kendini “ilerici” olarak adlandıran modern, seküler hareketleri lanse edecek tarihî bir platform olarak hizmet edebilir.

    Kutsal Kitap’ta İbrahim’e yapılan gönderme tüm meseleyi açıklıyor. Âdem’in Cennet’ten kovulmasının ardından Tanrı insanlıkla İbrahim üzerinden yeniden “özel bir ilişki” kurdu. Bu “özel ilişki” tam olarak nasıldı peki? Bu soruya İbrahimî üç din birbirlerinden biraz farklı cevap veriyor.

    Yahudilikte, Tanrı’nın İbrahim ve onun nesliyle yaptığı sözleşmeye -veya “ahde”- vurgu yapılıyor. Tanrı, insanların, özgür iradeyi O’nun buyruklarına karşı gelmek için kullanmalarını bağışlayınca insanların gelecekte neyle uğraşacaklarına dair karşılıklı onaylanmış ahitler yapmayı murat etti. Tanrı ile Yahudiler arasında söz konusu olan daha sonraki karşılıklı ilişkiler, yani hangi tarafın üzerine düşeni yapacağı hakkında ateşli tartışmaları da içine alan ilişkiler bu türden bir bağa, ahitle kurulan ilişkiye vurgu yapar. Burada Tanrı basitçe, uğraştığı insanlardan biraz daha güçlü bir insan türeviymiş gibi resmedilir. Bu yaklaşımda, insanların karmaşık, duygusal mizaçlarını paylaşan bir Tanrı imgesi yer alır. Tanrı da insanlar gibi sinirleniyordur, ama elbette Tanrı’nın sinirlenmesi çok daha etkilidir.

    İslam’da Tanrı insanlardan yalnızca üstün olarak değil, ayrıca insanlardan metafiziksel açıdan apayrı olarak tarif edilir. Bu yaklaşım da Tanrı’nın Âdem’in günahını kolayca bağışlamasına yol verir. Ancak bu yaklaşım aynı zamanda bize O’nun zihninde pay alma müsaadesi verir; oysa O, insan psikolojisinden pay almaz. Böylece, İslam’ı tanımlayan peygamber, Hz. Muhammed de Tanrı’nın Kur’an şeklinde gelen mesajını insanlara aktarmak için bizzat Tanrı’nın seçtiği bir insan-vasıta olarak resmedilir. Aslında Kur’an 1734’te İngilizceye çevrildiğinde, “tektanrıcılığın” görünüşe göre “saf” bir türevini sunan İslam, Avrupa Aydınlanmasının önde gelen birkaç simasına oldukça çekici gelmişti -ki bu “tektanrıcılık” terimi de Kur’an’da sunulan, kökten aşkın Tanrı kavramından ilhamla İbrahimî dinleri adlandırmak için ilk defa o dönemde kullanılmıştır.

    Öte yandan, Hristiyanlığın da insana dair evrensel kavrayış üzerinde muazzam bir etkisi olduğu, özellikle modern dönemde iyice anlaşılmıştır. Yazarı Katolik bir modernist filozof -Jacques Maritain- olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi bu durumun en ince tanığıdır. Öte yandan, insanla tanrısallık arasındaki “özel ilişki”ye dair en tartışmalı kavrayışı sunan da yine Hristiyanlıktır. Gayet açıktır ki bunun nedeni, Tanrı’nın yüzünü canlandıran, yani aynı anda hem insani hem tanrısal olan Îsâ’nın kişiliğinin merkezî bir konumda olmasıdır. Bu yaklaşım, insanın “Tanrı’nın suretinde ve O’na benzer” yaratıldığını söyleyen Yaratılış Bab’ının oldukça zorlu, hatta literal bir okumasını teşvik etmiştir. 

    İnsanlık Kavramına Hristiyanlığın Kendine Özgü Katkısı

    Gayet uzun ve karmaşık bir öyküyü özetleyerek söylersek Hristiyanlık, insanın kendi varoluş kipini aşmayı da içeren “Tanrısal” bir potansiyeli olduğu fikrine kapı aralamıştır.   

    Seküler modernlik ortaya çıktığında insanlar bu tanrısal potansiyelin belki de herhangi bir tanrısal müdahale olmaksızın gerçekleştirilebileceği zehabına kapıldılar. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi bu bağlamda en belagatli tanıktır, zira insanın yükselmesiyle ilişkilendirilen çoğu hakkın sanatlar, bilimler ve siyaset aracılığıyla kendi kendini ifade etmenin tüm kapsamını, ayrıca sürdürülebilir geçim çabasını teminat altına alan koruyucuları vardır. Aslında son yıllarda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, internete erişim talebini bir insan hakkı kılarak güncellendi. 

    Bu insan kavrayışının ardında bizlerin Tanrısal Yaratıcıyla kıyaslanacak şekilde -her ne kadar O’ndan düşük derecede olsa da- “yaratıcı” varlıklar olduğumuz fikri yer alır. “Konuşma özgürlüğü”nün Protestan reformasyonundan sonra kazandığı şöhrete bu açıdan bakılabilir. Büyük İngiliz şair John Milton’ın Areopagitica’sında ortaya koyduğu gibi; kitap yakmak insan yakmak gibidir, yani insanın -Yuhanna İncil’inin başında tarif edildiği gibi- söz aracılığıyla dünya yaratma yeteneğini, Tanrı vergisi bu yeteneği bozarak kutsala saygısızlık yapmaktır. 

    İnsan doğasıyla tanrısallık arasındaki bu yakınlıktan en çok sorumlu olan Hristiyan teolog erken dönem kilisesinin Roma eğitiminden geçmiş Kuzey Afrikalı piskoposu Aziz Augustinus’tu. Ama Âdem’in günahına Yahudiliğin ve İslam’ın kabul ettiğinden çok daha fazla anlam yükleyerek ilk günah öğretisinin sorumlusu olan da odur. Bu zahirî çelişkinin -insanın hem böylesine yüceltilmiş hem de bu kadar düşmüş olmasının- anlamını kavramak bugün “insan” olmanın ne anlama geldiğini anlamada hayati önemdedir.

    Augustinus, insanın taşıdığı “Tanrı benzeri olma” niteliğinin aynı şekilde zihinlerimize de yansıdığını düşünüyordu. Ona göre insan zihni üç parçadan meydana geliyordu; bellek, akıl ve irade. Böylece insan zihni Tanrı’nın üçlü kişiliğini -Baba, Oğul (Îsâ), Kutsal Ruh- taşıyan bir küçük âlem oluyordu. İşte bu Hristiyanlığın “Kutsal Üçlemesi”dir.  Augustinus burada Platon’un Devlet’inde yer alan ve insan zihnini toplumdaki iş bölümü gibi açıklayan bir mecazı yeniden işletiyordu. Bu mecaz Augustinus’a Tanrı’nın -Eski ve Yeni Ahit düşünülürse- karmaşık modus operandisini açıklamada yardım etti. Böylece Îsâ, insanlık durumunun uzamsal-zamansal belirişindeki tüm deneyimin kaydı anlamında Tanrı’nın aklını temsil ediyordu; insanlık geçmişinin hatırasının ve geleceğinin yargılanmasının tam ortasında.

    Augustinus’un Îsâ’nın tanrısallığına yaklaşımı günümüz ölçütlerine zıt gibi görünse de -ki aynı durum aslında Hristiyanlık tarihi boyunca tartışılmıştır- yine de bu yaklaşım, Îsâ’nın, psikolojik olarak bölünmemiş Yahudi Tanrısından daha cana yakın bir Tanrı yüzüyle görünmesine olanak sağlamıştır. Eski Ahit’te yer aldığı şekliyle belirli aralıklarla hasımlığa dönen insan-Tanrı ilişkisinin bu durumu kısmen Yahudi geçmişindeki Tanrı hatırasının Ahde sadık kalmaya yetmemesinden kaynaklanıyordu. Buna karşıt olarak Îsâ bu tür bir ön yargıyla gelmedi, ama eşit şekilde insanlığın kaderi hakkında yargılama iktidarıyla da gelmedi. Daha da önemlisi Îsâ, Âdem’in peş peşe gelen tüm neslinin -yani tüm insanlığın- Âdem’in düşmüşlüğünü tevarüs ettiğini savunan ilk günah yükü olmadan geldi. Bu makalenin geri kalanını, insanlık durumunun bu boyutuna ayıracağım.

    İnsan-Tanrı ilişkisini birbirlerinden oldukça farklı anlasalar da İslam ve Yahudilik Âdem’in kovuluşunun bu ilişkide önemli olduğu ancak belirleyici bir etken olmadığı konusunda genel olarak uyuşurlar. Tüm çıplaklığıyla ifade etmek gerekirse, Âdem Tanrı benzeri eşsizlikte yaratılmadığı için onun bu günaha düşmesi pek de zor olmamıştır. Aslında eski Hristiyanlar, Âdem’in düşüşünü fiziksel ölümsüzlük ve doğanın insan aklına, iradesine kolayca boyun eğmesi gibi belirli tanrısal özelliklerin elden alınması şeklinde yorumlayan Yahudi yorumuna geniş ölçüde katılıyorlardı. Öte yandan insanın bu şekilde rütbesinin indirilmesi tek seferlik bir ceza olarak görülüyordu. Tanrı’nın bağışlayıcılığı Âdem’e ve nesline yeryüzünü güzelleştirmek için yeterli duyusal ve bilişsel yetenekleri bıraktı, öyle ki insanlık kaybettiği, zamana karşı direnme gücünü kendi kolektif çabalarıyla yeniden elde edebilsin.

    Augustinus’un ilk günah öğretisi bu umut dolu neticeyi inkâr eder. Augustinus’a göre Tanrı Âdem’in günahını tam anlamıyla bağışlamadı. Zira kovulmadan evvel Âdem tüm mahlukatın en iyi sıfatlarına, kendisine onlar üzerinde hâkimiyet sağlayacak sıfatlara sahipken, kovulduktan sonra onun gücü ciddi biçimde, yani birçok mahluka av olacak ve yaşam mücadelesine girmek zorunda kalacak şekilde azalmıştır. Augustinus’a göre Âdem ceza olarak insandaki tanrısallığı yitirmiş ve ikinci bir emre kadar, nerdeyse her bakımdan bir hayvan olmakla cezalandırılmıştır. Ancak Tanrı Âdem’in nesline, ellerinde kalan tek tanrısal özelliği, yani iradeyi kullanmak suretiyle bu durumu telafi etme fırsatı vermiştir. Peki insanı kurtaracağı -veya seküler ifadeyle “insani potansiyeli gerçekleştireceği” iddia edilen bu özgür irade tam olarak nedir? Hristiyan teolojisinin büyük bölümü bu soruya yanıt aramakla ilgilenmiştir.

    Öte yandan bir husus açıktır; kurtuluş, dünyadaki varlıklarını Tanrı’nın onayına dikkat etmeksizin iyileştiren, art arda gelen insan nesilleri tarafından öyle basitçe elde edilemeyecektir. Çünkü Âdem özünde tanrısal olarak yaratılmıştır ve kovulmanın ardından bu tanrısallığı yitirmesi insan psikolojisini temelden sarsmıştır. İşte bu durum, Âdem’in neslinin İbrahimî ahitten sonra bile başlarına gelen çeşit çeşit musibetin de nedenidir. Kutsal Kitap her zamanki gibi bu insanları, gerçekten becerdiklerinden çok daha fazlasını yaptığını düşünen bu insanları kendini beğenmiş oldukları için kınar. Augustinus bu durumu düşmüş insanın alameti olarak görür, yani düşmüş insan “malgré lui (elinde olmadan) hayvan”dır. Bizler her zaman, sıradan insanın olmadığı tarzda kusurlu ve yanlış hükmetmeye meyilliyizdir.

    Augustinus’a göre insanla tanrısallık arasında kovulmadan sonra söz konusu olan metafiziksel bağın insanda bir yerlerde yerleşik hayvan ve tanrısal olan şeklinde karşıt kutupları yoktur. Daha ziyade doğru karşıtlık artık tanrısal olan ve olmayan arasındadır ki insan burada “tanrısal olmayan” kutbu işgal eder. İnsanlık durumuna yönelik bu bakış açısını, yani insanların sırf Tanrı’dan mahrum oldukları için kötü olduklarını savunan bu yaklaşımı Jean Calvin ve takipçileri büyük bir zevk ve maharetle geliştirmiştir. Öte yandan, önde gelen bilim-din araştırmacısı Peter Harrison’ın ortaya koyduğu gibi insanlığa dair, görünüşe göre oldukça sert olan bu yargı aslında Hristiyanlığın 16. yüzyılda, Protestan Reformasyonu olarak da bilinen, yeniden icadına ilham vermekle kalmamış, ayrıca bu yüzyılın ikinci yarısında başlayan bilimsel devrime de ilham kaynağı olmuştur.

    Bu hareketleri böylesine köktenci kılan özellik onların şu varsayımlarıydı; türümüze ait potansiyelin tümüyle gerçekleştirilmesi insanlık durumunun sahip olduğu, derinden düşmüşlüğün sonucu olan, şu çatışmalı gayritabiiliğe ihtiyaç vardır. Bu duyarlılık modern dönemde birçok yolla, özellikle Kilise ve devlet de dâhil olmak üzere vaz edilmiş kurumlara yönelik bir güvensizlik aracılığıyla, sekülerleştirilmiştir. Ancak bu güvensizlik aynı şekilde insan zihnine yöneltilecek kadar genişletilmiştir ki bu tutum bazen kuşkuculuk ve hatta nihilizmle sonuçlanabilir. Diğer yandan bu tutumun belki de en etkili karşılığı deneysel yöntem, yani insan doğası da dâhil olmak üzere doğanın sürekli sınamaya tabi tutulması olmuştur. Deneysel yöntemi sistemleştiren kişi olarak bilinen, zamanın İngiltere baş yargıcı Francis Bacon meşhur denemesi “On Truth (Hakikat Üzerine)”da insanlık durumunu bitimsiz bir deneme, sınama sürecine sokan yönteminin Îsâ’nın denemesinden başka bir şey olmadığını gayet açık şekilde ifade etmişti. 

    *Prof. Dr., Warwick Üniversitesi Toplumsal Epistemoloji Bölümü, Aguste Comte Kürsüsü